YIL: 8

SAYI: 88

NİSAN 2005

 

 

önceki

yazdır

 

 

 

  Ahmet DEMİR

 

 

  

ISLAHATÇI-YENİLİKÇİ PADİŞAH SULTAN II. MAHMUT DÖNEMİ (1808-1839)


I.       GİRİŞ

 

Sultan Mahmut için bazı yerli ve yabancı tarihçilerin neler yazdığına özetle işaret ederek konuya girmek yararlı olacaktır.

 

·                   İngiliz Tarihçi Harold Temperley; onu Kanuni Sultan Süleyman’dan bu yana Osmanlı’nın en büyük padişahı olarak değerlendirmiş ve “İstanbul’da büyük bir kaos yaşanırken, tahta çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun o harikulade canlılığını hızla harekete geçirerek onu tekrar güçlü kılan padişahtır”(1) diye yazmıştır.

 

·                   Bazı tarihçiler Sultan Mahmud’u “kararlı ıslahatçı” diye vasıflandırır ve “ 400 senelik mazisi ve 100.000den fazla mensubu bulunan Yeniçeri ocağını kaldırması, Osmanlı tarihinde en önemli kilometretaşı olmuştur”(2) der.

 

·                   Helmuth Von Moltke; Prusya ordusunun mareşalıdır. 1837-1839 seneleri arasında kurmay binbaşı olarak Osmanlı ordusunda danışman olarak görev yapmıştır. Anılarında, Sultan II. Mahmud'u Rus çarı Büyük (Deli) Petro ile mukayese edenlere karşı onun reformlarını takdir eder, ancak “ Büyük Petro ülkesine toprak kazandırdı, Sultan Mahmut ise  kaybettirdi”(3) der.

 

·                   Türk Tarihçisi Yılmaz ÖZTUNA; “ Bugünkü Türkiye’de Atatürk ne ise, o günün Türkiye’sinde Sultan Mahmut da o idi. Öyle prensipler koydu ki, öldükten sonra bile mezarından rejimini yönetiyor, kimse dokunamıyordu”(4) der.

 

·                   Onun İstanbul’un Yeniçeri Caddesi’ndeki türbesinde “Büyük bir padişah, adil ve bilge imparatorluğun güneşi,  doğunun kapılarını yeni bir yaşama açtı”(5) yazılıdır.

 

 

Sultan II. Mahmut için bu övgüler yanında, giriştiği reformlar için “Gavur Padişah” diyenler de olmuştur.

 

Tarihte böylesine derin izler bırakan Sultan II. Mahmut dönemini incelerken, faydalı olacağına inandığım için bu görüşleri sizlerle paylaşmak istedim.

 

Sultan II. Mahmut dönemini ve ıslahat çalışmalarını, iyi anlayabilmek için, şehzadelik dönemini yanında geçirdiği ve ıslahat hareketlerinde kendisine örnek aldığı amcası Sultan III. Selim dönemindeki olayları da kısaca gözden geçirmek gerekir.

 

 

II.      SULTAN III SELİM VE ŞEHZADE MAHMUT

 

Padişah I. Abdülhamit 6 Nisan 1789 ’da ölünce, yerine III. Mustafa’nın oğlu III. Selim geçti. Padişah olmadan önce (Şehzadelik döneminde) Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya ve Ruslarla savaş halinde idi. Ordu güçlü değildi, sık sık yenilgiler alıyordu. Bu sırada Belgrat’ın elden çıkması büyük üzüntü yaşatmıştı. O dönemde Fransa’da meydana gelen Fransa İhtilali (1789), Osmanlı İmparatorluğu’nun imdadına yetişti. Avusturya ile 4 Ağustos 1791 ‘de ZİŞTOVİ barış anlaşması yapıldı. Avusturya aldığı toprakları geri vermek zorunda kaldı.

 

III. Selim şair ruhlu, sanata düşkün ve ilhami mahlası (takma adı) ile şiirler yazan bir çok besteleri olan, 14 yeni makam oluşturmuş bir divan müziği ustası, hatta dehası idi. Şehzadelik döneminde de Batı ile mektuplaşarak bilgi alıyordu. Padişah olunca ilk işi Türk alimi Hoca İshak Efendiyi Fransa’ya göndererek onların idari yapısını, yeni gelişmeleri öğrenmek istedi.

 

Batıdan aldığı bilgiler ışığında imparatorluğun çöküşünü durdurmak istiyordu. Bunun için de yeni adımların atılması ve ıslahatların yapılması gerekli idi. Buna inancı tamdı. Yine biliyordu ki, iç sorunlar çözülmeden dış güçlerle başetmek mümkün değildi. Onun için bazı reformlar yapılmasına karar verdi.

 

Yapılacak ıslahat çalışmalarının nasıl ve nerelerde olması gerektiğini tam olarak öğrenebilmek için devrinin ileri gelen alim ve bilge kişilerine yazılı olarak sorular sordu ve cevap vermelerini istedi. Şimdiki tabirle anketler yaptırdı. Aldığı cevaplara göre askeri, malî, mülkî ve adlî alanlarda esaslı ıslahat yapılması gerekmekte idi. Bu arada Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip için Osmanlı tarihinde ilk kez Paris’e Seyid Ali Efendi, Londra’ya Agah Efendi ve Viyana’ya da Muhip Efendiyi daimi elçi olarak gönderdi. (6)

 

Bu düşünülen reformların yapılabilmesi için para gerekiyordu. Hazinenin durumu ise müsait değildi .Çare olarak saraydaki altın ve gümüşler eritilip hazineye yardım etmek istedi. Bunlar da yeterli olmayınca yeni kaynak için İradi Cedid adında yeni  bir vergi koymak zorunda kaldı.

 

Yaptırdığı araştırmalar sonunda 72 alanda ıslahat yapılmalı ve bunlara öncelikle askeri alanda başlanmalı idi. O dönemde Yeniçeri ocağı çok bozulmuştu. Yerine yeni bir ordu kurulması, ayrıca donanmanın da güçlendirilmesi kaçınılmaz görülmekte idi.

 

III. Selim ıslahata askeri alanda başladı. Yeniçeri ocağına dokunmadan yeni bir askeri teşkilat kurdu (1792). Adını da Nizami Cedid (Yeni düzen) koydu. Yeniçeri ocaklarından ayrı olsun diye hemen iki büyük kışla yapıldı. Üsküdar’da Selimiye Kışlası ve Levent çiftliğindeki kışla. Bunlar yapılırken askeri okullar, tersaneler, tophaneler, Heybeliada’da denizcilik okulu gibi askeri tesisler açılmasına da karar verildi.

 

Nizami Cedid askerleri Avrupavari modern, eğitim görecek, kıyafetleri ve öğretmenleri yeni olacaktı. Bunun için Fransa’dan yardım alındı.

 

Nizami Cedid birlikleri ilk aşamada iki piyade alayı ve iki süvari bölüğü olarak kuruldu. Her alay 10 bölüklü, bölüklerin mevcutları da 70-80 kişi idi. Toplam mevcutları 30.000 kişi idi.

 

Üniformaları; kırmızı ceket, mavi pantolon, başlarında kırımızı külah idi (7). Bu şartlarda İstanbul ve Anadolu’da Nizamı Cedid birlikleri kuruldu ve kısa sürede halk tarafından da benimsendi. Trakya’da (Rumeli) yeni ordunun kuruluş hazırlıklarına başlandı. Ancak o sırada Sadrazam Hafız İsmail Paşa, padişaha karşı iki yüzlülük yapıyor, Nizami Cedid’e evet derken, gizlice karşı hareketlerde bulunuyordu. Çünkü Nizami Cedid’in  Trakya’da kurulmasına karşı idi. Nitekim padişahın Tekirdağ’da Nizami Cedid’in kurulması fermanı okunurken okuyan görevli öldürüldü. Bu Nizami Cedid’e karşı bir tepki idi. Olay İstanbul’da duyulunca, zaten için için kaynayan ve fırsat bekleyen yeniçeriler yeni düzene karşı harekete geçtiler.

 

Yeniçerileri yeni düzene karşı kışkırtan da Şehülislam Topal Ataullah Efendi ile Köse Musa Paşa idi. Yeniçeriler bahaneler bulup eğitime çıkmıyor, meydanlarda gösteri yapıp “Moskof oluruz Nizami Cedid olmayız” diye bağırıyorlardı.

 

Köse Musa Paşa boğazdaki kalelerde muhafız olarak bulunan 2.000 kadar askeri isyana teşvik etti. Başlarına da Kabakçı Mustafa’yı geçirerek, saraya doğru sevk etti. (Bu İsyana onun için Kabakçı Mustafa İsyanı denir.)

 

Asiler saraya yaklaştıkça mevcutları daha da artı. 25 Mayıs 1807 ‘de sarayı tamamen kuşattılar. Maksatları III. Selim’i tahtan indirip, yerine kendilerine  daha yakın buldukları IV.  Mustafa’yı tahta geçirmekti. Bu hareket Nizami Cedid’e karşı açık bir reaksiyondu.

 

III. Selim sarayı kuşatan yeniçerilerin üzerine asker gönderip dağıtmak istedi. Bunun için Şeyhülislam’a danıştı. O da “Kardeş kanı dökülmesin” yolunda fetva verince, kararından vazgeçti.  Sultanın bu pasif kalışını gören Yeniçeriler işi daha da azıtıp, esasen kendilerini destekleyen Şeyhülislam’dan aldıkları yeni bir fetva ile 29 Mayıs 1807 ‘de III. Selim’i tahtan indirip yerine IV. Mustafa’yı padişah ilan ettiler. (IV Mustafa, Şehzade Mahmud’un üvey kardeşidir). Yeni padişah isyancıların her dediğini yapabilecek karakterde birisi idi. Burada Sadrazam Hafız İsmail Paşa gibi, Şeyhülislam’ın da ikiyüzlü hareket ettiği açıkça görülmektedir.

 

IV. Mustafa padişah olunca III. Selim ve Şehzade Mahmud’u kafese kapattırdı. Kendisine yardımcı olan Kabakcı Mustafa’yı da sarayda Turnacıbaşlığına (Yeniçeri ocağında padişahın av partilerini düzenleyen bir sınıf) getirdi. (Kafese atılmak, sarayın bir bölümündeki odada hiçbir yetkisi bulunmadan yaşamak, oda hapsinde olmak idi. III. Selim ve Şehzade Mahmut kafeste 29 Mayıs 1807 ’den 28 Temmuz 1808’e kadar kaldılar.)

 

III. Selim’in ıslahat çalışmalarını destekleyen ve onu çok seven Tunaboyları Seraskeri (Başkumandanı) Alemdar (Bayraktar) Mustafa Paşa idi. Bu olaylar olurken, Tuna boylarında Ruslar ve Avusturyalılarla yoğun mücadele içinde idi. Barış sağlanıp rahatlayınca,Yeniçeri ocağının başlattığı irticai başkaldırılara karşı harekete geçti. 20.000 kişilik bir kuvvetiyle İstanbul’a geldi (28 Temmuz 1808). Maksadı  kafesteki III. Selim’i tekrar padişah yapmaktı.  Alemdar Mustafa Paşanın İstanbul’a geldiğini öğrenen padişah IV. Mustafa kızlar ağasına kafesteki III. Selim ve Şehzade Mahmud’un hemen öldürülmesi emrini verdi.

