|
|||||
|
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NİN SAYIN BAŞKANI, DEĞERLİ MİLLETVEKİLLERİ, Ekranları başında bu toplantıyı izleyen sevgili vatandaşlarım; Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum. 20. Yüzyıl sona ererken, karşı karşıya kaldığımız büyük deprem felaketi, milletimizi derin acılara garketmiştir. Bu depremde: 15 bin 802 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 43 bin 872 vatandaşımız yaralanmıştır. 66 bin 441 konut ve 10 bin 901 işyeri yıkılmış, 67 bin 242 konut ve 9 bin 927 işyeri orta hasar görmüş, 80 bin 160 konut ve 9 bin 712 işyeri az hasar görmüştür. Toplam olarak 244 bin 383 konut ve işyeri yıkılmış ve hasara uğramıştır. Kamu binaları; bu arada okullar, hastaneler, kamuya hizmet eden diğer tesisler, ağır hasar görmüştür. 10 bine yakın fabrikanın bulunduğu bölgede, sanayimiz de önemli zarara uğramıştır. Halkımız ve ülkemiz, 17 Ağustos sabahı saat 03.00'ten itibaren, felaketi göğüslemek mecburiyetinde kalmıştır. Gösterilen bu milli dayanışma, her türlü övgünün üstündedir. Keza, 86 ülke de yardımda bulunmuştur. 364 uçak, yardım malzemesi getirmiş, 43 ülke tarafından gönderilen arama-kurtarma ekibi ile 2 bin 456 kurtarma uzmanı gelmiştir. 19 ülke, seyyar hastane göndermiş, Türkiye'ye ulaşan çadır sayısı 41 bine ulaşmıştır. Bu, görülmemiş bir uluslararası dayanışmadır. Depremde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, yaralılarımıza şifa diliyorum. Milletimize "geçmiş olsun" derken, Cenab-ı Allah'ın milletimizi böyle bir felaketin tekrarından ve beterinden korumasını niyaz ediyorum. Tekirdağ'dan Bolu Dağı'na kadar 400 kilometrelik bir alanda ve 150 kilometre derinlikte meydana gelen bu afet, "asrın felaketi" olarak adlandırılmıştır. Türkiye, deprem bölgesindedir. Geçen 10 sene içerisinde; Erzincan, Dinar, Çorum ve Amasya'da, Adana'da, pek çok vatandaşımızın hayatına malolan, büyük tahribat yapan depremlerle karşı karşıya kaldık. Milletimizin ve devletimizin gayretleri ile bu yaralar sarılmıştır. Ancak, bu defa karşı karşıya kaldığımız afet, hepsinin toplamından daha büyüktür. Böyle bir afetin meydana getirdiği durumla uğraşmak kolay değildir. Buna göre hazırlıklı değildik. Bu felaketi bizzat yaşayan insanların acılarını, ıstıraplarını, hissiyatını anlamamak mümkün değildir. Yine de devletimizin, -başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere- bütün kurumları, Kızılayımız, sivil toplum örgütlerimiz büyük gayret gösterdiler. Yıkıntıların altından insanların canlı kurtarılmasına, yaralıların sağlık merkezlerine acilen intikal ettirilmesine ve güncel hayatın gereklerinin yerine getirilmesine, salgın hastalık çıkmasının önlenmesine azami gayret sarf edilmiştir. Bugün bölgede; 121 çadırkent kurulmuş, 112 bin 445 çadır dağıtılmış, 200 bin kişiye de yemek verilmektedir. Depremin meydana getirdiği hasarın tamiri ve yıkılanların yeniden yapılması, altyapının onarılması, hayatın tamamı ile normale çevrilmesi için, 6-10 milyar dolara ihtiyaç hasıl olacaktır. Dünya Bankası 1 milyar 50 milyon dolar, IMF 330 milyon dolar, Avrupa Birliği 676 milyon dolar, Körfez İşbirliği Konseyi 400 milyon dolar, Almanya 19 milyon dolar olmak üzere, cem'an 2 milyar 575 milyon dolar taahhütte bulunmuşlardır. Avrupa Birliği 160 milyon dolar, İslam Kalkınma Bankası 300 milyon dolar, Avrupa Konseyi Sosyal Kalkınma Fonu 317 milyon dolar, Japonya 200 milyon dolar, ABD 200 milyon dolar olmak üzere, cem'an 1 milyar 177 milyon dolar yardım vaadinde bulunmuşlardır. Silahlı Kuvvetlerimizin bedelli askerlik ile ilgili bir teklif hazırlaması ve buradan gelecek 1 milyar dolar civarındaki kaynağın, deprem yardımı olarak ödenmesi şeklindeki teklifi hükumetçe memnuniyetle karşılanmıştır. Yüce Meclisimizce kanunlaşması halinde, bu kaynak da, depremin yaralarının sarılmasında kullanılacaktır. Halkımızın cömertçe yapmış bulunduğu ayni ve nakdi bağışlar ve yardımlar, bunun dışındadır. Önümüzde çok acil sorunlar var. Zamanla yarışıyoruz. Bu sorunlardan birincisi; artçı depremlerin hala devam etmesi sebebi ile, güncel hayata dönülememesidir. Okulların, fabrikaların, çarşı-pazarın çalışır hale gelememesi ve hala çadır ihtiyacının devam etmesidir. Bu durumun yarattığı sıkıntılar, şikayetlere sebep olmaktadır. İnsanüstü gayretlerin sarf edildiğini söylemeliyim. Yine de bu şikayetlerin ve hoşnutsuzlukların ortadan kaldırılmasına çalışılmalıdır. İkincisi; kış öncesinde deprem bölgesindeki vatandaşlarımızın yağmur ve soğuğun, daha doğrusu, kış şartlarının zulmüne terkedilmemesinin tedbirlerinin alınıp, icra edilmesidir. Bu maksatla, uygulama kabiliyeti olan her çareye başvurulmaktadır. Hükumet, bu istikamette önemli tedbirler almıştır. Başka depremlerde uyguladığımız; isteyen vatandaşa aylık kira verilmesi, isteyenlere hafif hasarlı binalarını tamir için yardımcı olunması, isteyenlerin boş kamplara ve binalara yerleştirilmesi, tamamlanmaya yaklaşmış binaların oturulur hale getirilmesi için mali yardımda bulunulması, kıştan önce konut ihtiyacını azaltmak için düşünülen tedbirlerdir ve bunların uygulamasına geçilmiştir. Kışa dayanıklı çadırlar bulunabildiği kadar tedarik edilmektedir. Yine de, 30 bine yakın prefabrike evin inşası ve kıştan evvel bitirilmesi gerekecektir. Bunun altını çiziyorum. "Lazım mı idi? Değil mi idi?.." tartışmalarına katılmıyorum. Atalarımızın; "Aş taşanda, kepçeye paha yetmez" sözünde hikmet vardır. İşin diğer bir safhasında; okulların, hastanelerin, üniversite binalarının, -muvakkat bile olsa- tamir edilerek, mümkün olduğu kadar kısa süre içerisinde hizmete geçirilmesi lazımdır. Sanayi kuruluşlarına, üretime geçebilmeleri ve insanların tekrar çalışır, üretir hale gelmeleri için yardımcı olunmalıdır. Çarşı-pazar yeniden işlemelidir. Esnafa, sanayiciye, tüccara, çiftçiye destek için önemli kararlar alınmıştır. Hayatın, olabildiği kadar kısa süre içerisinde normale döndürülmesi, yaranın sarılmasında, en önemli faktördür. Kalıcı yerleşim için, çok dikkatli davranılmalıdır. Yerin üstünde yapılacak her şey yerin altındaki muhtemel hareketlere uygun olmalıdır. Yani, bilimin ve teknolojinin ışığında yapılmalı, doğru yerlere ve doğru şekilde inşa olunmalıdır. Burada; nereye ne yapılacağı ve nasıl yapılacağı, üniversitelerimiz ve bilim adamlarımızla işbirliği halinde ve buna mutlaka uyularak gerçekleştirilmelidir. Bu depremden alınacak dersler vardır. Yapacağımız birinci iş; bu dersleri almakta mutlaka kararlı olmamızdır. İkinci iş; bunların neler olduğunda bir öncelik sırasına sahip olmamızdır. Depreme dayanıklı binalar, köyler, kasabalar, şehirler yapmak için, yasal tedbirlerimizi, en kısa zamanda gözden geçirmeli ve yeni tedbirler getirmeliyiz. Bu tedbirler, uygulama için birtakım yaptırımları içermelidir. İnşaatlarımız depreme dayanıklı olacak şekilde projelendirilmeli, öylece yapılmalı ve iyi denetlenmelidir. Mutlaka fay hatlarının etki alanlarından kaçınılmalıdır. Her şeye rağmen depremin ne zaman, nerede ve hangi şiddette olacağı bilinmiyor. Buna rağmen birgün oluyor ve can yakıyor. İnsanlar, başka tehdit ve tehlikelere karşı kendilerini koruma ihtiyacı hissedip, tedbir aldıkları gibi, bu, çok belirli olmayan ama birgün ortaya çıkan tehlikeye karşı da tedbir almalıdırlar. Tedbirin başı, bilinçlenmedir. Devlet ve toplum olarak, her türlü felaket karşısında, daha iyi yardımcı olacak şekilde örgütlenmeliyiz. Devletin çok etkin bir sivil savunma teşkilatı kurması ve gönüllü kuruluşlara destek vermesi, çok önemli bir ihtiyaç haline gelmiştir. AKUT ve benzeri gönüllü kuruluşların ortaya koydukları başarı, takdire şayandır. Bundan ders almak lazımdır. Ülkemiz, bir felaketle karşı karşıya kalmıştır. Bunu göğüsleyemez ve yarattığı şokun altında kalırsak; bu, ikinci bir felaket olur. Bu şokun etkisi altında kalarak, kendimizi çok kötüledik. İçeride-dışarıda imajımızı zaafa uğrattık. Yaralar millet-devlet işbirliği ile sarılacaktır. Medet umacağımız yer, orasıdır. Eğer buna inancımızı yitirirsek, nereden medet umulacaktır?... Deprem, birçok eksiğimizi ortaya çıkarmıştır. Depremden, çok şey öğrenilecektir. Ancak yine de, devletimiz eleştirilmeli, fakat duygusallığa kapılarak kötülenmemeliydi. Hata nerede ise, ne ise, kimin ise o söylenmeliydi!... Hadiseler ne kadar vahim olursa olsun; kendimize, devletimize ve geleceğimize olan güven ve ümidi koruyamazsak, kimseye değil, bizzat kendimize kötülük yapmış oluruz. Bu arada, dünyanın başka yerlerinde de depremler olmuştur. Komşumuz Yunanistan'da ve Tayvan'da can ve mal kaybına sebep olan depremlere şahit olundu. Onların acılarına katıldık, yardımlarına koştuk. Geçmiş olsun diyoruz. Tekrar ediyorum; Depreme dayanıklı köyler, kasabalar, şehirler yapacağız. Evler, okullar, hastaneler, köprüler, yollar, işyerleri yapacağız. Değerli Milletvekilleri, 20. Yüzyılın son 10 yılında, Türkiye üç defa genel seçime gitmiştir. 