 

10 Kişilik cellat gurubu III. Selim’in kaldığı odaya girdiler. III. Selim gelenleri görünce durumu anladı, şaşırıp “siz cellat mısınız” diye sordu, içlerinden biri, “kader böyleymiş” diye cevap verdi. Cellatlar 29 Mayıs 1808 III. Selim’in boynuna kementi atıp sıkmaya başlarlar. Kement koptu, ölmemiştir diye palalarla yüzünü vurarak parçaladılar.(8)

 

Aynı katiller (cellatlar) Şehzade Mahmud’u aradılar. Onu Lalası (mürebbiyesi) Cevriye Kalfa halıların arasına saklamıştı. Cellatlar yanlarına sokulunca, Cevriye Kalfa mangallardaki külleri gelenlerin üzerine avuç avuç serper ve ortalık toz duman olur. Bu fırsattan istifa eden Şehzade Mahmut kaçarak sarayın damına çıkar.

 

Bu sırada Alemdar Mustafa Paşa saraya girmiş, olay yerine kadar ulaşmış, ama çok geç kalmıştı. Yerde kanlar içinde yatan III Selim’in naaşı ile karşılaşan Paşa, çok üzüldü, göz yaşlarını tutamadı. Sonra kendini toparladı. Şehzade Mahmud’u sordu. Damda olduğunu öğrenince, aşağıya indirip hemen padişah ilan etti. Şehzade Mahmut, Sultan II. Mahmut oldu. Alemdar Mustafa Paşa bütün bu olaylara sebep olan Padişah IV. Mustafa’yı yakalatıp kafese koydurdu. Bu olaya karışan asileri de  yakalatıp isyancıbaşı Kabakcı Mustafa dahil 33 kişiyi hemen  idam ettirdi.

 

Böylece Osmanlı tarihinde III. Selim gibi değerli bir sultanın hazin sonu, ondan kafeste çok şeyler öğrenen II. Mahmud’da yeni bir umud kapısı acıyordu. Tabii burada en büyük rölü Alemdar Mustafa Paşa oynamıştır.

 

 

III.     SULTAN II. MAHMUT DÖNEMİ (1808-1839)

 

Alemdar Mustafa Paşa tarafından padişah ilan edilen Sultan II. Mahmut zayıf yapılı, yumuşak huylu, sara illeti olan ancak son derece azimli, hırslı biri idi.

 

II. Mahmut padişah olunca, Alemdar Mustafa Paşayı Sadrazam yaptı.Mustafa Paşa Yeniçeri ocağından yetişmiş, Tuna boylarında Ruslara göğüs germiş. Onları durdurmuş, Silistre Valisi ve Tuna Boyları Seraskeri rütbesini almış başarılı, deneyimli ve  güvenilir bir askerdi.

 

Sultan II. Mahmut, amcası Sultan III. Selim’in acı sonunu gördüğü, kendisinin ölümden kıl payı kurtulduğu, uzun zaman kafeste yaşadığı Topkapı sarayında oturmak istemedi. Beşiktaş’ta bir evde oturmaya karar verdi. Sadece resmi tören ve protokol için saltanat kayığı ile Beşiktaş’tan deniz yolu ile saraya gidip geliyordu.

 

Alemdar Mustafa Paşa sadrazam olunca hemen icraata girişti. Yeniçerilerin neler yaptığını biliyor, onlara güvenmiyordu. Yeni muhafız birlikleri kurmaya kara verdi. Bu amaçla Sekban-ı Cedid (Yeni Muhafızlar) birliğini kurdu. Bunların mevcudu 4.000 kadardı. Her yeni kuruluşa karşı olan Yeniçeriler bu kuruluşa da karşı çıktılar. Bu ocağın kaldırılmasını sadrazamdan istediler. İstekleri yerine gelmeyince kazan kaldırdılar (isyan ettiler). Sedaret (Başbakanlık) binasını kuşattılar. Alemdar Mustafa Paşa ve birlikleri direndi. Ancak Yeniçerilerin mevcudu çok fazla idi. (Bazı tarihçiler diktatörlüğe gidiyor diye özellikle yardım gönderilmediğini yazar). Saraydan yardım gönderilmeyince dirençleri kırıldı. Binanın her tarafını saran asilere teslim olmamak için Alemdar Mustafa Paşa mahsene indi, orada barut fıçıları vardı. Birini ateşledi. Binanın üstünde ve civarında bulunan Yeniçerilerle beraber kendi de havaya uçtu (15 Kasım 1808). Tarihçiler en az 300 Yeniçerinin öldüğünü yazar.

 

Bu olayı öğrenen Sultan II. Mahmut çok üzüldü, bu olaylara sebep olduğunu düşündüğü ve kafeste bulunan eski Padişah IV. Mustafa’nın derhal öldürülmesini emretti. 15 Kasım 1808 gecesi emir yerine getirildi. (IV. Mustafa, II. Mahmut’un üvey kardeşidir. İkisi de III. Selim’in yeğenleridir).

 

Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa ölmesine rağmen, Yeniçeriler tatmin olmamıştı. Sultan II. Mahmud’dan da Sekban-ı Cedid ocağının tamamen kaldırılmasını istediler. Yeni padişah mecburen bu isteği kabul etti. Çünkü şartlar müsait değildi. Yeniçerilerle hesaplaşmayı zamana bıraktı.

 

III. Selim’in 8 kadını (karısı), vardı. Ama tahta varis bir erkek çocuk verememişlerdi. Onun içindir ki, kendisinden 24 yaş küçük olan yeğeni Şehzade Mahmud’u çocuğu gibi sever, onu devlet idaresi ve reformlar konusunda eğitmeye çalışır, ona öğretmenlik yapardı. O nedenle II. Mahmut amcası III. Selim’den çok şeyler öğrenmişti.

 

Sultan II. Mahmut devletin kurtulması için amcasından öğrendiği reformların yapılmasının şart olduğunu biliyor ve bunlara inanıyordu. Amcası III. Selim’in ıslahat girişimi sonucu başına gelenleri de biliyordu. O acı günleri onunla beraber yaşamıştı. Onun için ilk icraatından biri kendisine sadık, güvenilir kişileri dikkatle seçti, ordu ve donanmanın kilit mevkilerine yerleştirdi. Devletin önemli dairelerine yine güvenerek seçtiği memurları yerleştirdi. Bunları yaparken çok dikkatli ve akıllıca davrandı. Yeniçeri ocaklarından yetişmiş  güvenilir kişileri yeniçerilerin başına ağa yaparak onları tedirgin etmedi. Asıl maksadını gizledi.(Ağa Yeniçerilerin başı anlamına gelir).

 

 

A)     GENEL DURUM

 

Sultan II. Mahmut, Osmanlının  içte ve dışta çok önemli sorunlarının olduğu dönemde padişahlık yaptı. Yaptığı ıslahatların önemini ve büyüklüğünü anlayabilmek için dönemindeki sorunları ve olayları kısaca gözden geçirelim.

 

·                   Padişah olduğunda Ruslarla sınır muharebeleri devam ediyordu. 1810 ‘da Ruslar ikinci defa Silistre kalesini kuşatmışlardı. 1811 ‘de Napolyon Ruslara savaş açınca Osmanlı sınırındaki Rus baskısı azaldı, bir rahatlama oldu. Ruslarla 28 Mayıs 1812 ’de Bükreş anlaşması yapıldı. Böylece savaşlarda bir duraklama dönemine girildi.

 

·                   Sultan II. Mahmut; eskiden olduğu gibi  döneminde de birleşik, İstanbul’dan idare edilen, Padişaha itaat eden bütün Hıristiyan Tebaa üzerinde mutlak hakim olan bir devlet istiyordu.

 

·                   Bağımsızlığa çabalayan hareketler, ister Anadolu Beyleri, ister keyfi hareket eden paşalar, isterse Rusların teşviki ile ayaklandırılan Hıristiyanlar olsun, mutlaka bastırılmalı idi. Devlet için bu bir zaruretti.

 

·                   Enerjik ve ne istediğini  çok iyi bilen bir hükümdar için Sırp meselesini de halletmek ön planda olmalı idi . Sırplar 9 senedir isyan halinde idi. Bu isyanlar bir türlü bastırılamamıştı. Rumerlideki 3. Ordu bunun için görevlendirildi. Önce Vidin alındı. Asilerin başı Karayorgi ve arkadaşları Avusturya’ya kaçtı. Sonra da barış imzalandı. Böylece, Sırp bölgesinde padişah otoritesi sağlanmış oldu.

 

·                   1821 ‘de Mora yarımadasındaki Rumlar isyan etmişti.Bu isyanı bastırmak için Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istendi. Mehmet Ali Paşa da oğlu İbrahim Paşa komutasında deniz ve kara kuvvetlerini görevlendirdi. Mora’ya güney sahillerinden çıktılar. Osmanlı ordusu da kuzeyden saldırınca Rum isyanı da bastırıldı.

 

·                   20-30 Senedir Osmanlı devletini uğraştıran Tepedelenli Ali Paşa olayı da vardı. Sultan II. Mahmut bunu da halletmeye kararlı idi. 

 

 

B)    TEPEDELENDİ ALİ PAŞA (Tepedelen 1774- Yanya 1822)

 

Ali Paşa Arnavut asıllı Müslüman bir aileye mensuptu. Tırhala ve Derbent mutasarrıfı (idarecisi) iken, 1787-1792 Osmanlı-Rus, 1789-1791 Osmanlı - Avusturya savaşlarında büyük yararlılıklar göstermiş, bölge eşkıyalarını sindirmiş, Pazvantoğlu İsyanı’nı bastırmış ünlü birisi idi. Fransızlar Preveze limanı civarına asker çıkardığında, onları da yenmişti. Bu başarılarından dolayı 1801 ‘de bölgeye Vali tayin olmuştu. Vali olunca ünvanı da Tepedelenli Ali Paşa oldu. Daha sonrada Rumeli Beylerbeyi oldu.

 

Merkezi otorite zayıflayınca bölge vali ve paşaları kendilerini daha kuvvetli ve bağımsız görmeye başladılar. Ali Paşa da bunlardan biri idi.  Arnavutluk ve Yunanistan’ın bir kısmını kendine bağladı. Kendisini “Yanya Sultanı” ilan etti. Ordusunu kuvvetlendirdi. Kendi başına buyruk hareket etmeye başladı. Bağımsız hareket eden mağrur bir paşa idi. Arnavutları etrafında topladı. Osmanlıya isyan halindeki Rumlara da haklar vererek, onları da yanına çekti.

 

Politik olarak da Fransa ve İngiltere ile temasa geçti. Bu hareket Osmanlının Balkan politikasına son derece büyük bir darbe idi. Osmanlı devleti kendisini sık sık uyardı. Buna rağmen söz dinlemedi. Sultan II. Mahmut kendisini görüşmek üzere İstanbul’a davet ettiği halde  davetleri de reddetti, İstanbul’a gelmedi.

 

Kendi  düşüncesine göre, Osmanlılarla savaşa girerse kendisini Rusya desteklerdi. Tepedelenli Ali Paşa’nın davranış ve tutumu Sultan II. Mahmud’u son derece üzmüştü. Kendinden önceki padişahları da çok üzmüştü. Sultan karar verdi bu meseleyi de kökünden halledecekti.

 

İstanbul’dan Hurşit Paşa ve Yusuf Paşa’yı yeterli birliklerle Tepedelenli’nin üzerine sevk etti. Savaş başladı. Tepedelenli Ali Paşa direniyordu. İlk muharebede oğulları Veli ve Muhtar esir alındılar. Onlar Anadolu’ya (Kütahya’ya) sürgün edildi daha sonra da idam edildiler.

 

Tepedelenli Ali Paşa bir müddet daha direndi,yardım da alamayınca Yanya gölü içindeki sarayına sığındı. Baskı devam edince teslim oldu. Mora bölge komutanı Mehmet Paşa konuşma sırasında hançerle onu öldürdü. Kafası kesilerek İstanbul’a gönderildi. Diğer bey ve paşalara ibret (örnek) olsun diye Topkapı Sarayı avlusunda teşhir edildi. Böylece 30 sene Osmanlıya kafa tutan asiden kurtulmuş olundu. Bu başarısı nedeniyle Sultan II. Mahmut kutlandı. Bir tarihçinin dediği gibi, mağrur olup kendinden başka kimseyi tanımayan, gurur uğruna hem kendi, hem de iki oğlu başlarını verdiler. Her halde mezar taşına “Hüvelbaki (yalnız Tanrı daimidir). Gurur insanın başına bunu getirir” (9) yazmışlardır.

 

 

C)    RUM PATRİĞİ V. GREGORIUS’UN İDAM EDİLME OLAYI (10)

 

1821 Mart ayında Mora yarımadasından, Rusya tarafından desteklenen Rumların isyan haberleri gelemeye başlamıştı. Bu isyanın Rum Patrikhanesi (İstanbul) ile de ilişkisi olduğu bilindiği için Şeyhülislam, Patrik, V. Gregorius ‘la bir görüşme yaptı. Onu ikaz etti. Sultan II. Mahmud’un da mesajlarını iletti. Patrik istekleri reddetti. Dolayısı ile uzlaşma olmadı. Rumlar ve Patrik yeraltı faaliyetlerine devam ettiler. (Daha önce bu gizli faaliyetleri nedeniyle 7 Rum Piskoposu Sadrazam tarafından hapsedilmişti).

 

Bunlarla beraber, ikazlar sonucu Pazar günü patrik kendisinin ve 22 ileri gelen Papazın imzasını taşıyan göstermelik Anathema (Kilisenin önemli kararları) bildirisini  yayınlayarak, isyancıları resmen kınadı, bazılarını aforoz etti. Ayaklanmalara karşı çıkılmasını istedi. Aksi halde “Cehennem’de yanacaklarını”(11) belirtti. Bunlar yetmedi.

 

Bütün bunlara rağmen Padişah, Patriğin bir oyun içinde olduğunu düşünüyordu. Çünkü isyancılar Patriğin köylüsü (Patras’lı) idi ve Patrikle gizli gizli mektuplaşıyorlardı. Bir çok mektupları yakalanmıştı. Ayrıca, Patriğin koruması altındaki Rum ve Sırp ailelerin Rusya’ya giden gemilere binerek kaçtıkları haberi de gelince, Gregorıus’un kaderi belli olmuştu.

 

22 Nisan 1821 günü öğleden sonra yaklaşan Paskalya için ayin yaparken, silahlı askerler (Muhafız cavuşlar) Patrikhaneye girdiler. Ayin biter bitmez Patriği ve yanındaki Piskoposlarla, Papazları yakaladılar. Kementleri boyunlarına geçirdiler. V. Gregorius’u Fener Patrikhane kapısının üstündeki çengele astılar. Patriğin cesedi 3 gün ibret olsun diye orada asılı kaldı. Yerine yeni bir patrik seçildi. Ünvanı tasdik edilmek üzere saraya gönderildi. İki yüksek rütbeli Papaz da İstanbul’un başka semtlerinde asıldılar.

 

Üç gün sonra Gregorıus’un cesedi indirildi. Hakaret olsun diye Yahudiler sürüyerek Haliçin sularına attılar.

 

Saray bir beyanname yayınlayarak, burada “Bu Rumlar Hıristiyan oldukları için değil, asi oldukları için cezalandırıldılar” ifadesine yer verildi. Ayrıca “Rum papazların çıkan isyanların başta gelen kışkırtıcısı ve destekleyicisi” oldukları bildirildi. Yabancıların kanaati ise, “Sultan II. Mahmut bu olaylarla Tebaasının ¼’ini kendisine düşman ettiği” (12) yolunda idi.

 

Patrikğin cesedi Haliç’in sularında çürümemişti. 1821 ’in Paskalya haftasında, İstanbul’dan Rusya’ya tahıl götüren gemi Haliç’ten geçerken bir tayfa cesedi gördü.Tören elbiseli olduğu için bunun Patrikğin cesedi olduğunu anladı. Gizlice cesedi gemiye alıp, Rusya’ya (Odesa’ya) götürdüler. Orada kendisine din uğruna canını verenlere uygun tören yapıldı. 50-60 sene sonra da Ruslar Ortodoks kilisesinin bağımsızlığını benimseyerek, Gregorius’un kemiklerini Yunanistan’a gönderdiler. (Patrik Gregorius’un kemikleri halen Atina’da Metropol Katedralinin girişindeki türbede ziyaret edilmektedir). Bu olay Ruslarla Rumlar arasında var olan dinsel ve siyasi birlikteliğin bir kanıtı olarak değerlendirilir.

 

 

D)    YENİÇERİ OCAĞININ KALDIRILMASI (17 Haziran 1826)

 

Yeniçeri ocaği, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş dönemlerinden beri var olan, orduyu oluşturan en eski yaya asker sınıfı idi.

 

Padişah I. Murat (Hüdavendigar1360-1389) döneminde Sadrazam Çandarlı Kara Halil Paşa tarafından devşirme usulü ile örgütlenmiş ve 1326 ’da ilk yaya daimi ordu olarak kurulmuştu. 350-400 sene üç kıtada Osmanlı sancağını dalgalandıran, sayısız zaferler kazanmış, döneminde dünyanın en güçlü asker ocağı idi. Eğitimlerinin temeli itaat, dayanıklılık, aclığa tahamüldü.

 

Ancak, Yeniçeri ocağı 1683 ‘den itibaren zayıflamaya, bozulmaya başlamış kötü idareler yüzünden aslî görevleri dışında ayaklanmaya (kazan kaldırmaya), vezir kellesi istemeye; bahşiş, ulüfe az verdi diye padişahları bile tahtan indirmeye teşebbüs etmiş, söz dinlemez topluluk haline gelmişti. Ayrıca orduyu kuvvetlendirmeye, modernleştirmeye batılılaştırmaya da en büyük engel yine Yeniçerilerdi. Doğru dürüst eğitim yapmazlar, harbe gitmek istemezler, meslekleri dışında işlerle uğraşır, bazen itfaiyecilik bile yaparlardı. Hele son zamanlarda işsiz güçsüzler, esnaf ve başı bozuklar ocaklara kayıt olup devletten maaş ve ulüfe alırlardı. 1811 ‘de İstanbul’dan Edirne yönünde cepheye gönderilen 13.000 Yeniçerinin Silivri’ye gelmeden firarlar yüzünden  mevcutları 1.600 kişiye düşmüştü. Bir tarihçinin yazdığı gibi, Yeniçeri ocağı “bir gurup ruhsatlı hayduttan başka bir şey değildi”, adeta sosyal bir bela haline gelmişti. Islahat yapmak isteyen Padişah Genç Osman’ı III. Selim’i, Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa ‘yı isyan sonucu öldürmeleri bunu  gösteriyordu.

 

Şehzadeliğinden beri büyük ıslahat idealleri olan Sultan II. Mahmut,  Yeniçeri ocağını ortadan kaldırmayı devamlı düşünüyordu. Bu işin kolay olmayacağını III. Selim örneğinden çok iyi biliyordu. İlk iş olarak kendisine sadık ve becerikli kişileri ordunun ve donanmanın kritik mevkilerine, devletin önemli noktalarına yerleştirdi. Ulemayı (din bilgini ve alimlerini) çeşitli yöntemler kullanarak yanına aldı. Yeniçerilerin başına yine kendi taraftarı olan Yeniçeri ağalarını tayin etti. (Eski çete reisi Yeniçeri ağası Kara Hüseyin Paşa ve Celalettin Mehmet gibi).

 

1823 ‘de Şeyhülislam konağında orduda yapılacak Hattı Şerif’i (islahat meclisini) kurdu. Bu mecliste üst düzey yetkililer, İstanbul kadısı, Yeniçeri ağaları da vardı. Hepsine Sultan II. Mahmut fikirlerini anlattı. Yeni ocağa gireceklerin haklarının kaybolmayacağı, haklarının korunacağı güvencesini verdi. Yine bu toplantıda ordunun eğitiminin Hıristiyanlar değil, Avrupa eğitimi almış Arapistan ve Mısır’dan gelen Müslüman öğretmenlerin eğitecekleri güvencesi verildi ve talimli yeni bir ordu kurulacağı fikrini de toplantıdakilere kabul ettirdi.

 

İlk olarak Yeniçeri ocaklarından 51 ortadan (100 kişilik Yeniçeri topluluğu) 150 ‘şer maksada uygun er seçildi. Toplam 7.650 kişiden oluşan Eşkinci adı altında yeni bir ocak kuruldu. Bunarın eğitimi için dışarıdan, Mısır’dan Davut Ağa getirildi.Bu suretle Avrupaî eğitim ve kıyafet orduya girmiş oldu. Ayrıca Şeyhülislam’ın “yeni talim ve elbiseler Avrupa değil, asri Müslüman kıyafetidir, bu yeni nizam Kurân’a ve Şeriata uygundur”.(13) Şeklinde  fetva yayınlaması sağlandı.

 

15 Haziran 1826 günü sadrazam tören kıyafetiyle, 4 talim öğretmenini ve 200 Osmanlı askerini yeni kıyafetleri (kordonlu ceket, setre-dar pantolon) ile eğitimin yapıldığı, Trampetlerin çaldığı Sultan Ahmet Meydanı’ndaki eğitim alanında  denetledi. Bu kıyafetler modern Avrupa kıyafeti idi.

 

18 Haziran 1826 Pazar günü II. Mahmut, Yeniçerileri yeni üniformalarını giyerek teftiş edeceğini de birliklere bildirmişti. Bu hazırlıkları takip eden Yeniçeriler Çarşamba akşamı tepki olarak At Meydanı’nda  (Sultan Ahmet Meydanı)  toplandılar. 5 ortadan gelen Yeniçeriler “Bu eğitim ve kıyafetlerden derhal vazgeçilmesini” istediler. Yakın kışlalardaki Yeniçeriler kazan kaldırmaya başladılar. Meydan toplanan binlerce Yeniçeri “Biz bu kafir eğitimi istemeyiz” diye bağırmaya, meydanın etrafındaki evleri, konakları, paşa konaklarını yağmalamaya, bazılarını da yakmaya başladılar. Karşı gelenleri ve bu fetvayı verenleri parçalayacaklarını bağıra bağıra söyleyerek saraya doğru yürümeye başladılar.