10 yılda -bugünkü 57. Hükumet dahil- 11 hükumet kurulmuştur. Tabii ki bu, istikrar manzarası değildir. İstikrarsızlık manzarasıdır. Ülke idaresini hayli güçleştirmektedir. Türkiye, 18 Nisan seçimlerine istikrar arayarak gitmiştir. Bu seçimlerde; 37 milyon 495 bin 217 kayıtlı seçmenden 32 milyon 656 bin 70 seçmen oy kullanmış ve bu oyların 31 milyon 184 bin 496'sı geçerli, 1 milyon 474 bin 574'ü geçersiz sayılmıştır. Seçime katılma oranı yüzde 87 olmuştur. Genel seçimle yerel seçimlerin aynı zamanda yapılmış olmasına, halkın önüne 7 sandığın konmuş bulunmasına rağmen, seçimler büyük bir intizam içinde yapılmış ve yüksek bir iştirak sağlanmıştır. Vatandaş, ülkeyi "İstikrar arayan Türkiye" durumundan çıkarmak için sandık başına gitmiş ve iradesini ortaya koymuştur. Seçimler, vatandaşın iradesini hür bir şekilde ortaya koymasını sağlamış ve adil bir biçimde yapılmıştır. Böylece Türk milleti, demokratik olgunluğunu, bir defa daha ortaya koymuş ve Türk demokrasisi, gücünü tekrar ispatlamıştır. Seçim sonrasında göreve başlayan yüce Meclis, bir koalisyon hükumetine güvenoyu vermiş, ülkenin çok önemli sorunlarını çözme yolunda büyük bir gayret sarfetmiş, Anayasa değişikliği yapmış, birçok tasarıyı yasalaştırmıştır. 18 Nisan sonrası beklentilerini geniş çapta silmiş, ülkeye bir rahatlık getirmiştir. Rejimin kalbi olan ve büyük Atatürk'ün "En büyük eserim" dediği Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, halkın nazarında itibarını yükselten bu durum dolayısı ile, yüce meclisimizin bütün üyelerini ve siyasi partilerimizi kutluyorum. Siyasi partilerimizin çok partili demokrasimizi güçlendirmek bakımından beraberce alacakları tedbirler bulunduğuna kaniim. 18 Nisan seçimlerinden alınacak dersler vardır. 1.5 milyona yakın oy, geçersiz sayılmıştır. Bu, çok büyük bir rakamdır. Bu kadar vatandaşın iradesi, ülke idaresine intikal etmemiştir. Dışarıda 3 milyona yakın insanımız var. 1.5-2 milyon oy demektir. Bunlardan sadece 65 bin 254'ü geçerli olarak oy kullanabilmişlerdir. Dışarıdaki vatandaşlarımızın oy kullanabilmesi, Anayasa emridir, bu yerine getirilmelidir!... Siyasi partilerimiz; Seçim Sistemi, Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Kanunu'nda yapacakları iyileştirme ile, demokrasimizi daha sağlıklı hale getirebilirler. Halkımızın, demokrasi ile kenetlenmesi lazımdır. Türk vatandaşı ülke sorunlarına, seçimden seçime karışırsa, bu, rejime seyirciliktir. Demokrasinin katılımcılık yeteneği güçlendirilmelidir ve halk, rejimin sahibi yapılmalıdır. Ülke; devlete, rejime, geleceğine ve kendine güvensiz hale düşmemelidir. İstikrar arayan bir ülke olmaktan çıkmalıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin önümüzdeki günlerde de çalışmalarını, halkın takdirini kalıcı hale getirecek şekilde devam ettireceğinden eminim. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin birliğinin korunmasında en önemli kurumumuzdur. Bir değerli tarihçimizin, 18 Nisan seçimleri ile ilgili sözlerini size aktarmak istiyorum: "Olgun Türk milleti ne istediğini son seçimlerde göstermiştir. Millet, milli irade, milli birlik, uzlaşma ve istikrar istemektedir. Bu, bugün Türkiye için bir ölüm-kalım sorunudur. Bunu millet çok iyi anlamıştır. Birlik ve uzlaşma Kuvay-ı Milliye dönemindeki kadar hayati bir zaruret olarak önümüzdedir." Milletimizin gelecek ümidini ve "güçlü" demokrasi meş'alesini "yanar" tutmak mecburiyetindeyiz. Değerli Milletvekilleri, Birkaç ay sonra yeni bir "binyıl"a gireceğiz. Bu tarihi an insanlığa, geçmişi yeniden değerlendirmek ve bu değerlendirme ışığında geleceği yeniden tasarlamak için bir "ortak" düşünme fırsatı sağlayacaktır. Öncellikle, insanlığın 20. Yüzyılın sonunda geldiği nokta ile ilgili bir durum tespiti yapmakta yarar görüyorum: Günümüzde enformasyon ve bilgi, dünyamızda her zamankinden daha büyük bir süratle dolaşmakta; mesafe insanları birbirinden ayıran bir mefhum olmaktan çıkmakta; dünyayı algılayışımız değişmekte; perspektiflerimiz gelişmekte; insanlar arasındaki dayanışma ulusal sınırları aşmaktadır. İnsanlık tarihinde ilk kez "küresel toplum" fikri somut bir gerçeklik halini almaktadır. Yaşadığımız büyük deprem felaketi karşısında dünyanın takındığı tavır bu gerçeğin bilincine bir kere daha varmamızı sağlamıştır. İnsanların birbirlerinin yardımına koşmaları, birbirlerinin acılarını paylaşmaları, küresel bir dayanışma içinde olmaları 21. Yüzyılda daha güzel, barış içinde bir dünyayı hayal etmek için bizlere güç vermektedir. Değerli Milletvekilleri, 20. Yüzyıl boyunca bilim ve teknolojide büyük atılımlar yapıldı. Kitlesel üretim refahı arttırdı, tüketim toplumunu yarattı. Küresel nüfus artışı olağanüstü boyutlara ulaştı. Eğitim yaygınlaştı; bilgi teknolojileri öğrenimi kolaylaştırdı, bilginin kullanımını demokratikleştirdi. İletişim ve ulaşım teknolojileri başdöndürücü bir gelişme kaydetti. Uzaya gidildi ve gezegen bilinci oluşmaya başladı. Olağanüstü kentleşme ve sanayileşme bir yandan doğal çevreyi, öte yandan insan yapısı çevreyi hızla kirletti, hatta tahrip etmeye başladı. İki dünya savaşı ve sayısız bölgesel savaşlar yaşandı. Nükleer silahlar keşfedildi ve imha gücü insanlar üzerinde denendi. Ancak, geleceğin nesillerini harp belasından korumak, uluslararası barış ve güvenliği muhafaza etmek amacıyla da Birleşmiş Milletler kuruldu. Totaliter rejimler insanlığa maddi ve manevi büyük zarar verdi. Ancak; demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisi üzerinde geniş bir mutabakat da sağlanabildi. Sömürgecilik tasfiye edildi, ancak yoksulluk ortadan kaldırılamadı. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kabul edildi. Milli devletlerin her birinin evrensel bir hukuk düzeni içinde hareket etmelerini sağlayacak mekanizmalar geliştirildi. Bir anlamda artık anayasalar da uluslararası hukukun denetimine tabi kalındı. İmparatorluklar tasfiye edildi. Son büyük imparatorluk olan Sovyetler Birliği kendiliğinden dağıldı. İdeolojik kutuplaşma son buldu. Bölgesel ekonomik gruplaşmalar önem kazandı. Ancak, etnik milliyetçiliğe, ırkçılığa ve köktendinciliğe dayanan şiddet hareketleri de yaygınlaştı. Terörizm, sınırları aşan bir bela haaline geldi. Uluslararası hukukta terörizme karşı işbirliği mekanizmaları geliştirilmeye başlandı. Uyuşturucu bağımlılığı, kanser, Hepatit-B ve C, AIDS gibi hastalıklar insanlığın sorunu haline geldi. Bunun yanında birçok salgın hastalıkların önlenmesi; yeni aşıların keşfi, organ nakli, çocuk ölümlerinde azalma, ortalama yaşam süresinin uzaması ve genetik bilimindeki başdöndürücü yenilikler gibi memnuniyet verici ilerlemeler meydana geldi. Olumlu ve olumsuz birçok önemli gelişme yaşandı. 