 

Sultan II. Mahmut önceden tedbir almıştı. Boğaz içinde kalelerdeki topçuları hazırlatmış şehrin kilit noktalarına ve eğitim alanı civarına sevk etmişti. Saraya yaklaşan Yeniçerileri Kara Hüseyin Paşanın yeni askerleri karşıladı ve durdurdu.

 

Şeyhülislam Mehmet Tahir Efendi, padişahın emriyle Sancak-ı Şerifi Sultan Ahmet Camii’nde açtı. Tellallar “Müslüman olanlar sancağı şerifin altında, Yeniçeri (asi) olanlar kazanların yanına gelsinler yollar tutuldu” diye devamlı bağırarak ikaz ediyorlardı. Bu olayları Sultan II. Mahmut Topkapı Sarayı giriş kapısı üstündeki odadan izliyordu. Durum çok gergindi. Yeniçeriler kendilerine güvenip zorlayınca çatışma başladı. Önceden mevzilenen topçular Yeniçerilerin üzerine ateş açtı. Yeniçeriler panikledi. Daha  disiplinli olan yeni askerler de saldırınca Yeniçeriler dağıldı. Topçular Yeniçerilerin kışlalarına da ateş etmeye başladı. Yüzlerce yeniçeri asisi öldürüldü. Kaçanları kovalayıp yakaladılar. Asileri koruyanların da cezalandırılacağı tehdidinde bulununca asiler kaçacak, sığınacak yer bulamadılar. Yakalananlar için 8 cellat görevlendirildi. Yakalananları derhal idam ediyorlardı. Tarihçilere göre o gün en az 6.000 Yeniçeri öldürüldü. 5.000’ni de sürgüne gönderildi.

 

Bu olay 300 yıldan sonra Hanedanla (sarayla) Yeniçeri ocağı arasındaki hesaplaşma idi. Osmanlı tarihinde Yeniçerilerin ortadan kaldırılması önemli kilometretaşı oldu. Bu olaya bu nedenle “Vakayı Hayriye” (hayırlı olay) dendi. 17 Haziran 1826 ’da İstanbul dahil bütün vilayetlerde Yeniçeri ocakları bir daha anılmamak üzere kapatıldı.

 

II. Mahmut Yeniçeri ocağı yerine Asakiri Mansureyi Muhammediye (Muhammedi’n Muzaffer askerleri) adında yeni bir askeri teşkilat kurdu. Bu yeni kurulan teşkilatla askerliğin modernleşmesine çalışıldı.

 

 

E)     NAVARİN BASKINI (20 Ekim 1827)

 

Navarin, Mora yarımadasının batısında Osmanlı İmparatorluğu’nun bir limanıdır.

 

1821 ‘de Mora’da isyan eden Rumları; Mısır’dan gelen İbrahim Paşa’nın denizden çıkardığı 16.000 askeri güneyden, Osmanlı ordusu da kuzeyden saldırarak bastırmıştı. İsyan bastırılınca Avrupalılar, çoğu kez yaptıkları gibi “Osmanlılar Hıristiyanları kesiyor” kışkırtması ile ayağa kalktı. Rum isyanını dinî amaçla destekleyen Rusya, siyasî nedenle destekleyen Fransa ve İngiltere bu isyanı Osmanlıların bastırmasını hoş karşılamadı.

 

Sultan II. Mahmut Yeniçeri ocağını  kaldırmıştı ve  yeni kurulan orduyu güçlendirme çabası içinde idi. Yani ordu kuruluş aşamasında  donanma da Navarin’de idi

 

Rusya, İngiltere ve Fransa 6 Temmuz 1827 ‘de Londra’da, Yunanlılara “muhtariyet” vermek için anlaştılar. Kararı bir nota ile Yunanlılara ve Osmanlıya bildirdiler. Yunanlılar bunu memnuniyetle karşıladı. Osmanlı ise bu notayı ret etti. Birinci nota ret edilince, diplomasi gereği Osmanlı devletinin ikaz edilmesi gerekirken, hiçbir ikazda bulunmadan  ve resmen savaş ilan etmeden müttefik donanması 20 Ekim 1827 ‘de Navarin limanında bağlı, yelkenleri inmiş, mürettebatı karada olan Osmanlı donanmasına baskın yaparak, üç buçuk saat top atışına tuttu ve imha etti. Bu baskında 52 gemi battı, 6.000’e yakın denizcimiz şehit oldu.. O tarihlerde dost görünen Fransızların yaptıkları Osmanlıya çok acı geldi.

 

Navarin faciası sonunda Osmanlı İmparatorluğu müttefik devletleri protesto ederek tazminat istedi. Saldırganlar bunu ret ettiler. Bu yetmiyormuş gibi, Londra anlaşması ile Rum asilerine af çıkarılmasını sağladılar. (Şimdi PKK’ya istedikleri gibi). Bu da yetmedi, fırsatı kaçırmak istemeyen Ruslar, Ortodoks Rumlara zulüm yapıldığı “Müslüman Taassubu ve barbarlığı”nı bahane ederek, donanması imha edilmiş, Yeniçerinden sonra yeni ordu kurma telaşında olan Osmanlıya 26 Eylül 1828 ‘de harp ilan ettiler.

 

 

F)        MORA İSYANI VE YUNANİSTAN’IN BAĞIMSIZLIĞI (24 Nisan 1830)

 

Sultan II. Mahmud’u saltanatı döneminde en çok üzen olaylardan biride Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmasıdır. Yunanistan, İstanbul’un fethinden hemen sonra Venediklilere karşı ileri üs olarak görülmesi nedeniyle Fatih Sultan Mehmet tarafından 1458 de önce Atina ve Mora alınarak sancak ilan edilmiş, daha sonra 12 Temmuz 1470 ‘de tamamı Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına katılarak bir eyaleti yapmıştı.

 

Coğrafi olarak Akdeniz’e uzanan Yunan yarımadası Akdeniz’e inmek isteyen bütün kuzey devletlerinin ilgisini çekmiştir.

 

Tarih boyunca Rusların en büyük hayali Akdeniz’in sıcak sularına inmekti. İstanbul ve Çanakkale boğazlarından inemeyeceklerini bildiklerinden, dikkatleri hep Balkanlar ve Yunanistan üzerinde idi. Balkan halklarının çoğunlukla Ortodoks olmaları, Rusların da Ortodoks kilisesinin koruculuğuna soyunması bu düşünceyi cazip hale getiriyordu.

 

Rus Çariçesi Katarina’nın “Grek Projesi” vardı. Bu proje “eski Bizans İmparatorluğu’nu Ortodoks kilisesi etrafında toplamaktı.” Bu proje dinî ve tarihîi esaslara dayanıyordu. Bunu gerçekleştirmek için Ruslar, Balkanlar ve Mora ile her zaman ilgilenmişlerdi.

 

Çariçe Katarina iktidarı döneminde (1762-1792) Gregori Orlof’la kardeşi Aleksi Orlof’u bu proje için görevlendirmişti. Bu kardeşler yanlarına Rus papazları alarak Mora’ya gitmişler, Ortodoks Rumları Osmanlı idaresine karşı isyana davet etmişlerdi.Bunların telkin ve vaatlerine uyan Rumlar isyan etmiş ise de Osmanlı idaresi zamanında aldığı tedbirlerle isyanı kısa zamanda bastırmıştı. Rusların arzu ettiği büyüklükte bir isyan olmamıştı.Mora’daki isyan girişiminde başarılı olamayan Aleksi Orlof  Rus donanmasını tahrik ederek, Çeşme ‘de demirli bulunan Osmanlı donanmasına 10 Temmuz 1770 ‘de saldıtarak büyük kayıplar verdirmişti.

 

Sultan II. Mahmud’un saltanatı döneminde, Ruslar başarılı olamadıkları önceki Mora planını-projelerini yeniden yürürlüğe koydular.

 

Merkezi Rusya (Odesa’da) da bulunan Etniki Eterya adlı Rum gizli cemiyetinin ajanları ve Rus papazları Mora’ya giderek köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Rum halkını Osmanlı idaresine karşı isyana teşvik ettiler. Başpiskopos Germanes’in yönettiği onbin Rum asi gurubu Patras kalesini kuşatarak Yunan ayaklanmasını fiilen başlattı ve 5 Ekim 1821 ‘de de Patras kalesini ele geçirdiler. Kale içerisinde yaşayan 8.000 kadar Türkü kılıçtan geçirdiler. Civardaki Türk köylerini ve kendilerine yardım etmeyen Hıristiyan  Rum köylerini yaktılar. Kendi kendilerine 13 Ocak 1822 ‘de geçici Yunan hükümetini kurdular.

 

Bu vahim olay karşısında Osmanlı hükümeti harekete geçti. Bu ayaklanmayı bastırmaya derhal karar verdi. Osmanlı hükümeti kendi öz kuvvetlerini Balkanlarda hazırlarken, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. Mehmet Ali Paşa yardım edeceğini, karşılık olarak da Girit ve Mora valiliğini istediğini bildirdi. Şartları Sultan II Mahmut kabul edilince oğlu İbrahim Paşa’yı bu hareket için görevlendirdi.

 

İbrahim Paşa 54 harp gemisi, 16.000 asker 150 sahra topu ve bunları taşıyacak bir çok Ticari gemi ile Temmuz 1824 ‘de İskenderiye limanından hareket etti. Osmanlı donanması Rodos açıklarında idi. İki donanma Rodos’ta birleşti. Birleşik donanma hava şartlarını ve kışı geçirmek üzere Girit adası limanlarına gitti.

 

Müşterek donanma ilk baharda Mora yarımadasındaki Modon sahiline yanaştı, karaya çıkan askerler kuzeye doğru harekata başladı. Osmanlı ordusu da başkomutan Mehmet Paşa komutasında kuzeyden güneye doğru inmiş, Misolongi kalesini kuşatmıştı. Güneyden gelen İbrahim Paşa kuvvetleriyle burada birleştiler.

 

Osmanlı ordusu güneye inerken Fransa’dan Rumlara yardım için gelen gönüllüler ve Albay Faviye kuvvetlerini de mağlup ederek ortadan kaldırdılar.

 

Birleşik Osmanlı kuvvetleri Atina’yı alınca isyanı tamamen bastırmış oldu. Mora isyanın bastırılması Avrupa’yı ayağa kaldırdı. “İbrahim Paşa ve Osmanlı kuvvetleri adadaki tüccar, diplomat ve Hıristiyanları kesiyor, barbarlık yapıyorlar” probogandası yoğun şekil yapılmaya başladı.

 

Avrupa devletlerinin Mora için siyasi düşünceleri çok farkı idi. İngilizler, Rusya’nın Akdeniz’e inmesini istemediği için kuvvetli bir Yunan devletinin kurulmasını istiyor. Fransa, Mora isyanını destekleyerek Osmanlı ordusunu oyalamasını kendisinin Mısır ve Afrika’da serbest kalmasını istiyor. Ruslar da Mora isyanından, Ortodoks  halkın desteği ile Akdeniz’e inmek istiyordu.

 

İngilizler, Mora’daki askeri harekatın durdurulması için Osmanlı hükümetine nota verdiler. Bu notada Rum asilerinin af edilmesi de  vardı. Osmanlı hükümeti bu notayı dikkate almadı.

 

6 Temmuz 1827 ‘de Londra’da İngiltere, Rusya, Fransa kendi aralarında anlaşma yaparak “Bağımsız Yunan devletinin” kurulmasını kabul ettiler. Osmanlı hükümeti iç işlerine müdahale olduğu için bunu kabul etmedi.  Mora’nın işgal edilmesi ve notaların ret edilmesine misilleme olarak Akdeniz’deki müttefik donanma (İngiliz-Fransız-Rus) Navarin’de bağlı, yelkenleri inmiş Osmanlı donanmasına baskınla saldırdı. (Bkz. III/E.)

 

Sultan II. Mahmut Yeniçeri ocağını kaldırmış, yeni bir ordu kurup onun teşkilatı ve eğitimi ile uğraşırken Rus Çarı I.Nikola 26 Eylül 1828 ‘de Osmanlı devletine harp ilan etti. Böylece 1828-1829 Osmanlı Rus Harbi başlamış oldu. Bu harp iki cepheli idi. Rus kuvvetleri doğuda Kafkasya’dan Erzurum ve Bayburt’a, Batıda Tuna boylarından Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz’a kadar ilerlemişti. (Bkz. III/G).

 

Bu durumun karşısında Osmanlı hükümeti Başkent İstanbul’u koruma telaşına düştü. Daha dün Osmanlıya saldıran İngiliz ve Fransızlar da Rusların tek başlarına İstanbul’u almamaları için araya girerek 14 Eylül 1829 ‘da Edirne Anlaşması imzalandı. Osmanlı hükümeti bu anlaşmayı çok zor şartlarda imzalamak zorunda kaldı. Çünkü bu anlaşmanın bir maddesi de “Yunanistan’ın istiklalini” tanıma, kabul etme idi. Osmanlı hükümeti 24 Nisan 1830 ‘da anlaşmayı kabul ederek tasdik etti.

 

Yunanistan, Valas-Aro körfezleri arasından çizilen hattın güneyinden kalan topraklar ile Egriboz, Spiros, Siklat adalarından oluşuyordu. 850.244 kişilik nufusla Yunan devletini kurdular. Bu topraklar resmen Osmanlı idaresinden ayrılmış oldu..

 

1832 ‘de üç büyük devlet (İngiltere-Fransa-Rusya) korunmasında “Yunan bağımsız devleti” kuruldu. Bavyeral Prensi Otto kral olarak tayin oldu. 1834 ‘de Atina başkent oldu.

Böylece, 380 sene Osmanlı idaresinde yaşayan Yunanistan, Sultan II. Mahmut döneminde ayrılmış oldu.

 

 

G)    1828-1829 OSMANLI RUS HARBİ

 

Bu savaş Sultan II. Mahmud’u en çok üzen olaylardan biridir. Çünkü Sultan daha güçlü bir ordu kurmak için ortadan kaldırdığı Yeniçeri ocağının yerine kurduğu ordunun (Asakırı Mansureyi Muhammediye) teşkilatlanma ve eğitimlerinin tamamlanmadığı, müttefik donanma tarafından Navarin’de yakılan donanmanın yerine yeni teşkil edilen donanmanın eksiklerinin giderilmediği bir zamanda; Eflak-Buğdan ile ilgili isteklerini yenileyerek, İstanbul ve İskenderiye limanlarını kuşattıktan sonrada Rus çarı Nikola’nın  26 Eylül 1828 ‘de Osmanlıya harp ilan etmesi söz konusu olmuştu. 

 

Bu harp iki cepheli idi. Doğuda Kafkaslardan Erzurum istikametine, Batıda da Tuna boylarından Trakya istikametine Rus taarruzu şeklinde savaş gelişmişti.

 

Batı cephesinde; Ruslar, Silistre ve Bükreş bölgelerinde büyük direnişlerle karşılaştılar. Ancak 28 Haziran 1829 ‘da Silistre kalesi, 2 Ağustos 1829 ‘da Edirne ve Kırklareli Rusların eline geçti. Rusların Kazak süavileri Lüleburgaz - İpsala - Enes hattında görünmeye başlayınca, İstanbul’u koruma telaşı başladı. Sultan II. Mahmut 10 Ağustos 1829 ‘da Sancak-ı Şerifi açtırdı ve Ramis Paşada kurulan karargaha kadar geldi.

 

Doğu cephesinde; harp ilan etmeden 7 Temmuz 1828 ‘de Kars, 27 Ağustos 1828 ‘de Ahıska, daha sonrada 2 Temmuz 1829 ‘da Erzurum Rusların eline geçti ve Rus kuvvetleri Bayburt’a kadar ilerlediler. 14 Eylül 1829 ‘da Edirne anlaşması yapıldı.Bu anlaşma ile de, Anapa kalesi dahil Çerkezistan, Tuna ağzındaki adalar, Ahıska, Ahilbelek sancakları Ruslara bırakılıyordu. Eflak-Buğdan serbest kalıyor, Sırbistan’a imtiyaz tanınıyor, Yunanistan’ın istiklali kabul ediliyordu. 11 Ekim 1829 ‘da yapılan ikinci anlaşma ile de Ruslar işgal ettikleri Bayburt, Muş İspir, Oltu, Narman’dan çekiliyorlardı. Bu savaş sonunda Osmanlı devleti 11,5 milyon altınlık harp tazminatı ödemek durumunda kaldı. 1828-1829 Rus-Osmanlı Savaşı, Osmanlı tarihinin şartları en ağır yenilgilerin biri olarak geçti.

 

 

H)    KAVALALI MEHMET ALİ PAŞA İSYANI

 

Osmanlı İmparatorluğu Fransızları Mısır’dan çıkarmak için oraya asker sevk etmişti. Arnavut birliği ile gidenler arasında Mehmet Ali adında Arnavut asıllı bir subay da vardı. Bu subay çalışkanlığı, cesaret ve hırs ile kısa zamanda kendini gösterdi ve 1805 ‘de Mısır’a vali tayin edildi. Daha sonra Sultan II. Mahmud’un isteği doğrultusunda Hicazda isyan eden Vahabilerin üzerine gitti ve isyanı bastırdığı gibi, Mekke-Medine’yi de koruma altına aldı

 

Mehmet Ali Paşa Mısır’da Fransız usulü eğitimle modern bir ordu kurdu. Donanmasını da güçlendirdi. Kısa zamanda kuvvetli ve modern bir orduya sahip oldu.

 

Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa’nın Mora’daki hizmetlerine karşılık Suriye valiliğini de istiyordu. Sultan II. Mahmut bunu kabul etmedi. Anlaşma sağlanamayınca İbrahim Paşa da 1831 Kasımında Gazze Çölü- Kudüs ve Yafa’yı işgal etti. Sultan II. Mahmut bunun üzerine Mehmet Ali Paşa  ve oğlu İbrahim Paşa’yı asi ilan etti. Mehmet Ali Paşa da bu yerleri hizmetleri karşılığında aldığını iddia ederek, asiliği ve ihaneti ret etti. 

 

İbrahim Paşa’nın geriye çekilme niyeti yoktu. Yeniden yola koyuldu. Toroslara kadar geldi. 1832 ‘de İbrahim Paşa’nın ordusu Konya’da Osmanlı ordusunu yendi. Sadrazamı da esir aldı. Paşa ileri harekata devam etti ve 1832  Şubat ayında Kütahya’ya ulaştı.

 

Bu beklenmedik gelişme karşısında Sultan II. Mahmut telaşlandı. Devlet ileri gelenlerini toplayarak Başkenti (İstanbul’u) korumanın çareleri arandı. Çare bulunamayınca daha dün savaştığımız ve ağır yenilgi aldığımız Rusya’dan yardım istemeye karar idi. Ruslar “memnuniyetle”  bu teklifi kabul etti.

 

20 Şubat 1833 ‘de Ruslar 10 savaş gemisi ve Rus çevik kuvvetleri boğazın doğusundaki Hünkar  İskelesi civarında ordugah kurdular. Bir kısım Rus askeri de Büyükdere bölgesine yerleşti. Gelen Rus asker miktarı 30.000 civarında idi. Ruslardan yardım isteme, ulema sınıfını çok tedirgin etti ve homurdanmalar başladı.

 

Rusların boğaza yerleşmesine İngiliz ve Fransızlar da tepki gösterdi. Fransızlar ayrıca Nota vererek gerekçesini sordular. Sultan II. Mahmut; “çaresiz kaldık, denize düşen yılana sarılır” cevabını verdi. Bu durumdan, endişe duyan İngiliz ve Fransız donanması Çanakkale boğazını geçerek Marmara’ya girdi.

 

Fransızlar, Osmanlı devleti ile İbrahim Paşa arasında arabuluculuk yapmak istedi. İbrahim Paşa arabuluculuğu kabul etti. 5 Nisan 1833 ‘de Kütahya Anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre II. Mahmut, Mehmet Ali Paşa’nın Girit ve Mısır Valiliğini kabul edecek, İbrahim Paşa’ya da Şam-Halep-Adana valiliği verilecekti. Böylece bu anlaşmadan Mehmet Ali Paşa çok karlı çıktı...

 

İbrahim Paşa Anadolu’dan ordusunu çekince Ruslarla ,Osmanlılar 8 Temmuz 1833 ‘de Hünkar İskelesi Anlaşmasını imzalandı. Bu anlaşma sekiz yıllıktı. Karşılıklı güven ve yardımlaşmaya dayalı idi. Gizli maddesinde Rusların haberi olmadan Çanakkale boğazından yabancı gemiler girmeyecek, Karadeniz’e çıkmayacaktı. Dolayısı ile Osmanlı Rusları koruyacak, bu anlaşma gereği de Rus askerleri boğazları terk edecekti. Rus askerileri 9 Temmuz 1833 ‘de çekilmeye başladı. 12 Temmuz 1833 günü çekilme tamamlandı. (Hammer tarihi 374-78)

 

Sultan II. Mahmut hasta olmasına rağmen, ıslahat onda bir tutku haline gelmişti. Yabancı ordu (Avusturya, Rusya, İngiltere, Fransa) subaylarını Beyoğlu ve Üsküdar’daki kışlalara davet edip tatbikatları izletti. Gösterişli resmi geçitler, törenler yaptırdı (1837). Padişahın elinde iyi yetişmiş 40.000 süvarisi vardı. Ancak topçusunun takviyeye ihtiyacı vardı.

 

Sultan II. Mahmud’un 1838 ‘de Tüperkuloz ve siroz hastalığı yeniden artı.Buna rağmen yeni ordusuna güveniyor, ondan zafer bekliyordu. Mısır kuvvetlerini Suriye’den atmaya kararlı idi.  Nisan 1839 ‘da Hafız Paşa komutasındaki orduyu Halep’e sevk etti. Hafız Paşa’nın yanında danışman Prusya ordusundan Kur. Bnb. Moltke de vardı. İki ordu 24 Haziran 1839 ‘da Nizip’te karşılaştı. Osmanlı ordusu hiç beklenmedik yenilgi aldı. Hezimete uğradı, çok sayıda  şehit verdi. Ordu dağıldı. Moltke kurtulanlar arasında idi.

 

Sultan II. Mahmut, bu faciayı öğrenmeden, 30 Haziran 1839 ‘da Çamlıca ‘da kız kardeşi Esma Sultanın evinde vefat etti.  Yerine büyük oğlu 16 yaşındaki Abdülmecit padişah oldu.