20. Yüzyılın bilançosu ana hatlarıyla budur. Şimdiden bilgi çağı olarak adlandırılan 21. Yüzyıla bu bilançodan intikal edecek temel olgular ise küresel ekonomi, evrensel hukuk ve küresel sorunlara küresel çözümler arama bilincidir. Önümüzdeki yüzyılda ayrıca, egemenlik ve ulus-devlet kavramlarının da yeni anlamlar kazanacağı anlaşılmaktadır. Türkiye önümüzdeki yüzyıla bu çerçeveye uyum sağlayarak hazırlanmak durumundadır. Değerli Milletvekilleri, 20. Yüzyılda, bütün imparatorluklar tasfiye oldu. Bizim için 20. Yüzyılın en önemli olayı, Osmanlı İmparatorluğu'nun tasfiyesi sonunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ortaya çıkmış olmasıdır. Anadolu'daki bin yıllık tarihimiz boyunca bağımsızlığımızı hiçbir zaman kaybetmedik. Bu uzun tarih içinde bu topraklarda iki büyük imparatorluk ve bir çağdaş Cumhuriyet kurduk. İnsanlığın ortak uygarlığına önemli katkılarda bulunduk. Evrensel tarihe inişleriyle çıkışlarıyla damgamızı vurduk. Kurucusu ve mirasçısı olduğumuz ve bu yıl 700. kuruluş yıldönümünü idrak ettiğimiz Osmanlı İmparatorluğu, 624 yıl boyunca Akdeniz ve Avrupa kültür ve medeniyetinin şekillenmesinde belirleyici rol oynadı. Üç denizin, üç kıtanın ve muhtelif kültürlerin buluşma noktası olan geniş bir coğrafyayı yüzyıllarca etkilemiş bir cihan imparatorluğunun mirasçısı olmak, bugünümüzü etkilediği gibi yarınlarımızı da etkileyecektir. Dolayısı ile geleceğe bakarken, öncelikle tarihimizi iyi anlamak, insanlık tarihi içindeki yerini doğru tespit etmek zorundayız. Osmanlı Devleti, kuruluş döneminde esas itibariyle bir Balkan devleti olarak gelişmiştir. İstanbul'un başkent olmasıyla birlikte çok kültürlü, çok uluslu, çok dinli bir Avrupa ve Akdeniz gücü olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. Osmanlı, altı asrı aşan tarihi boyunca Avrupa ile karşılıklı etkileşim içinde olmuştur. İçinde bulunduğumuz bin yılın özellikle son üçyüz yılında tüm dünyayı etkileyen büyük değişim ve dönüşümler gerçekleşmiştir. İnsanlık tarihinde belirleyici etkiler yaratan bu değişim ve dönüşümlerin itici gücü ve odak noktası Aydınlanma Çağı ve Fransız İhtilali'dir. Eşitliğe dayanan vatandaşlık anlayışı, temel hak ve özgürlükleri tadat eden Cumhuriyetçi Anayasacılık ve laiklik, Fransız İhtilaliÕyle birlikte evrenselleşmeye başlamıştır. Hiç kuşkusuz, bu gelişme insanlığın uzun kollektif öğrenme süreci neticesinde ortaya çıkmıştır. Her ne kadar bu sürecin başlangıç noktasında yönetenlerin yönetilenlere hesap vermesi, iktidarın kullanımında keyfiliği ortadan kaldırarak, toplumsal rızanın meşruiyetin ana kaynağı haline gelmesi fikrini ilk kez gündeme getiren "Magna Carta" bulunuyorsa da, yasalar önünde eşit vatandaşlardan oluşan ulus-devlet fikrinin dünyaya yayılması ÔFransız İhtilaliÕnin ürünüdür. Bu yayılma tek bir çizgi üzerinde gelişmemiştir. Etkilediği her ülkenin tarih ve kültürüyle eklemlenerek farklı modeller yaratmıştır. Mirasçısı olduğumuz imparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesi ve onun küllerinden Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuşu da ulus-devletin dünyaya yayılmaya başladığı tarihi dönemde gerçekleşmiştir. Aydınlanma Çağının ve Fransız İhtilali'nin etkileri, 18. Yüzyılın sonundan itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nda hissedilmeye başlamıştır. Eğitimde ve hukukta modernleşme arayışlarına girişilmiştir. 19. Yüzyıl boyunca devam eden bu arayışlar 1876 yılında Birinci Meşrutiyet'in ilanı ve ilk anayasanın kabul edilmesiyle bir anayasacılık hareketini başlatmıştır. Büyük Atatürk'ün önderliğinde gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı neticesinde kurulan Cumhuriyetle birlikte bu hareket niteliksel bir dönüşüme uğramıştır. Büyük Atatürk'ün eseri, bir büyük hukuk devrimi olan Cumhuriyet, 20. Yüzyılın en başarılı toplumsal ve siyasal değişim projesidir. Cumhuriyet sayesinde Türkiye evrensel hukuk prensipleriyle buluşmuştur. Bu Atatürk'ün eşsiz dehasının en parlak ürünüdür. Irk, dil, din, mezhep ve cinsiyet farkı gözetmeksizin tüm yurttaşların eşitliği ve özgürlüğü fikri; din ve vicdan hürriyetini de teminat altına alan laiklik anlayışı ve üniter devlet yapısı demokratik cumhuriyet misakının temelini oluşturmaktadır ve milletimizin vazgeçilmez müştereğidir. Büyük Atatürk'ün önderliğinde doğulu-batılı; kuzeyli-güneyli; genç-yaşlı; kadın-erkek Türk ulusal kurtuluş savaşçılarının kahramanlıkları ve fedakarlıklarıyla verilen bir büyük varoluş mücadelesinin ürünü olan bu misaka bağlılık her Türk vatandaşının görevidir. Bir cihan imparatorluğunun parçalanışı ve bunun Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki çeşitli etkileri iyi değerlendirilmelidir. Türkiye'nin iç ve dış politikasındaki hedefleri, birliğini muhafaza, ayakta durma, iç barışını mutlaka koruma hususundaki kaygılarının kaynağı, iyi değerlendirilmelidir. Din, ırk ve mezhep konularının politize edilmesinin ülkenin "destabilize" edilmesine varabileceği endişeleri, tarih şuuru içerisinde mevcuttur. Cumhuriyetten, demokratik cumhuriyete geçişte, geçen 50 sene zarfında karşılaştığımız büyük bunalımların kökünde yatan budur. 1870'li yıllarda başlayan "Makedonya Mes'elesi", unutulmamıştır. "Hufre-i inkıraz pençe-i izmihlal" korkuları, "infırad-ı anasır mı? ittihad-ı anasır mı?" Tartışmaları bizi, bugünkü vatanımızı dahi savaş yapıp kurtarmak mecburiyetinde bırakmıştır. Çok partili hayata, yani demokratik cumhuriyete geçildiğinden bu yana ülke; demokratik otoritenin hakim kılınması ve hukuk devletinin işleyebilmesi bakımından, zaman zaman sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Devlet, yönetebilirlik, iç güvenlik, barışın ve hürriyetin aynı zamanda korunması ile uğraşmıştır. Bölücü, aşırı ve yıkıcı akımlar ve çeşitli mihraklar, iç barışı bozmuştur. Beş bin vatandaşımızın hayatını kaybettiği bir "anarşi" hadisesi ve 30 bini aşkın vatandaşımızın hayatını kaybettiği bir "bölücü terör" hadisesi ile karşılaşılmıştır. Demokrasi, kendini savunmaktan mahrum bir rejimin adı olamaz. Demokrasiye yürekten bağlı hiçbir millet kamu düzeninin tahrip edilmesine razı olmaz. Unutulmaması lazım gelen husus budur. Çağdaş devletten beklenen, demokratik otoritenin mutlaka sağlanması, halkın can ve mal güvenliğinden emin olması, demokratik hakların korunması, huzur ve sükunun mutlaka temin edilmiş olmasıdır. Unutmamak lazımdır ki, İnsan Hakları Beyannamesi'nin 30'uncu, Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu'nun 17'nci maddesi, hak ve hürriyetlerin, onları ortadan kaldırmak için kullanılmayacağını amirdir. Yani, özgürlük; özgürlüğü ortadan kaldırmak için kullanılamaz. Sorun, sadece bir anayasa sorunu değildir. Topyekun bir işleyen devletin meydana getirilmesi sorunudur. Bu, iyi bir anayasa, iyi bir siyasi sistem demek olduğu kadar, geleneklere sahip, iyi yetişmiş, birikimli, deneyimli kadrolarla cihazlanmış, ahenk içerisinde çalışan kurumlar demektir. Anayasa; işleyen devletin, işleyen rejimin, işleyen ekonominin sadece bir aracıdır. Ayrıca, toplumun demokratik eğitim ve kültürü, görenekleri, gelenekleri, demokrasi inancı ve ona sahipliği, sistemin işlemesinin önemli bir şartıdır. Çağdaş bir devletin çağdaş anayasası, çağdaş yasaları ve çağdaş kadroları yanında, çağdaş topluma olan ihtiyacı, önemli bir husustur. Yani, demokratik hak ve sorumluluklara hassasiyet gösteren toplum, bu bütünde vazgeçilmez unsurlardan biridir. Bulunduğumuz bölgede, devraldığımız tarihi şartlar ve coğrafyanın dikte ettiği bazı olumsuzluklar, bizim ayakta durabilmemiz için, demokratik, üniter ve laik devleti, mutlaka korumamızı gerektiriyor. Unutmamak lazımdır ki, Türkiye; Cumhuriyetin, demokrasinin, laikliğin ve Müslümanlığın, çağdaşlığın bağdaştığını göstermek gibi büyük bir iddiayı hayata geçirmektedir. Bunun hiçbirisinden vazgeçilemez. Bu, bir büyük uzlaşmadır. Bu büyük uzlaşma, güçlü iç barış ve dayanışma demektir. Bunda herkesin yararı vardır. Herkese birden sesleniyorum: bu uzlaşmayı koruyalım! Bu demek değildir ki, Türkiye'nin daha iyi bir anayasaya, daha iyi kanunlara ihtiyacı yoktur... Hayır vardır! Nitekim, demokratik cumhuriyetin tüm kurum ve kurallarıyla işleyip işlemediği hususu hala tartışılabilmektedir. Bu, "konuşan Türkiye"nin, demokrasinin gücünü göstermektedir. Cumhurbaşkanı seçildiğim 16 Mayıs 1993 günü bu kürsüden yaptığım konuşmada, "1982 Anayasası hazırlanışı, sunuluşu, kabul edilişi, nihayet şartları ve içeriği itibariyle tam demokratik değildir. Bu Anayasa Türkiye'ye bir anayasal düzen getirmiştir; fakat bunun tam anlamıyla demokratik anayasal bir düzen olduğu söylenemez." demiştim. O tarihten bu yana 1982 Anayasası'nın birçok maddesi değiştirilmiştir. Yüce Meclis Anayasayı değiştirme yetkisini kullanarak başlangıç noktasındaki kusurları giderme iradesine ve imkanına sahip olduğunu ortaya koymuştur. Anayasanın eksikliklerini düzeltmenin mümkün olduğu ortadadır. Esasen, hala yüce Meclisin ve Türkiye'nin gündeminde Anayasa değişikliği teklifleri vardır. Bu teklifler süratle ve ciddiyetle ele alınmalı, Türkiye artık anayasasıyla ilgili tartışmaları geride bırakacak