 

Daha Nizip muharebesinin mağlubiyet haberi İstanbul’a gelmeden, Hünkar kayıklarında kürek çeken sonra da paşa olan Kaptan Ahmet Fevzi Paşa (Firarî lakaplı) Osmanlı donanmasının büyük kısmını (9 Harp gemisi 11 Fırkateyn’i)  Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’ya İskenderiye’de teslim etmişti. Bu ihanete Çanakkale’de bulunan Fransız amirali Lalande’nin etkisi olduğunu tarihler yazar.(Hammer tarihi 9. cilt sayfa: 185-393)

 

Abdülmecit padişah olunca, elinde ne ordu ne de donanması vardı. Sadece eyaletlerde bölgesel kuvvetleri bulunuyordu.

 

 

IV.    ISLAHAT HAREKETLERİ

 

A)     SULTAN II. MAHMUD’UN ANA SİYASİ FİKİRLERİ

 

Sultan II Mahmut çok zor şartlarda padişah olmuştu. İçte ve dışta çok büyük olaylar vardır. Balkanlarda isyanlar, Rusya ve Avusturya ile sınır savaşları, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın tehditleri, Mora isyanı, Yunanistan’ın istiklalini kazanması gibi... Bir yabancı tarihçi o zamanki Osmanlının durumunu, “Direkleri, yelkenleri tamire muhtaç tayfalarını değiştirmeye ihtiyaç duyulan bir gemi”  olarak niteliyordu. Sultan II. Mahmut da böyle düşünüyordu.

        

Bütün olumsuzluklarına rağmen, Sultan Mahmut şehzadeliğinden beri tasarladığı, Amcası III. Selim’in yarım kalan ıslahat hareketlerini tamamlamayı şiddetle arzu ediyordu.

 

         Sultan II. Mahmud’un Kurmayı arzu ettiği devlet yönetimin ana esasları şöyle idi:

 

·                   Avrupa’nın teknik medeniyetini en az onlar derecesinde öğrenip uygulamaz isek bizi Avrupa’dan atarlar, geldiğimiz Anadolu’ya döneriz.

 

·                   Çevremiz düşmanlarla çevrili olduğu için ordumuzu ve donanmamızı en üstün seviyede tutmaya mecburuz.

 

·                   Orduyu ne padişah olarak iç siyasette kullanacağız, ne de politikaya müdahalesine izin vereceğiz.

 

·                   Ordu kayıtsız şartsız Sadrazama (Başbakana) bağlı ve onun emrinde olacak. (Ancak) her zaman başkumandan padişahtır.

 

·                   Ordunun ve donanmanın fiilen başkumandanları Serasker ile Kaptanı Derya kabineye vezir/bakan sıfatı ile katılacaklardır. Onların dışında hiçbir subay politika ile uğraşmayacaktır”.

 

II. Mahmut bu düşüncelerle ıslahat hareketlerine başladı ve bütün yeniliklere karşı çıkan, engel olan Yeniçeri ocağının kaldırılmasına karar verdi.

 

Sultan II. Mahmut 1826 ‘da Yeniçeri ocağı kaldırılınca, yerine Asakiri Mansureyi Muhammediye (Muhammed’in Muzaffer askerleri) adı altında yeni bir askeri ocak kurdu. Başına da Yeniçerilerin kaldırılmasında çok emeği geçen Ağa Kara Hüseyin Paşa getirildi.

 

Sultan II. Mahmut daha geniş çapta ıslahat yapabilmek için Sadrazam ve vezirlerini, sarayın Kubbealtı’nda topladı. Yapacağı reformları ve fikirlerini onlara açıkladı. Öncelikle Tebaası arasında müslim- gayrimüslim farkı gözetilmeyeceğini açık ve net olarak şu sözlerle dile getirdi: “Tebaamda Müslümanları Camide, Hıristiyanları Kilisede, Musevileri Havrada tanımak isterim” dedi.

 

Islahat projeleri hazırlanıncaya kadar vezirlerini dışarıya bırakmadı. Sarayda misafir etti. Bu toplantı sonunda askeri, idari, adli, zirai ve ticari  raporlar hazırlandı. Askerî ıslahata öncelik verildi.

 

 

B)    ASKERÎ REFORMLAR

 

Yeni kurulan askeri birliklerin eğitim ve kıyafetleri Avrupaîi idi. Askerin kıyafeti kırmızı ceket, setre (dar) pantolon ve fes. Fes giyme o devirde modernleşme simgesi (işareti) idi.

 

Fes’in adı Fas şehrinden gelmesine rağmen Tunus’un milli baş örtü giysisidir. Kırmızı cuhadan yapılmaktadır. Sultan II. Mahmud’un müslüman topluma peygamberlerin, Padişahların ve ülema sınıfının baş giysisi kavuk ve sargı kaldırıp yerine fes giydirmesini Ülema ve Hoca  sınıfı hoşkarşılamamış. Kışkırtmalarla Arnavutluk, Makedonya ve Bağdat’ta isyanlar çıkmış. İstanbul’un Beyoğlu semtinde yüzlerce ev yakılmış olmasına rağmen Sultan II. Mahmut kararından dönmemiş, modern giysi ve fesi giydirmiştir.

 

25 Kasım 1925 senesinde çıkarılan Şapka kanunu ile fesin yerine şapka giydirilmişti. Bu seferde bir zamanların modern giysisi sayılan fes gericiliği, şapka ilericiliği temsil eder oldu. Şapkaya tepki olarakta Sivas, Maraş, Erzurum ve Sinop’ta olaylar oldu.

 

Tunus’tan acele 50.000 adet fes getirtildi. Feshaneler, fabrikalar kuruldu. Fes giyme önce asker, daha sonra devlet memurları, 1829 sensi sonuna kadar da bütün vatandaşlar için mecburi hale  getirildi.

 

Yeni orduyu eğitmek için Fransa’dan öğretmenler getirtildi. Askere alma belirli esaslara bağlandı, vilayetlerde askerlik şubeleri açıldı. Askerlik müddeti 5 yıl olarak belirlendi.

 

Her biri 30.000 kişiden oluşan 5 yeni ordu kuruldu. Bu orduyu yabancı öğretmenlerle eğitmek mümkün değildi. Yerli okullar açılıp zabit (subay) ihtiyacının karşılanması gerekliydi. Bunun için 1830 ‘dan itibaren askeri okul ihtiyacı duyuluyor, tedbir aranıyordu. Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyan hareketi bunu geciktirdi.

 

Sultan II. Mahmud’un başyaveri Namık Paşa, Avrupa’ya birkaç kez gitmiş tecrübeli bir komutandı. Kendisi bir kere daha ve bu defa yabancı subay okullarını incelemesi ve bizde uygulanabilmesi için tetkike gönderildi. O dışarıda bu incelemeleri yaparken içerde de bazı hazırlıklara başlandı.

 

1831 ‘de Ahmet Fevzi Paşa (firari) Selimiye kışlasında bulunan 4 alay ve 2 tabur askerden zeki, gösterişli ve terbiyeli erleri seçip sübyan bölüğü kurdu. Mevcutları 400 kişi kadardı. Bunlara ilk, orta ve lise dersleri verilerek yetiştirildiler. 1834 ‘de Maçka Kışlası’nda hazırlanan okula nakledildiler. Bu sübyan bölükleri harp okulunun çekirdeğini oluşturdu. Böylece Namık Paşa ile Ahmet Fevzi Paşa 1834 yılında beraber ilk askeri okulu kurmuş oldular: Orduya subay yetiştirecek Mektebi Harbiyeyi Şahane (Harp Okulu) açılmış oldu. Sezerli Yusuf Paşa zade kaymakam (yb) Mazharbey 1834’de Harp Okulu’na müdür olarak tayin oldu.

 

Ayrıca;

 

·                   Avrupa’daki yenilikleri takip edebilmek içinde yurt dışına öğrenciler gönderilmeye başlandı.

 

·                   Selimiye kışlası ahşaplı-taş kışla olarak yeniden yapıldı.

 

·                   Taksimdeki Taşkışla ve Davut Paşa kışlaları tamamlandı.

 

·                   29 Haziran 1827 ‘de yerli tüfek üretimine merasimle başlandı. Dolmabahçe civarında silah fabrikaları kuruldu.

 

·                   Ordunun barut ihtiyaçları dışarıdan temin ediliyor, fakat çoğu bozuk çıkıyordu. Yerli üretim için Yeşilköy civarında Baruthaneler kuruldu. Bu fabrikaların başına da (Arakel Amira Dad)  Barutçu başı olarak atandı.

 

Özetle; örf ve adetlerimize zarar vermeyen faydalı ne görüldü ise Batıdan alınmaya çalışıldı. Özellikle teknik konular seçildi.

 

 

 

C)    MÜLKÎ REFORMLAR

 

Sultan II. Mahmut Saray geleneklerinde değişiklikler yaptı. Sarayda Avrupai davranışlar başladı. Masa, sandalye, porselen, tabak, çatal, kaşık kullanılmaya başlandı. Kıyafetler modernleştirildi.

 

1831 ‘de devletin insan ve servet durumunu belirlemek için nüfus sayımı (yalnız erkekler için) yapıldı. Sayımda 8 Milyon Müslüman, 4 milyon Hıristiyan tesbit edildi.

 

1831 ‘de Takvimi Vekaiye (olayların takvimi) adlı gündelik ilk Osmanlı gazetesi çıkarıldı. Gazeteler, padişah fermanları, takvimler 4 dilde de yazılıyordu: Arapça, Rumca, Ermenice ve Fransızca .

 

Fransızca öğrenme modası Osmanlıda hızla yayıldı.. Nerdeyse Fransızca ikinci lisan gibi olmuştu. Sultan II. Mahmud’un oğulları Abdulmecid ve Abdülaziz özel Fransızca dersleri almaya başladı.

 

Yurt dışına özellikle Paris, Londra ve Viyana’ya daimi elçiler gönderilip yenilikler izlenmeye devam edildi. Bu dönemde idari alanda yapılan öteki başlıca yenilikler özetle şunlardır:

 

·                   İstanbul’da bol miktarda kilise yapılmaya başlandı. 1833’ de düzenli Posta Teşkilatı ve 1835 ‘de bugünkü anlamda Hariciye Nezareti ve Teşkilatı kuruldu.

 

·                   Bol bol Av partileri düzenlenerek Avrupalılar İstanbul’a davet edildiler.

 

·                   25 Ocak 1835 ‘de İngiliz sarayında verilen baloya İstanbul’dan Saray Bandosu gönderildi. Valsler, dans müzikleri çalındı. Baloyu Osmanlı Başkumandanı (Serasker) Fransız sefiresini dansa kaldırarak açtı.

 

·                   1836 ‘da yine bugünkü anlamda Dahiliye, Adalet, Maliye bakanlıkları kuruldu.

 

·                   1838 ’de “ Sadaret” ismi Başveklet olarak değiştirildi ve böyle kullanılmaya başlandı.

 

·                   Resmi dairelere, Sultan II. Mahmud’un setre pantolonlu, fesli ve kısa kesilmiş sakallı resimleri asıldı.

 

·                   Resmi dairelerde setre pantolon ve fes giyilmesi adet haline geldi.

 

·                   1836 ‘da 1 km. uzunluğundaki Haliç Köprüsü açıldı. Sultan II. Mahmut Avrupaî saltanat arabası ile köprüden ilk geçen oldu.