yapısal reformları tamamlamalıdır. Çağdaş anayasal demokrasi bağlamında eksikleri varsa bunları hızla gidermelidir. Çok partili demokrasiye geçiş döneminin ürünü olan tartışmalara geri dönülmemeli, bunlar artık geride bırakılmalıdır. Demokrasi ve cumhuriyet birbirinin karşıtı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Demokratik cumhuriyet işte bu uzlaşmanın adıdır. Unutmamak lazımdır ki, bütün diktatörlükler anarşi ve fetretin içinden çıkar ve güvenlik vaadiyle gelir. Hürriyet rejimi, düşmanlarından korunarak ayakta tutulabilir. Ancak, vatandaşın temel hak ve hürriyetlerinin korunacağı konusunda devlete güveni de sarsılmamalıdır. Türk vatandaşı; laik cumhuriyetle Müslümanlığı bağdaştırmıştır. Türk vatandaşının inançlarına serbestçe sahip çıktığını ve ibadetlerini rahatça ve serbestçe yaptığını herkes biliyor. Bu ülkede; 70 bin cami, 85 bin din adamı halkın hizmetindedir. Eğer camie siyaset sokulmazsa; ne dinin devletten, ne devletin dinden şikayeti yoktur. İslamın bütün şartlarını yerine getirmesi için, Türkiye'nin bir noksanı yoktur. Türkiye, teokratik bir devlet değildir! Laik bir devlettir! Laiklik demokrasinin de inanç ve ibadet hürriyetinin de temeli ve teminatıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin "dar-ül harp" olduğunu iddiaya cüret edenler şunu asla unutmasınlar:; dinlerin en mütekamili ve en hoşgörülüsü olan İslam dinini bir saadet, barış ve sevgi dini olarak bu topraklarda gönül rahatlığıyla ve iç huzuruyla yaşamaya devam etmemiz Cumhuriyet sayesindedir. Anayasa değişiklikleriyle ilgili çalışmalar yapılırken, uzun anayasacılık tarihimizden ve çok partili demokrasimizin birikimlerinden ders alınmalıdır. Temel hak ve hürriyetlerin anayasal güvenceye alınmasında, iktidarın anayasalar yoluyla sınırlandırılmasında, kısaca daha iyi işleyen bir demokrasinin geliştirilmesinde neler yapılması gerektiği ancak bu tarihi tecrübelerimizin dikkatle incelenip sorgulanmasıyla ortaya konabilir. Bir ülkenin siyasi tarihinin o ülkenin anayasal tarihini belirlediği açık bir gerçektir. Esasen, anayasalar bir anlamda tarih projeleridir. Geçmişten geleceğe köprü kuran, birlikte yaşama kurallarıdır. Bu noktada, anayasal devletin değişmez bir yapı değil, tersine değişen koşullar altında yeniden kurulması, korunması ve yenilenmesi gereken bir proje olduğunu da hatırlatmak istiyorum. Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de, demokrasimizin ve devletimizin daha iyi işletilmesi beklentisi kamuoyuna malolmuşsa buna çözüm aramaktan kaçınılamaz. 21. Yüzyıla gerektiği şekilde hazırlanmamızı mümkün kılacak adımları atarken tarihi deneyim ve birikimlerimizi tabii ki gözardı etmemeliyiz. Ancak, dünün alışkanlıklarıyla geleceğin icapları arasında bir denge kurulması gerektiğini de unutmamalıyız. Burada dikkate alınması gereken bir diğer denge de, bazı bilim adamlarımızın işaret ettiği gibi temel hak ve hürriyetler ile kamu düzeni arasındaki dengedir. Özgürlüklerin, hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik otorite ile korunabildiği unutulmamalıdır. Yüce heyetinizin bu dengelere dikkat ederek, toplumumuzun tüm kesimlerince arzulanan yapısal değişimleri ihtiva eden bir anayasal reform projesini ortaya çıkaracak anlamlı ve yapıcı bir tartışmayı er veya geç başlatacağına yürekten inandığımı bir kere daha ifade etmek istiyorum. Değerli Milletvekilleri, Müteaddit vesilelerle vurguladığım gibi, uluslararası ilişkilerde her alanda yerleşik kural ve kurumların sorgulandığı, yeni arayışların hız kazandığı bir dönüm noktasındayız. Türkiye'nin kaybedecek vakti yoktur. Dünyayla birlikte soluk alıp vermek, bu arayışların içinde yer almak ve bulunacak çözümlerin parçası olmak zorundayız. Bunun için de öncelikle, siyasi, ekonomik, idari ve adli alanlarda gerekli reformları bir an önce gerçekleştirmeliyiz. Bu Türkiye'yi parlak geleceğine taşıma mücadelesidir. Demokratik siyasi rekabet bu mücadelenin daha verimli bir şekilde yapılmasını sağlayan bir bayrak yarışıdır. Bu yıl Berlin Duvarı'nın yıkılışının 10. yıldönümüdür. Duvarın yıkılışı aynı zamanda ideolojik kutuplaşmanın sona ermesinin de sembolüdür. Bu gelişme, 20. Yüzyıl boyunca siyasete damgasını vurmuş olan sağ-sol saflaşmasını büyük ölçüde anlamsızlaştırmış ya da en azından siyasi farklılıkların kitlelere izahını güçleştirmiştir. Siyasi düzeydeki bu değişime paralel sayılabilecek bir zamanlamayla küreselleşme olgusu, ulus-devlete bakışı değiştirmeye başlamış, ekonomik manada sınırların önemi azalmıştır. Değişen koşullar siyaseti ve siyasi örgütlenmeyi değişime zorlamaktadır. Tüm dünyada bu yönde bir arayış vardır. Türkiye, dünya ölçeğindeki bu gelişmelerden doğal olarak etkilenmektedir. Devletin nasıl daha iyi işletilebileceği bir ihtiyaç olarak tüm siyasi partilerimizin gündeminde yer almaktadır. Cumhurbaşkanı olarak göreve başladığımdan bu yana ben de devlet reformu konusu üzerinde özellikle durmaktayım. Bunun, Anayasanın bana verdiği "Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetme" görevinin bir gereği olduğuna inanıyorum. Devlet topluma ve vatandaşa hizmet için vardır. Tüm devlet organlarının ortak amacı halkın refahını artırmak, hürriyet, güvenlik ve mutluluğunu temin etmektir. Öyleyse, bu hizmetin nasıl daha iyi yapılabileceği konusunda düşünmek herkesin görevidir. Çağın icaplarına uygun bir devlet reformu, soyut sloganlar değil, ancak somut öneriler zemininde gerçekleştirilebilir. Bu önerilerin içeriğini tartışmak yarar sağlar. Tartışmaları içerikten ziyade kişilerle irtibatlandırmanın Türkiye'ye hiçbir yararı olmadığını bir kere daha vurgulamak istiyorum. Bu bağlamda, anayasa reformu, yargı reformu ve idari reform konularıyla ilgili daha önce gündeme getirdiğim bazı düşüncelerimi bu kürsüden yüce milletimizin ve yüce heyetinizin dikkatlerine tekrar sunmakta yarar görüyorum: Anayasalar devletin temel kuruluşu ile bireylerin temel hak ve hürriyetlerini belirleyen toplumsal sözleşmelerdir. Burada öncelikle temel hak ve hürriyetler konusu üzerinde durmak istiyorum. Bu bağlamda çağdaş evrensel standartlar bellidir. Demokrasiler camiasının mensubu olan Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslararası insan hakları hukukunun gelişmesine katkıda bulunmuştur. Başta Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi olmak üzere ilgili diğer BM belgelerinden Avrupa Konseyi sözleşmelerine ve AGİT tarafından kabul edilen muhtelif belgelere kadar uzanan temel insan hakları belgeleri bu alanda Türkiye'nin üstlendiği uluslararası taahhütlerin çerçevesini çizmektedir. 1948 tarihli Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, 1954 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve 1990 tarihli AGİK Paris Şartı bu çerçevede temel dönüm noktalarını oluşturmaktadır. Tüm bu belgelerin hazırlanışına ve kabul edilişine katılmış bir ülkenin bu çerçevede eleştirilerle karşı karşıya kalmasına izin verilemez. Oysa, askeri bir müdahale sonucu hazırlandığından ve haklarla ilgili bölümü bir istisnalar rejimine tabi olduğundan ülkemiz, Anayasasıyla ilgili yoğun eleştirilere muhatap kalmaktadır. Binaenaleyh, Türkiye Anayasası'nın temel hak ve hürriyetlerle ilgili bölümünü uluslararası taahhütleriyle uyumlu hale getirmelidir. Anayasanın, devletin kuruluşuyla ilgili bölümünü ele alırken öncelikle siyasi yapı üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır. Bu noktada temel mesele kuvvetler ayrılığına işlerlik kazandırılmasıdır. Yasama organı etkili denetim gücüne kavuşturulmalıdır. Demokratik denetimin daha etkili bir hale getirilmesi ve yasama faaliyetinin daha titiz bir incelemeye tabi tutulabilmesi için anayasal deneyimimiz çerçevesinde 20 yıllık uygulaması olan senato, yeniden ihdas edilmelidir. Yasama organı seçimlerinde seçmen ile vekili arasındaki bağı güçlendirecek dar bölge çoğunluk sistemine geçilmesi fikri üzerinde durulmalıdır. Partilerin mali kaynakları ve siyasetin finansmanı saydamlaştırılmalıdır. Yasama dokunulmazlığının kapsamı çağdaş standartlarla uyumlu hale getirilerek daraltılmalıdır. Cumhurbaşkanı iki turlu seçimle halk tarafından seçilmelidir. Parlamentoyu fesih müessesesi işler hale getirilerek, anayasal geleneğimize uygun bir şekilde bu yetki Cumhurbaşkanına verilmelidir. Fesih aslında maksadı tam açıklayan bir kavram da değil. Fesih denince, Abdülhamit'in Meclis'i feshetmesi akla geliyor. Burada, kastedilen seçimlerin yenilenmesidir. Seçimlerin yenilenmesi kararını bazen seçilmiş kişiler almakta zorlanıyor. Bu onlara da yardımcı olacak bir yöntemdir. Seçmenlerin önemli konularda doğrudan görüşlerini ortaya koyabilmelerine imkan tanıyacak şekilde referandum müessesesine işlerlik kazandırılmalıdır. Doğrudan halk tarafından seçilecek Cumhurbaşkanına bu yetki şarta bağlı olmadan tanınmalıdır. Olağanüstü hallerde bunalımdan çıkış için gereken demokratik mekanizmalar anayasaya dahil edilmelidir. Cumhurbaşkanının yasaları bir kere daha görüşülmek üzere TBMM'ne geri gönderme yetkisi yeniden tanzim edilmeli, mevcut yetkiye yeni bir unsur eklenmelidir. Böylece, bir yasanın münferit madde veya maddelerindeki eksiklik nedeniyle o yasanın tümünün geri gönderilmesi mecburiyetinin ortadan kaldırılması mümkün olacaktır. Burada örnek alınması gereken ABD başta olmak üzere bazı ülkelerde uygulanmakta olan modeldir. Bu modele göre, ilgili yasanın sadece belirli bir veya birkaç maddesinin geri gönderilmesine imkan bulunmaktadır. Öte yandan, merkezi ve yerel yönetimler arasındaki yetki ve sorumluluk dağılımı yeniden tanzim edilmelidir. Köklü bir yargı reformu gerçekleştirilmelidir. Yargı bağımsızlığının güvenceleri sağlamlaştırılmalıdır. Bu amaçla, yargı bağımsızlığı ile ilgili eleştiriler dikkate alınarak eksiklikler giderilmelidir. Adaletin geç tecelli etmesi Türkiye'deki en önemli şikayet konularından biridir. Bu itibarla, mahkemelerimizin adaletin tevziini gecikmeksizin gerçekleştirebilmeleri için gereken tedbirler süratle alınmalıdır. Bunun bir yolu Adalet Bakanlığımızın bütçeden aldığı payın artırılması ise, diğeri yüksek yargı organları üzerindeki yükün azaltılmasıdır. İtirazların ele alınacağı ara kademe denetim mahkemeleri ihdas edilmelidir. Mahkemelerin sayısının artırılması, davaların daha hızlı görülmesini sağlayacak muhakeme usulüne geçilmesi gibi hususları kapsayacak değişikliklerle daha iyi işleyen yeni bir adli yapılanmaya gidilmelidir. Devlet yönetimi, menfaat ve nema dağıtan bir yer olmaktan çıkartılmalıdır. Bunu sağlamanın yolu, devletin ekonomik ve ticari faaliyetin içinden tümüyle çıkmasından geçmektedir. Kamu idaresinde verimliliğin birinci şartı budur. Bu amaçla, özelleştirme programı kararlılıkla uygulanmalıdır. Kaynakların israfına ve yanlış kullanımına yol açan faaliyetlerden uzaklaştığı ölçüde devlet asli fonksiyonlarını daha etkili bir şekilde yerine getirecektir. Ayrıca, devlet personel rejimi, liyakatı ve performansı ödüllendirecek bir biçimde ıslah edilmelidir. Nitelikli işgücünün devlette istihdamı sağlanmalıdır. Merkezdeki yetkiler ademi merkeziyetçi bir anlayışla vatandaşa yakın birimlere devredilmeli, yerel yönetimler güçlendirilmelidir. Devlet gereksiz personel yükünden kurtarılmalıdır. Esasen, devlet reformu konusunda uluslararası alanda da arayışlar yaygınlaşmıştır. Fransa'da devlet reformu uzun zamandır gündemdedir. İtalya ve İngiltere anayasal ve idari reform arayışları içindedir. AB içinde birçok ülke bu konuyla meşguldür. İsrail'den Latin Amerika ülkelerine benzer çabalar gözlenmektedir. Bu çerçevede Vaşington'da yapılan "21. Yüzyıl Devleti İçin Sratejiler: Devletin Yeniden İnşası İçin Küresel Forum" başlıklı toplantıdan çıkan mesajda şu hususlar üzerinde durulmuştur: "21. Yüzyılda bir ülkenin güçlü iktisadi avantajlara sahip olabilmesinin yolu etkili, işleyen ve halkının desteğine sahip demokratik bir devlet yaratmasından geçmektedir. Etkisiz, yavaş hareket eden, aşırı merkeziyetçi bir devlet yapısı 21. Yüzyılın yüksek hızlı ve yüksek teknoloji kullanan ekonomisinde özellikle özel sektörün dinamizmi önünde en temel engel olacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki yüzyılda refaha ulaşılması, vatandaşların ve piyasaların isteklerine cevap verebilecek esnek ve etkili, kararları vatandaşa en yakın düzeyde alabilen bir devlet yapısı geliştirilmesine bağlıdır. Kısaca devlet yeni çağın icaplarına uygun olarak yeniden inşa edilmelidir." Eğitim ve sağlık alanlarında da köklü reformlar gerçekleştirmek zorundayız. Zira, çağımızda bir ülkenin asıl gücü ve zenginliği vatandaşlarının çağın icaplarına uygun donanımlara sahip olmasına bağlıdır. Kendini geliştirme imkanlarına sahip olmak, mutluluk ve huzuru aramak ve sağlıklı bir yaşam sürdürmek, her insanın en temel ihtiyaçları arasındadır. Hatta bu, çağımızda bir hak halini almıştır. Etkili toplumu, bilgi toplumunu ancak dünya çapında rekabet edecek donanıma sahip yurttaşlardan oluşan bir toplum kurabilir. Bunu sağlamanın temel yolu, bilgiye ulaşımı ve bilginin yönetim ve kullanımını demokratikleştirmekten geçmektedir. Türkiye genç ve dinamik bir nüfusa sahiptir. İnsan sermayesi sahip olduğumuz en büyük zenginliktir. Türkiye'de ilköğretime başlayan çocukların toplamı, Almanya, İngiltere ve Fransa'da ilköğretime başlayan çocukların toplamından fazladır. Türkiye 8 yıllık temel eğitime geçmekle eğitim alanında ihtiyaç duyulan reform hamlesini başlatmıştır. Vatandaşlarımız bu reform hamlesine yürekten sahip çıkmışlardır. Geniş katılımlı bir okul yaptırma seferberliği başlatılmıştır. Bu seferberlik sürdürülmelidir. Kesintisiz zorunlu eğitimin en kısa zamanda 11 yıla çıkartılması için hazırlıklar şimdiden başlatılmalıdır. Vatandaşlarımızın sadece zorunlu okul yılları süresince değil, ömür boyu öğrenim konusunda gerekli teşvik ve imkanlara sahip olabilmeleri sağlanmalıdır. Tüm okullarımızın bilgisayara kavuşması doğrultusunda da bir seferberlik başlatılmalıdır. Üniversite projesi, Türkiye'nin önümüzdeki yüzyıla hazırlanması bakımından son derece önemli bir projedir. Bu proje, toplumun da katılımıyla daha ileriye götürülmelidir. Eğitimin her aşamasında yaratıcılık ve girişimcilik ruhu teşvik edilmelidir. Bu bağlamda, yasalar önünde eşitliğin önemini; siyasi, medeni ve insan haklarına saygıyı; hoşgörünün ve çoğulculuğun erdemini; farklı toplumları, görüşleri ve gelenekleri anlamayı ve bunları saygıyla karşılamayı esas alan demokratik yurttaşlık değerlerine de öncelik verilmelidir. Bu esasen, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu büyük Atatürk'ün bize miras bıraktığı eğitim felsefesinin hedefidir. Önümüzdeki yüzyılda eğitim sistemimizin temel amacı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının dünyanın neresinde olursa olsun becerileriyle ve donanımlarıyla çağdaşlarıyla rekabet edebilecek güce kavuşturulmaları olmalıdır. Vatandaşlarına sağlıklı bir yaşam imkanı tanımak, çağdaş toplum olmanın temel şartıdır. Sağlık alanında mutlaka gereken reformları gerçekleştirmeliyiz. Genel Sağlık Sigortası ya da herkesin sağlık imkanlarından yararlanacağı işleyen bir sistem ortaya çıkartılmalıdır. Bu gerçekleştirilene kadar Yeşil Kart sistemi uygulanmaya devam edilmelidir. Koruyucu sağlık alanındaki hizmetler de ıslah edilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Sağlık alanındaki reform hamleleri sadece devletin işi olarak görülmemelidir. Bu alanda da toplumsal bir seferberliğe ihtiyaç vardır. Girişimcilerimizin sağlık sektörüne yatırım yapmaları teşvik edilmeye devam edilmelidir. Ancak, özel sağlık kurumlarının denetimi konusu üzerinde daha titizlikle durulmalıdır. Denetim zihniyeti yeni bir anlayışla ele alınmalı, özel sağlık sektörünün kendi kendini denetlemesi için gerekli kurumsal yapıların oluşması yönünde gerekli tedbirler alınmalıdır. Eğitim ve sağlık alanında yapılacak yatırımların getirisi önümüzdeki yüzyılda her zamankinden daha yüksek olacaktır. Zira, insana yatırım kalkınmanın, daha yüksek ve verimli istihdamın, sosyal ve bölgesel dengesizlikleri azaltmanın anahtarıdır. Bilgi çağında kalkınma, insan merkezli kalkınma olacaktır. Bu noktada, devlet-toplum ilişkileri üzerinde durmak istiyorum: bu bakımdan önemli olan iki kavram "kamu idaresinde şeffaflık" ve "katılımcılık"tır. Demokratik vatandaşlık anlayışı, çözüm arayışlarına vatandaşın katılımı için gerekli diyalog kanallarını açık tutmayı gerektirmektedir. Sivil toplum kurumlarının, diğer bir deyişle üçüncü sektörün gelişip