 

·                   Bir fermanla, ilköğretimin zorunlu ve parasız olduğu ilan edildi.

 

·                   Bugnkü Galatasaray Lisesinin karşısında (Mikail Nauma Efendi tarafından) ilk tiyatro binası açıldı.

 

·                   Yabancı eserler Türkçe’ye çevrilmeye başlandı. Vilayetlerde Rüştiyeler (Ortaokul) açılması için emirler verildi.

 

·                   Türk bayrağı, kırmızı zemin üzerine hilal ve 8 köşeli yıldız oldu. (29 Mayıs 1936 Türk Bayrağı Kanunu ile bayrağımızın bugünkü şekli ve ebatları kabul edildi.)

 

·                   1850 ’de Fransız hukukuna uygun Ticaret Kanunnamesi yürürlüğe girdi. (14)

 

 

D)    İDARÎ REFORMLAR

 

Daha önce Osmanlı idaresi Rumeli Beylerbeyliği ve Anadolu Beylerbeyliği olarak ikiye ayrılıyordu. Ayrıca, Topraklar eyaletlere, eyaletler de liva ve sancaklara bölünmüştü.

 

Eyalet valileri hükümdar gibi idiler, idam cezası, vergi toplama ve askere alma gibi çok önemli görevleri ve yetkileri vardı. Bu alanda başlıca şu reformlar yapıldı:

 

·                   Sultan II. Mahmut, valilikleri Babıali’ye (Sadrazama) bağladı. Valileri devletin en büyük mülkî amirleri haline getirdi, yani devletin memuru yaptı.

 

·                   Anadolu’daki 18 eyalet 4 indirildi. Bu teşkilatta Mustafa Reşit Paşa Fransa’daki örnekleri alarak uygulamaya çalıştı. Vilayetlerde il idare meclisleri kuruldu. Bunlar seçimle yapılıyordu. Dolayısı ile Osmanlı halkı ilk defa seçimle tanışıyordu.

 

·                   Vilayetlerde  şer’i mahkemeler yanında karma mahkemeler de kurulmaya başlandı.

 

·                   Yeni uygulama ile emlak alım, satım ve tasarrufu hakkındaki kanunlara “tüm tebaa için eşittir” maddesi eklendi. Yabancı devletlerle yapılacak anlaşmalarla (mütekabiliyet esası)  yabancılara da emlak tasarrufu için izin verilmesi yeni esaslara bağlanmış oldu.

 

·                   Tanzimat’a kadar din değiştirmede idam cezası vardı. Bu ceza kaldırıldı.Ayrıca azınlıklar için ayin yapma serbestini getirildi.Din için zorlama, eziyet etme tamamen kaldırıldı.

 

·                   Vilayetler teşkilatı, sancak-kaza nahiye adı altında üçlü  idari teşkilata dönüştürüldü. Vali hepsinin idarî amiri oldu.

 

·                   Sultan II. Mahmud’un askerî, idarî ve hukukî alanlarda yaptığı bu reformları hazmedemeyenler çoktu. Sultanın sarayda ve kıyafette yaptıkları yenilikler, kız kardeşi Esma Sultan’ın modern giyimli kızı ile kışlaları, askerleri denetlemesi nedeniyle; bunlar, Halife olmasına rağmen Sultan II. Mahmud’a “Gavur Padişah” damgasını vurdular.

 

1837 senesinde Sultan II. Mahmut Haliç Köprüsünden geçerken,  Kıllı Şeyh adlı derviş Sultana saldırarak “Gavur” diye bağırmıştı. Dinsizliğin için Allah’a hesap vereceksin deyince Sultan kendisine “delirmiş bu adam” diye cevap verdi. Şeyh yakalandı ve idam edildi. Müritleri şeyhlerini din şehidi olarak ilan ettiler.

 

Sultan II. Mahmud’un reform ve uygulamalarına bugünkü gözlük ve anlayışla bakıldığında fazla bir şey görünmeyebilir. Ancak, bundan 170-180 sene öncesi; Osmanlıda cahilliğin, dinî taassubun ve gericiliğin yoğun olduğu dönemdi. Böyle bir dönemde ve büyük devletlerin Osmanlıya saldırmak için sürekli fırsat kolladıkları, bahane yarattıkları bir dvirde bu reformları düşünme ve uygulamanın ne denli zor olduğu ve her ıslahat teşebbüsünün hayata mal olduğu düşünülürse, Sultan II. Mahmut neden o zamanın Atatürk’ü dendiği kolayca ortaya çıkar.

 

Bugün bir türbanla başa çıkamayanlar, o devri çok ciddi olarak düşünmeli ve anlamaya çalışmalıldırlar.

 

 

V)     GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

 

A)                     GENEL BAKIŞ

 

Osmanlı imparatorluğu XVIII. yüzyıla girdiğinde çöküş döneminin en karanlık en kötü yıllarını yaşamaya başlamıştı. O kudretli, yenilmez Osmanlı ordusu yerine çok zaman muharebelerde yenik çıkan donanımsız, dağınık ve güçsüz bir ordu haline gelmişti.

 

İmparatorluğun ayakta kalması, ordusunun kuvvet ve kudretine bağlı idi. Onun için de bu çöküntüye dur diyecek yeni bir kana ihtiyaç vardı.

 

Batıdaki yeniliklere “gavur icadı” diye gurur meselesi yapıp arkasını dönen, içine kapanmış sadece mazisi ile övünen bir ordu ile hiçbir şey yapılamazdı.

 

İşte bu nedenlerle XVII. yüzyıl sonlarına doğru Sultan III. Selim ilk defa Batı ile yakın ilişkilere girmiş, Batıdaki gelişmelerle ilgilenmiş, orduda ve idarede ıslahat yapma düşüncesini ortaya atmış ve gücü yettiği kadar da yapmaya çalışmıştı. III. Selim Osmanlı ordusunu yeni savaş tekniklerine hazırlamak içinde Nizam-ı Cedid’i (Yeni düzeni) kurmuştu. Bu teşebbüsünde başarılı olamadığı gibi, bu girişimini hayatı ile ödemişti.

 

Yerine padişah olan Sultan II. Mahmut iktidarı döneminde içte ve dışta çok büyük olaylarla karşılaşmasına rağmen, edindiği tecrübe, ıslahatçı düşünce ve azmi ile; bozulmuş, faydadan çok zararlı hale gelen Yeniçeri ocağını 17 Haziran 1826 ‘da kaldırarak askeri alanda en büyük ıslahatı yaptı. Devlet idaresinde köklü değişiklikler yapmak için elinde iyi bir kadro vardı. Mustafa Reşit Paşa bunlardan biri idi. Batıda görev yapmış, Batı medeniyetini tanımış, Batıların da gözünde “Batı  medeniyeti ile eş anlamda tutulan” birisi idi.

 

Yapılacak ıslahatın temel hazırlıkları başlatıldı, projeleri hazırdı. Ancak Sultan II. Mahmud’un sağlığı bozulmuştu. Ömrü yetmedi, 30 Haziran 1839 ‘da vefat etti.

 

Sultan II. Mahmud’un yerine 16 yaşındaki büyük oğlu Abdülmecit padişah oldu. O da çok şansızdı. Bir ay içinde babasını, Nizip muharebesinde ordusunu ve Kaptanı Derya Ahmet Fevzi Paşa tarafından Mısır’a teslim edilen donanmasını kaybetmişti. Bu çok olumsuz şartlara rağmen babasının yarım kalan ıslahat hareketlerini devam ettirmeye kararlı idi. Londra’da görevli bulunan Mustafa Reşit Paşa’yı, İstanbul’a davet etti ve onu Sadrazam yaptı. Daha önce hazırlıklarına başlanan Tanzimat Fermanı’nı yeniden kaleme almasını istedi.

 

Mustafa Reşit Paşa fermanı hazırladı ve Padişah Abdülmecit’e sundu. Beğenildi ve Padişah Fermanı (Hattı Hümayun) olarak ilan edilmesini istedi.

 

3 Kasım 1839 ‘da Gülhane Parkı’nda, o zamana kadar görülmemiş büyüklükte yerli ve yabancı davetliler huzurunda, Tanzimat Fermanı Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu. Padişah Abdülmecit de töreni sonuna kadar izledi.

 

Bu Tanzimat Fermanı’nda özetle; “halkın canı ve malı korunacak, Müslüman, Hıristiyan herkes kanun karşısında eşit olacak, vergi ve asker toplama bir düzene sokulacak, modern ordu ve donanma hizmete sokulacak, idarî, hukukî ve mülkî yenilikler getirilecek ve uygulanmaları da sağlanacak” şeklinde birçok yenilikleri içeren maddeler vardı. Bu Tanzimat Fermanı bir anlamda,  Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçiş hamlesi idi. 

 

O zamanki anlayışa göre; Batılılaşma, Batı medeniyetinin ilim ve tekniğini Türkiye’ye sokmak, yeni üniversiteler, liseler, sanat okulları, ortaokullar açarak alt yapıyı oluşturup sanayileşmek; Muasırlaşma ise, hukukî ve idarî alanlarda reformlar yaparak demokrasiye geçme hamleleri anlamında idi.

 

13 Temmuz 1841 tarihli Londra Boğazlar Antlaşması ile, Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) Babaali’ye Avrupa devletleri arasına giriş belgesi vererek, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının tüm harp gemilerine kapatma yetkisinin padişaha ait olduğunu kabul etmişti. (15)

 

18 Şubat 1856 ‘da Islahat Fermanı (Tanzimatı Hayriye)  Sultan Abdülmecit zamanında, Kırım Harbi bitiminde İngilizlerin de baskısı ile ilan edildi. Bu fermanı Sadrazam Ali Paşa okuyup halka ilan etti. Bu ferman, 1839 fermanının genişletilmiş şekli idi. Daha çok hukukî ve idarî ıslahata yer vermişti. Fermana istedikleri maddeleri koydurdukları için de yabancılar çok memnundu.

 

Ancak, Islahat Ferman’ın uygulanmasına yabancı elçiler sık sık müdahale ediyorlardı. O devirde elçiler Osmanlılar için 6. güç olarak kabul ediliyordu. İngiliz elçisi “Lord Ponsonby” çok etkili idi.(16) İngilizler Rusya’ya karşı Osmanlıyı tutuyordu, daha doğrusu tutar görünüyordu. 30 Mart 1856 ‘da yapılan Paris Antlaşması’nın 7. maddesine göre Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsızlığı ve Toprak bütünlüğü, Boğazlardan savaş gemilerinin geçme yasağı Rusların Karadeniz’de filo bulundurmaması, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa hukukuna kabul edildiği”(17)İngiltere’nin öncülüğü ile  bir bildiri olarak ilan edildi.

 

Bütün bunlara rağmen İngiltere, Fransa ve Rusya kendi siyasetleri ve ülke çıkarları doğrultusunda yapılan reformların uygulamalarına daima müdahale ediyorlardı.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuvvetli olduğu dönemlerde Osmanlının her arzusunu Avrupalılar emir kabul eder, derhal yerine getirirlerdi. Osmanlı devleti güçsüz duruma düşünce, intikam alırcasına Avrupalılar her istediklerini Osmanlıya yaptırmaya çalışıyor, iç işlerine müdahale ediyorlardı. Bu müdahaleler çoğu zaman yarı resmî idi.

 

Bu müdahalelere birkaç örnek verelim:

 

·                   Askerî ıslahat: Bu konuda gayrimüslim vatandaşların askerlik hizmetlerine İngilizler ayrı, Ruslar ayrı, Fransızlar ayrı görüşle müdahale edip kendi isteklerini yaptırmak istiyordu. “Fransızlar, Hıristiyan vatandaşların Müslümanlar gibi askere alınıp görev yapılmasını, İngilizler ise, gayrimüslümlerde askere alınsın ama birlikleri, eğitimleri ayrı olsun, kendi bölgelerinde kalsın, Ruslar ise Müslüman ve Hıristiyan askere eşit muamele yapılmaz, onun için Hıristiyanlar askerlik görevinden muaf tutulsun, askerlik yapmasın” diyorlardı.

 

Osmanlı Devletinin Hıristiyanları askere almaması kendilerine zarar veriyordu. Askere alınmayan Hıristiyanlar ticaret ve sanatla uğraşıp zengin oluyor, harp-darp görmedikleri için de nüfusları artıyordu. Askere alınan Müslümanlar ise sık sık muharebeler nedeniyle nüfusları azalıyordu. Köylerinde çalışıp, üretip, hizmet edemedikleri için de fakirleşiyorlardı. Bu sistemde bir gurur uğruna hep Müslüman halk zararlı çıkıyordu

 

·                   Din bakımından: Din değiştirme Osmanlıda şeriat kanunlarına göre ölüm cezasını gerektiriyordu. Bir Ermeni vatandaş önce Müslüman olmuş, sonra din değiştirerek Hıristiyan olmuştu. Bu vatandaşa şeriat mahkemesi ölüm cezası vermişti. Avrupa’nın 5 devlet sefirleri (elçileri) bu olayı protesto etmesine rağmen, 4 Ekim 1843 ‘de Ermeni vatandaş idam edildi. Avrupa bu uygulamayı kaldırması için Osmanlı devletine çok büyük baskı yapmaya başladı. İngiliz elçisi Lord Stratford Rıfat Paşa’ya “Avrupa’da kalmak istiyorsanız din için kan dökmeye son verin”demişti. Rıfat Paşa cevaben elçiye Siyasi meselelerde Avrupa’nın nasihatlarını saygı ile karşılarız, fakat dini işlerde tam bağımsızlığımızı korumaya muhtaç ve mecburuz. “Din bizim kanunlarımızın temelidir”(18) demiş olmasına rağmen, din  değiştirenlere ölüm cezası uygulanmayacağı, azınlıkların (gayrimüslimlerin) ayin yapma, dini törenlerine kolaylık getirileceği kabul edilmişti. (Aynı konuşmada Rıfat Paşa İngiliz elçisine “ Dinsizlerle, dine hakaret edenlerin bundan sonra idam edilmiyeceklerine dair diplomatik yollarla size teminat verebiliriz” der. (Tanzimat ve Türkiye – Engelhartt – syf:130).

 

·                   Yargı: Mahkemelerde yabancılar, suç işledikleri takdirde yargılanamıyordu. Her ülke vatandaşı kendi ülke kanunlarına göre konsolosluklarında yargılanıyordu. Eğer suç işleyenin ülkesinin konsolosluğu yoksa başka bir Avrupa ülke konsolosluğunda yargılanıyordu.

 

·                   Emlak üzerinde tasarruf: 1856 Hattı Hümayunu’na yine yabancı elçilerin baskısı üzerine  bir madde eklenerek, “Emlak alım-satım ve tasarrufu hakkındaki kanunlar tüm tebaa için eşittir” dendi. Bu madde ile yabancılara da emlak tasarrufu için izin verilmiş oldu.

 

·                   Ekonomik müdahaleleri de şöyle özetleyebiliriz: Kırım Savaşı’nda (1854-1856) Ruslara karşı, İngiltere ve Fransa Osmanlının yanında yer aldı. Bu savaş nedeniyle Osmanlının çok masrafı oldu. İngiliz ve Fransızların bir çok masrafı da yüklenince Osmanlı maliyesi-hazinesi çöktü. Mecburen dışardan borç para alınmaya başlandı. Böylece borç para alma dönemi başladı. Osmanlıda ilk defa faiz getirisi olan kağıt para (Kaime) basıldı.

 

Ancak, borç olarak alınan paralar maksada uygun harcanmadı. Lükse, sefhate, Boğazda köşk-yalı yapımlarında harcanınca borçlar ödenemez hale geldi. Suçlu olarak da Sultan Abdülmecit ve Sadrazam Ali Paşa gösterildi. Aleyhlerinde çok büyük gösteri yapıldı Gizli örgütler kurarak padişahı tahtdan  indirmeye bile çalışıldı. Örgüt üyeleri yakalandı. Kuleli lisesi binasında yargılandı ve cezalandırıldılar. Bu olaya Kuleli Vakası dendi. Bunları öğrenen Sultan Abdülmecit çok rahatsız oldu. Sarayına çekilip hiçbir şeye karışmadı. Zaten hasta idi ve 25 Haziran 1861 ‘de vefat etti. 

 

Kardeşi Abdülaziz yerine padişah oldu. Avrupalılar da Abdülaziz’in padişah olmasını istiyorlardı. Sefahat ve borç politikası devam etti. Borçlar 250 milyon Osmanlı altınını bulmuştu. Borçlar ödenemez hale gelince, 1881 ‘de  ünlü Muharrem Kararnamesi yayınlandı. Duyun-ı Umumiye (Genel Borçlar) idaresi kruldu . Yabancı devletler Osmanlı gelirlerine el koyup alacaklarını bizzat tahsile başlar. Tuz,tütün, balık, ipek gibi gelirlere el koyup borçlarını karşılamaya çalıştılar. Böylece devlet içinde devlet kurulmuş oldu. Osmanlı ekonomik-mali istiklalini nerdeyse tamamen kaybetti.

 

B) VE SONUÇ

 

1)                      Bu Islahat ve Tanzim hareketlari Türk toplumunun hayatına pek yansımadı. Halk yine sefalet içinde idi. Ancak, Fransız İhtilali’nin yaydığı demokrasi ve milliyetçilik prensipleri Türk aydınını da harekete geçirdi. Abdülaziz devrinin sefahat ve ferdî saltanatına karşı, yeni Osmanlılar (Jön Türkler) gizli cemiyetler kurarak Meşruti bir idare için baskı yaptılar.

 

2)                      1839 ve 1856 Islahat ve Tanzimat fermanlarının sadece bu şekilde faydalı olduğunu söyleyebiliriz. 23 Aralık 1876 1. Meşrutiyet, 23 Temmuz 1908 ’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Bunlar, Osmanlının çöküşünden sonra, 29 Ekim 1923 ‘te kurulan Cumhuriyet ve demokratik idareye geçişin altyapısı oluşturmuş oldu.

 

3)                      Aynı gayretle şimdi de, günümüz Avrupa Birliği’ne (AB) girme çalışmaları devam etmektedir. Bu çabalar içinde tam üyelik öncesinde mecbur olmadığımız halde katlandığımız Gümrük Birliği (GB) ile, yine çoğunda bir mecburiyetimiz henüz olmamasına rağmen, sırf AB’ye şirin görünme uğruna yürürlüğe koyduğumuz “uyum paketleri” adı altındaki reformlar (!); Osmanlının Tanzimat ve Islahat Fermanları’nı tıpatıp andırıyor. Borçlanma ise almış başını gidiyor. Devamında Muharrem Kararnamesi’ni (Devletin mali iflasının ilanı anlamında moratoryum) henüz yayınlamadık ama, modern (!) Duyun-u Umumiye özellikle İMF kanalıyla çoktan başladı bile...

 

4)                      Kısaca:

 

a)          Yukarıda izaha çalıştığımız ıslahat hareketlerindeki Avrupa’nın dayatmaları ile bugünkü AB istekleri karşılaştırılsa; hep onlar istemiş biz vermişiz, onlar hep almışlar ama bize birşey vermemiş olduklarını görürüz.

 

b)         Vere vere Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık. İnşallah AB hayali uğruna; Kıbrıs, Ege, Güneydoğu vd.  ni  de vererek Türkiye’yi de uçuruma itmeyiz.

 

c)          “Tarih tekerrürden ibarettir” diyenler ve “Ders alınsaydı, tekerrür mu olurdu?” diyen büyük usta Mehmet Akif ne kadar da haklı çıktı!..

 

d)         Osmanlının özellikle 1820-1840 döneminde yaşadığı acı olaylar; Sovyetler’in dağıldığı (ve dolaysıyle iki yüzlü Batının “Boğazların yılmaz bekçisi” ne ihtiyacı kalmadığı) 1989 ‘dan bu yana Türkiye’nin yaşadıkları ile neredeyse birebir örtüşmüyor mu? Aradaki tek fark; o zamna çoğunlukla silah da kullanarak bize yapılanlar, günümüzde (şimdilik) entrika diplomasisiyle, baskıyla ve körükörüne AB tutkumuz yüzünden “havuç gösterme” oyunlarıyla uygulanıyor.

 

e)          Son söz: tarih ilmi ders almak, dünden yarına ışık tutmak için de vardır. Bunun temel şartı ise, tarihimizi ve özellikle yakın geçmişimizi her yönüyle iyice öğrenmektir.

 

Türk siyasetinde sorumluluk taşıyanlara ve onlara yön verenlere en önemli tavsiyemiz; Osmanlının son 200 yılı ile birlikte yakın tarihimizi, Kurtuluş Savaşı’nı hangi şartlarda yaptığımızı ve Cumhuriyeti nasıl kurduğumuzu, ayrıca dünya siyasetini adeta ezberlemeleridir.

 

Aksi takdirde, Türk Milletine ve gelecek kuşaklara karşı veballeri çok çok büyük olur.

 


KAYNAKÇA

 

KAYNAKÇA VE DİP NOTLARI:

 

ESER ADI       

YAZARI

SAYFA NO.

1.  Osmanlı İmparatorluğunun son 300 Yılı

Alan PALMER

86

2.  Osmanlı İmparatorluğunun son 300 Yılı

Alan PALMER

87

3.  Osmanlı İmparatorluğunun son 300 Yılı

Alan PALMER

87

4.  Bir Darbenin Anatomisi

Yılmaz ÖZTUNA

13-14

5.  Osmanlı İmparatorluğunun son 300 Yılı

Alan PALMER

86

6.  Türk İnkılap Tarihi

E. Behnan ŞAPOLYO

41

7.  Türk İnkılap Tarihi

E. Behnan ŞAPOLYO

46

8.  Türk İnkılap Tarihi

E. Behnan ŞAPOLYO

49

9.  Osmanlı İmparatorluğunun son 300 Yılı

Alan PALMER

471

10. Konstantinopolis

Phılıp MANSER

230

11. Osmanlı İmparatorluğunun son 300 Yılı

Alan PALMER

94

12. Osmanlı İmparatorluğunun son 300 Yılı

Alan PALMER

96

13. Türk İnkılap Tarihi

E. Behnan ŞAPOLYO

56

14. Büyük Osmanlı Tarihi

Hammer

185

15. Konstantinopolis

Philip MANSER

246

16. Tanzimat ve Türkiye

Engel HARDT

179-182

17. Tanzimat ve Türkiye

Engel HARDT

439

18. Tanzimat ve Türkiye

Engel HARDT

441