güçlenmesi işte bu bağlamda hayati önem taşımaktadır. Her şey devletten beklenmemelidir. Ancak, devlet de vatandaşına güvenmelidir. Karşılaştığımız her zorlukta devleti soyut bir kavram olarak eleştirme kolaycılığı demokrasilerde eleştiriden beklenen yararın ortaya çıkmasını engellemektedir. Somut eleştiriler ortaya konulduğu takdirde, bunların düzeltilmesi imkanı mevcuttur. Esasen, devleti daha iyi işletmek vatandaşın demokratik dikkat ve uyanıklığıyla mümkündür. Devlet de vatandaşının somut ve yapıcı eleştirilerine açık olmalıdır. Sivil toplumla devlet arasındaki ilişkileri tanzim edecek temel çerçeve, özgürlükler ile sorumluluklar arasındaki dengedir. Çağdaş devletin vatandaşı demokratik vatandaşlık bilincine sahip olan bireydir. Unutulmaması gerekir ki, demokrasiyi güçlü kılan da, yaşatan da esas itibariyle budur. Tüm bu reformlarla ulaşmak istediğimiz hedef, önümüzdeki yüzyılda dünyanın en gelişmiş on ülkesi arasına girmektir. Dolayısıyla, çağın icaplarına uyum sağlamayı amaçlayan arayışların dışında kalamayız. Etkin ve sorun çözücü bir hizmet anlayışının hakim olduğu devlet yapısını kurmayı; sivil toplumun her alanda katılımını sağlayacak şekilde demokrasimizi geliştirmeyi; kendi sorunlarını kendi çözen bir yerel yönetimler sistemi oluşturmayı mutlaka başarmalıyız. Değerli Milletvekilleri, Kurtuluş Savaşı'nın ateş çemberinden geçen Türk halkı, alınyazısını kendi iradesiyle belirleme hakkını elde etmiştir. İmparatorluktan ulus-devlete, tebadan vatandaşa geçilmesiyle Türk milleti, eşit vatandaşlardan oluşan bir topluluk halini almıştır. Bu kökten bir değişiklik, bir devrimdir. Artık devletin sahibi,Êefendisi hanedan veya halife değil, millettir. Egemenlik hakkını Tanrı'dan alan ve yalnız Tanrı önünde sorumlu olan padişahlık, bir daha geri gelmemek üzere gitmiştir. "Milli iradeyi hakim kılmak" (1919) ilkesi bir devrimi ifade etmekte idi ve 29 Ekim 1923'te bu ilke mantıki sonucuna erişmiş, Türkiye bir Cumhuriyet olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Cumhuriyet "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözünde ifadesini bulur. Bu ilkeyle, Osmanlı siyasi sistemi, kökünden ortadan kalkmıştır. Atatürk, bunu kesin biçimde ifade eder; "Yeni Türkiye'nin eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı Hükumeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur" (Atatürk, Nutuk, II, 437). "Devletin dini din-i İslamdır" diyen Osmanlı toplum düzeni, laik Türkiye Cumhuriyeti'nin toplum düzeni ile taban tabana zıttır. Türkiye Cumhuriyeti'yle Osmanlı devlet sistemi arasında hiçbir bağ kurulamaz. Bu noktada Osmanlı tamamiyle ve kesinlikle son bulmuştur. Ancak, kültürel bakımdan Osmanlı döneminden devraldığımız zengin bir miras da vardır. Bu miras bugün de etkilerini sürdürmektedir. Bu da son derece doğaldır. Milletimizin tarih içindeki yürüyüşünün önemli bir durağı olan ve evrensel tarihe damgasını vurmuş olan Osmanlı kültür ve medeniyetiyle haklı bir gurur duyuyoruz. Cumhuriyet, tarih şuuru içinde Osmanlı mirasına sahip çıkmıştır. Rus ordularının Kuzey Karadeniz, Balkanlar ve Kafkaslara her girişinde, 1783'den beri birbiri ardından gelen göçlerle Anadolu bugün, imparatorluğun etnik ve kültürel bir minyatürü haline gelmiştir. Osmanlı kültürünü benimsemiş, anadili Türkçe olmayan yüzbinlerce Arnavut, Boşnak, Pomak, Giritli, Karadağlı, Çerkes, Abaza, Çeçen, Gürcü bu yurda gelip yerleşmişlerdir. Onları buraya, "Anavatan"a koşuşturan şey, ortak tarih ve yaşam tarzı, kültür değil de nedir? Anadolu Türkü onları kendisinden saymış, kucak açmıştır. Tarih ve kültürün, etnik menşeden çok daha güçlü bir sosyal vakıa olduğunu daha iyi hangi örnek gösterebilir. Onlar, canıgönülden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuşlar, modern Türkiye'nin oluşması ve yükselmesinde hayati hizmetlerde bulunmuşlardır. Anadolu, onlar için gerçek bir "Anavatan" olmuştur. Bu etnik çeşitliliği bir zenginlik olarak kabul eden Cumhuriyet felsefesinin ürünü olan anayasalarımız, herkesin hukuk önünde eşit olduğu bir Türk vatandaşlığı; her inancı aynı düzeyde saygın gören son derece hoşgörülü bir din serbestliği; inanç ve ibadet hürriyeti getirmiştir. Huzur içinde ortak nimetlerini paylaştığımız bu güzel yurdu, bu sağlıklı cumhuriyet rejimini korumak herkesin yararınadır. Bu gerçeği hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Değerli Milletvekilleri, Cumhuriyetin kazanımlarının, milletimizin 20. Yüzyıldaki bu büyük başarısının içeride ve dışarıda daha iyi bilinmesi, öncelikli meselelerimizden biridir. Cumhuriyetle birlikte 20. Yüzyılın en başarılı sosyal ve siyasi değişim projesini hayata geçirmemize rağmen, 21. Yüzyıla girerken Türkiye'nin bir imaj sorunu vardır. Bu imaj sorununun ortaya çıkmasında yurtdışındaki bize hasım çevrelerin kuşkusuz payı vardır. Tabii ki, meseleyi sadece bu çerçevede görmek bizi çözüme götürmez. Bir kere daha vurgulamak isterim ki, "laf sahibinden çoğalır". Türk insanı ülkesinin imajından memnun hale geldiğinde imaj sorunumuz büyük ölçüde aşılmış olacaktır. İmaj sorunu daha çok insan hakları alanında ülkemize yöneltilen eleştirilerle irtibatlı bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda, dikkatle değerlendirilmesi gereken husus şudur: Ülkemize karşı yöneltilen eleştirilerin birçoğu haksız ve temelsizdir. Ancak, düzeltilmeleri yönünde ülkemiz kamuoyunda geniş bir toplumsal mutabakat sağlanmış olan bazı eksikliklerimiz olduğu da bir vakıadır. Bunlar üzerinde titizlikle durmamızda yarar bulunmaktadır. Kolaylıkla düzeltilebilecek bazı eksikliklerimiz nedeniyle dış tanıtıma yönelik çabalarımızın etkisiz kalması önlenmelidir. Bu husus Türkiye'nin imajı açısından önem ve öncelik taşımaktadır. Bu adımlar atılırken ülkenin idare edilebilirliğinin ve üniter devlet yapımızın hiçbir şekilde zedelenmemesi tabii ki hayati bir konu olarak önemle gözönünde bulundurulacaktır. Ülkemizin dış tanıtım alanında yeni bir yapılanmaya ve gerçek manada bir dış tanıtım stratejisine ihtiyacı bulunmaktadır. Tanıtım alanında görev yapan kuruluşlarımızın çağa uygun zihniyet ve yapı değişikliklerini gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Öte yandan, her şeyin devletten beklenmesi de yanlış bir yaklaşımdır. Dış tanıtım konusunda büyük şirketlerimizin, sivil toplum kuruluşlarının ve bu amaçla oluşturulacak vakıfların faaliyetini teşvik edecek tedbirler alınmalıdır. Bu doğrultuda bir toplumsal seferberliğin başlatılmasına öncülük edilmelidir. Kabuğunu kırmış ve dünyaya açılmış olan dinamik Türk girişimcileri bu bakımdan önemli bir vasıtadır. ÊÖte yandan, bir ülkenin kendini iyi tanıtabilmesi için kendini de etrafını da iyi tanıması gerekmektedir. Bu doğrultuda faaliyet gösterecek düşünce kuruluşlarının sayılarının artması sağlanmalıdır. Dış politikamızın kültür diplomasisi boyutu da bu bağlamda önem taşımaktadır. Kültür alanında yeni işbirliği alanları yaratarak kültürel ilişkilerimizi yaygınlaştırmamız imaj sorunumuzun aşılmasına katkıda bulunacaktır. Türkiye varlarını ve gerçek potansiyelini de dünyaya daha iyi anlatmalıdır. Bunun için her şeyden önce gerekli kaynaklar sağlanmalıdır. Çağdaş hukuka dayalı bir devlet kuruluşu olduğu kadar, aynı zamanda, halk için bir yaşam tarzı da olan Cumhuriyet sayesinde Türk kadını-erkeğiyle eşit hale gelmiş, toplumsal ve kamusal hayatta hakettiği yeri almıştır. Demokratik Cumhuriyetin, Türk kadınına toplum içinde verdiği rol sayesinde ulusal gücümüz en az iki misline katlanmıştır. Cumhuriyet eşitlik, özgürlük ve uygarlıktır. İnsanlık onurunu her şeyin üstünde tutmaktır. Cumhuriyet cehalete, yoksulluğa, fukaralığa, çaresizliğe karşı verilen mücadelenin adıdır. Cumhuriyetin temelindeki iddia, vatandaşlarını, çağdaş bir devletin vatandaşı yapmaktır. Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca hızlı bir kalkınma gerçekleştirmiş ve 76 yılda, tarım öncesi bir toplumdan, sanayileşmiş, demokratik bir kent toplumu haline gelmeyi başarmıştır. Bundan sonraki hedefimiz, demokratik bir bilgi toplumu olmaktır. Cumhuriyet, bir büyük dönüşüm, hayatın her alanını kapsayan bir zihniyet devrimidir. Cumhuriyet, dünyayla birlikte düşünebilmek, zamanın ruhunu yakalayabilmek, evrensel uygarlığın ortak dilini konuşabilmektir. Çağdaş eğitim Cumhuriyetin en önemli başarılarından biridir. Bugün kurulduğu gündeki tüm nüfusu kadar çocuğu bulunan milletimiz, Cumhuriyet sayesinde ülkenin her köşesine okulu götürebilmiştir. 1923'te tek bir üniversitesi olan Türkiye'nin, bugün ülkenin her köşesine yayılmış 72 üniversitesi ve 1.5 milyon üniversite öğrencisi vardır. Üniversite profesörlerinin yüzde 25' i kadındır. Bu, Avrupa'daki en yüksek orandır ve Türk kadınının gurur tablosudur. Cumhuriyet sayesinde nüfus artış oranı yüzde 3.5'lardan yüzde 1.5'lar seviyesine indirilebilmiş, çocuk ölüm oranı dünya standartlarına yaklaştırılmış, ortalama insan ömrü 35-40 seneden 70 senenin üzerine çıkmıştır. Anadolu, tarihinin en mamur ve müreffeh dönemini Cumhuriyetten sonra yaşamıştır. Sağlık hizmetleri, yol, su, ışık, telefon ülkenin her köşesine demokratik Cumhuriyet tarafından ulaştırılmıştır. Türk ekonomisi Cumhuriyetle birlikte modern yapılara kavuşmuş ve bugün dünyayla rekabet eder hale gelmiştir. Geçen yıl yayınlanan ve AB Komisyonunun aday ülkeler hakkında hazırladığı raporda da atıfta bulunduğu Dünya Bankası Raporu, Türkiye'yi satın alma gücü paritesine göre yaklaşık 400 milyar dolarlık toplam Gayrı Safi Milli Hasıla ve 6 bin 712 dolarlık kişi başına Gayrı Safi Milli Hasıla ile dünyanın 16. büyük ekonomisi olarak tanımlamıştır. Türk ekonomisi dünyanın yükselen on pazarından biridir. Son olarak G-7 grubu ülkeleri Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanlarının 25 Eylül 1999 tarihinde Vaşington'da yaptıkları toplantı sonunda yayınlanan bildiride, küresel ekonomi ve uluslararası finans sisteminin tüm veçhelerini görüşme yetkisiyle mücehhez G-20 adında yeni bir grup kurulmuştur. Bu grubun temel amacı küresel ekonomik krizleri zamanında alınacak tedbirlerle önlemek olacaktır. Geçtiğimiz Haziran ayında Köln'de yapılan G-7 Zirvesi'nde alınan kararlar doğrultusunda kurulan bu grupta, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada, Arjantin, Brezilya, Çin, Hindistan, Meksika Rusya, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Güney Kore, Türkiye ve ABD üye ülke sıfatıyla yer almaktadır. Ayrıca, Bretton Woods Kurumları, yani Dünya Bankası ve IMF de, G-20 grubunun toplantılarına katılacaktır. G-20 grubunun ilk toplantısı Aralık 1999 içinde Berlin'de, ikinci toplantısı ise önümüzdeki yıl Kanada'da yapılacaktır. Grubun başkanlığı iki yıllık sürelerle üye ülkeler arasından dönüşümlü olarak gerçekleştirilecektir. İlk dönem başkanı olarak Kanada Maliye Bakanı tespit edilmiştir. Bu grubun üyeliğine davet edilmiş olmamız, dünya ekonomisiyle bütünleşmiş Türk ekonomisinin Cumhuriyetle birlikte kazandığı gücün yeni ve önemli bir göstergesidir. 2000'li yıllara girerken; her alanda büyümüş, gelişmiş ve uygarlığı yakalamış bir Türkiye vardır. Bir tarım toplumu olan ve bütün ihtiyaçlarını dışarıdan satınalan 13 milyon nüfuslu bir Türkiye'den, bir sanayi toplumu olan ve ihracatının yüzde 90'ı sanayi ürünü olan Türkiye'ye gelinmiştir. Türkiye, uçağını, denizaltısını, otomobilini, kamyonunu, otobüsünü; elektronik cihazlarını, her çeşit gemiyi, telefonunu yapmakta ve bunları ihraç etmektedir. Bu sanayileşmiş bir Türkiye'dir. İhracatının yüzde 70'i, Avrupa pazarınadır. O Avrupa pazarı ki, bir zamanlar Türkiye, onların pazarı idi!... Düz cam üretiminde dünyada ikinci; seramikte dünyada altıncı, Avrupa'da üçüncü; çimento'da Avrupa'da ikinci; demir-çelikte dünyada 14Õüncü, Avrupa'da yedinci; inşaatta, dünya'da ilk 10 içerisindedir. 1923'teki nüfusu kadar çocuğa okul ve öğretmen vermektedir. 2.5 milyon ton tahıl üreten Türkiye, 30 milyon ton tahıl üretiyor. 45 milyon kwh elektrikten, 115 milyar kwh elektrik üretimine gelinmiş. 1940'da 1066 traktörlü Türkiye bugün 1 milyon traktöre sahip. 1950'de 58 bin telefonu olan Türkiye'nin bugün, 17 milyon telefonu var. Türkiye, Cumhuriyetin başında; 307 öğretim üyesi, 2 bin 914 öğrencili 1 Darülfünundan bugün; yılda 188 bin mezun veren, 60 bin öğretim üyesi olan ve 1.5 milyon öğrencisi bulunan 72 üniversiteye ulaşmıştır. Yine, 1000 doktorlu sağlık hizmetinden, 77 bin doktorlu sağlık hizmetine gelinmiştir. Ve nihayet 40 bin köyünün hiçbirisine ulaşılamayan Türkiye'nin, 319 bin km. köyü yolu ile ulaşamadığı köyü yoktur. 40 bin köyünün hiçbirisinde elektrik olmayan Türkiye'nin bugün, elektriği olmayan mezrası dahi yoktur. Okul, öğretmen, televizyon, ülkenin her köşesine gitmiştir. Türkiye'nin sulanabilir topraklarının yarısı sulanmaktadır. 1950'de üç barajı olan Türkiye'de, 1998'de 198 baraj ve bin gölet bulunmaktadır. Ve nihayet 1923'te; adam başına 50 dolar olan milli gelir, 1998'de 6 bin dolardır. Çok partili demokrasiyi benimsemiş ve 1946'dan 1999'a kadar, 14 genel seçim yapılmıştır. Hür seçim, hür parlamento, hür basın, hür yargı, hür üniversite, hür sendika, hür inanç, hür vicdan, hür zihin, hür meydan, hür sokak, hür sivil örgütler. İşte Türkiye!..... Yolsuz, okulsuz, susuz, ışıksız, hekimsiz, ilaçsız, traktörsüz, kamyonsuz, telefonsuz, fabrikasız, velhasıl, hiçbir şeyi olmayan, 13 milyon nüfuslu Türkiye'den; 15 milyon çocuğunu okutan, her köşesine gidilebilen, insanları da, toprakları da suya kavuşmuş, her köşesi aydınlık, her köşesinde telefonu, televizyonu mevcut, 1 milyon traktörü, 10 binlerce fabrikası olan dünya devleti Türkiye! Bu başarıdır ve bu milletin başarısıdır. Bu başarıyı görmezlikten gelmek, örtmek, küçümsemek, inkarcılık olur. Değerli Milletvekilleri, Türkiye, son otuz yıl zarfında ortalama yüzde 5 kalkınma hızını gerçekleştirmiştir. Son on yıl içindeki siyasi istikrarsızlıklara rağmen bunu başarmıştır. Dış ticaret hacmimiz 80 milyar dolara ulaşmıştır. İstanbul Avrasya'nın finans ve ticaret merkezi haline gelmiştir. Türkiye halen Doğu Avrupa'daki, Balkanlar'daki, Karadeniz ve Hazar havzalarındaki ve Ortadoğu'daki en büyük ekonomidir. Türkiye Avrupa Birliği'nin en büyük altıncı ticaret ortağıdır. Ekonomimiz Gümrük Birliği çerçevesinde AB'nin sert rekabet koşullarına başarıyla uyum sağlamıştır. Türkiye, sadece Gümrük Birliğiyle değil, Avrupa'da yaşayan üç milyon Türk'ün AB ülkelerinde geçtiğimiz yıl yarattıkları 50 milyar ECU'ye ulaşan katma değerle ve 7 milyar dolarlık toplam yatırımla AB'nin "de facto" içindedir. Cumhuriyetin başlangıcında iğneden ipliğe kadar her ihtiyacını dışarıdan almak zorunda olan Türkiye, bugün gelişmiş sanayii sayesinde dünyanın 135 ülkesine sanayi mamulü ihraç etmektedir. Türkiye'nin elektrik enerji üretimi 9 AB üyesi ülkenin üretiminin toplamından fazladır. Türkiye, 30 milyar dolarlık yatırımla dünyanın ilk on turizm ülkesinden biri haline gelmiştir. Bu yatırımın yarısını devlet, yarısını özel sektör yapmıştır. Türkiye, telekomünikasyon alanında 20 milyar dolarlık yatırım gerçekleştirmiştir. Önümüzdeki yıllarda bu alanda bir 20 milyar dolarlık daha yatırım yapacaktır. Halen iki Türk haberleşme uydusu uzaydadır. Üçüncüsü ise önümüzdeki yıl fırlatılacaktır. Tüm bunlar 20. Yüzyıldaki kazanımlarımızdır. Hazar Havzası'nda ortaya çıkan yeni enerji coğrafyası küresel pazarlarla Türkiye üzerinden inşa edilecek enerji hatlarıyla bütünleşecektir. Bakü-Ceyhan projesi olarak da bilinen, Hazar-Ceyhan Boru Hatları Projesi, süratle somut bir gerçekliğe dönüşmektedir. Yeniden tarih sahnesine çıkmakta olan ve Avrupa ile Asya'yı bir kez daha birbirine bağlayacak olan İpek Yolu'nun altyapısını oluşturan temel ulaşım projelerinin başlıcaları Türkiye'de inşa edilmektedir. Türkiye önümüzdeki 30 yıl içinde gerçekleştireceği 128 milyar dolarlık bir enerji yatırım paketini ve yine 30 yıl içinde gerçekleştireceği 150 milyar dolarlık bir savunma sanayii yatırım paketini uygulamaya koymuş bulunmaktadır. Türk müteahhitleri tarafından yurtdışında üstlenilmiş olan taahhüt işlerinin toplam tutarı bu yıl itibariyle 40 milyar doları aşmıştır. Milletimizin gururu olan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) 32 milyar dolarlık mali portesi ile Cumhuriyet tarihimizin en büyük entegre projesidir. GAP tamamlandığında Türkiye'nin tarım üretimi üçte bir oranında artacak, ülkemiz, bölgesinde ve dünyada "gıda güvenliği"nin sağlanmasında önemli rol oynayacaktır. Değerli Milletvekilleri, Türkiye bugün, Balkanlar'dan Kafkasya'ya; Ortadoğu'dan Orta Asya'ya kadar uzanan, ihtilaflarla ve istikrarsızlıklarla dolu güç bir coğrafyada barış, istikrar, denge ve refah unsuru olan bir dünya devletidir. Dolayısıyla mevcut bazı zorluklara ve sıkıntılara rağmen geleceğe güvenle bakmamız için her türlü sebep mevcuttur. Türkiye, zengin insan sermayesi, büyük ekonomik potansiyeli, küresel ekonomiyle bütünleşmiş dinamik girişimcileri, üstün savunma gücü, etkili diplomasisiyle parlak bir geleceğe doğru hızla ilerleyen bir dünya devletidir. Tarihinin, coğrafyasının ve ekonomik potansiyelinin gerekleri doğrultusunda çok yönlü ve çok boyutlu bir dış politika izlemektedir. Türkiye'nin yakın ve uzak dünya ile ilişkileri üzerinde durmak istiyorum. Türkiye NATO, Avrupa Konseyi, AGİT, OECD gibi kurumların tam üyesidir. AB ve BAB ile tam üyeliği hedef alan bir ortaklık ilişkisi vardır. AB ile Gümrük Birliği yapmıştır. İKÖ'nün üyesidir. Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) ve D-8 gibi bölgesel ve bölgelerarası işbirliği haraketlerinin kurucu ve öncüsüdür. Böylesine geniş bir uluslararası kurumsal ağ içinde yer alan ender ülkelerden biridir. Dolayısıyla, Türkiye'nin ulusal çıkarları Batı ile ortaklık temelinde yakın işbirliğini devam ettirmesini, Türk dünyasını da içine alan ve Hazar, Karadeniz, Akdeniz havzalarını kapsayan geniş bir coğrafyanın istikrar ve barışının korunmasında nazım bir rol oynamasını gerektirmektedir. İçinde bulunduğumuz yıl içinde dış politika alanında önemli gelişmeler yaşanmıştır. 1 Ekim 1998'de yüce Meclisi açarken yaptığım konuşmadan sonra, PKK terörizminin dış bağlantılarının kesilmesine yönelik kararlı bir politika uygulanmış ve bunun sonucunda önemli başarılar kazanılmıştır. PKK terör örgütünün elebaşı önce Suriye'den çıkartılmış, bilahare kararlı bir takiple hiçbir ülkede barındırılmamış, nihayet yakalanarak Türkiye'ye getirilmiş ve yargılanmıştır. Bu başarı devletimizin tüm kurumlarının ahenkli çalışması sonunda ve milletimizin desteğiyle elde edilmiştir. Bu başarıda, terörizme karşı mücadelede uluslararası işbirliğinin de payı olduğu bir vakıadır. Bu başarı ülkemizin dostluğu aranan, kendisine yönelik düşmanlıkları etkisiz hale getirebilecek güce sahip olan bir büyük devlet olduğunu tüm dünyaya göstermiştir. Avrupa'da insan hakları hukukunu istismar ederek terörizmi mazur göstermeye çalışan çevreler vardır. Bu istismar neticesinde etnik çatışmaların ve ırkçılığın 19. ve 20. yüzyıllar boyunca yarattığı büyük acılar gözardı edilmekte, şiddet dolaylı olarak yüceltilmektedir. Ancak Avrupa'da bunlara karşı görüşlerin de bulunduğunu unutmamalıyız. Yine unutmamalıyız ki, tarih ve coğrafyamız dikkate alındığında Avrupa kader ortağımızdır ve öyle de kalacaktır. Terörizmin siyasi amaçla şiddete başvurulması anlamına geldiği Avrupa hukuk sisteminin de kabul ettiği bir tanımdır. Dolayısıyla, bizim teröristlerle işbirliği yapan çevrelerin propagandaları karşısında soğukkanlı davranarak konunun sadece terörizme karşı mücadele hukuku ile bağlantılı olduğunun altını çizmemiz; kimsenin görmezlikten gelemeyeceği cinayetleri vurgulamaya ağırlık vermemiz; terörizminin işlediği insanlık suçlarını dünyaya en geniş biçimde anlatmaya devam etmemiz gerekmektedir. Terörizm, insanlığa karşı bir suçtur. Terörizmin hiçbir şekilde mazur görülmemesi gerektiği bugün uygar dünyanın üzerinde mutabık kaldığı bir tespittir. Daha geçen hafta BM Genel Kurulu'nun açılışı sırasında yapılan konuşmalarda sınırları aşan bir bela olan terörizme karşı küresel işbirliğinin önemi üzerinde durulmuştur. Bu işbirliği Türkiye'nin yüksek güvenlik çıkarlarıyla doğrudan ilişkili bir konudur. Türkiye uluslararası hukukun kodifikasyonunda terörizme karşı işbirliği konusunda öncü ve önemli katkılar getirmiştir ve getirmeye de devam edecektir. Ayrıca, 40'ı aşkın ülkeyle gerçekleştirdiğimiz ikili güvenlik işbirliği anlaşmaları da terörizmle mücadelede uluslararası işbirliği için uygun bir zemin oluşturmaktadır. Terörizme karşı uluslararası işbirliğini güçlendirmek amacıyla ikili ve çok taraflı girişimlerimiz kararlılıkla sürdürülecektir. Bu yıl ayrıca, Soğuk Savaş'ın demokrasilerin zaferiyle sonuçlanmasında belirleyici rolü olan NATO'nun 50. yılı kutlanmıştır. Türkiye bu zirvede, Avrupa güvenliğinde transatlantik bağın önemini güçlü biçimde savunmuştur. Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği Türkiye'nin de önem atfettiği bir konudur. Ancak, kimse Türkiye'nin, Avrupa güvenliği ile ilgili kararlarda dahil olmadığı bir kurumun alacağı kararların uygulanmasına katılmasını isteyemez. Bu konu NATO Zirvesi sırasında gayet iyi anlatılmış ve yaratılmak istenilen emrivaki tarafımızdan engellenmiştir. NATO'nun sağladığı güvenlik şemsiyesi bugün de uluslararası barış ve istikrarın temel direkleri arasındadır. Avrupa bütünleşmesine katılmayı hedefleyen tüm ülkeler bu şemsiyeye dahil olmak istemektedir. NATO dayanışması içindeki ağırlıklı konumumuzu koruyarak Avrupa güvenliğine katkıda bulunmayı sürdüreceğiz. Siyasi, ekonomik ve güvenlik alanlarında bütünleşmiş, demokratik, müreffeh, barış içinde bir Avrupa yaratılması temel dış politika önceliklerimiz arasındadır. Bu bağlamda, AB ile ilişkilerimiz 1963 tarihli Ortaklık Anlaşmamızdan kaynaklanan ahdi bağlar zemininde bir hak olarak gördüğümüz tam üyelik hedefimiz doğrultusunda sürdürülmektedir. Gümrük Birliği bu anlaşma zemininde tam üyelik öncesi bir aşama olarak gerçekleştirilmiştir. Türkiye Gümrük Birliği ile AB içindeki rekabete uyum sağlayabileceğini başarıyla kanıtlamıştır. Lüksemburg Zirvesi'nde ülkemize karşı uygulanmış olan ayırımcılık aradan geçen üç zirveye rağmen hala düzeltilmemiştir. Lüksemburg'un bir hata olduğu bugün AB içinde de yaygın biçimde telaffuz edilmektedir. Mevcut tıkanıklığa rağmen Türkiye, Avrupa Birliği ile olan müktesebatının sonucu olan haklarını sonuna kadar müdafaa edecektir. Türkiye bunu yaparken bir büyük devletten beklenen vakar ve serinkanlılık içinde hareket etmektedir. Türkiye'nin hedefleri bellidir. Bu hedeflere ulaşılması bakımından Avrupa Birliği standartlarını yakalamak durumundayız. Sadece Kopenhag kriterlerine değil, Maastricht Şablonuna ve Avrupa Parasal Birliğine uyum sağlamak için de çaba sarfetmemiz gerekmektedir. İşte Türkiye'nin geleceğe hazırlanırken karşısında duran şablon budur. AB, Türkiye'nin performansını değerlendirirken özellikle genişleme ile ilgili kriterleri esas almaktadır. Bu çerçevede, AB komisyonu tarafından hazırlanan 4 Kasım 1998 tarihli raporda ekonomik ve uyum kriterleri açısından Türkiye'nin oldukça başarılı bir çizgisi bulunduğu tespit edilmektedir. Ülkemizi 12 aday arasında sayan bu raporda, daha ziyade siyasi kıstasla ilgili eksikliklerimiz olduğu ileri sürülmektedir. İnsan hakları ve demokrasi açısından ileri sürülen eleştirilerin daha ziyade terörle mücadeleden kaynaklanan sorunlar olduğu bizzat raporun yazarlarınca da kaydedilmektedir. Komisyon'un Türkiye ile ilgili raporunda azınlıkların korunması konusu üzerinde de durulmaktadır. Bu kabul edilebilir bir eleştiri değildir. Zira, uluslararası hukukta tarifi olmayan bir etnik azınlık tanımı getirmektedir. Esasen, uluslararası hukukta açık biçimde ulusal veya etnik azınlık tarifi yoktur. Ülkelerin anayasal uygulamaları esas alınmaktadır. Ayrıca, bilindiği gibi, AGİT çerçevesinde etnik ve dilsel farkların otomatik olarak "azınlık" tanımlamasına yolaçamayacağı anlayışı benimsenmiştir. Aynı şekilde, Avrupa Konseyi Sözleşmelerinde de azınlık hakkının bireysel bir hak olduğu, kollektif hak veya grup hakkı sayılamayacağı, bu hakkın ülkelerin toprak bütünlüğüne ve ulusal mevzuatına karşı kullanılamayacağı kayıtlıdır. Maastricht Anlaşması'nda, "Avrupa Birliği'nin, yönetim sistemleri demokrasi ilkeleri üzerine bina edilmiş olan üye devletlerin ulusal kimliklerine ve 4 Kasım 1950 tarihinde Roma'da imzalanan 'İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi' tarafından garanti altına alınan ve üye ülkelerin ortak anayasal geleneklerinin bir sonucu olan temel haklara saygı göstereceği" belirtilmektedir. Bahsekonu Avrupa Sözleşmesi'nin hazırlanmasına bilfiil katılan ülkeler arasında yer alan ve başlangıcından itibaren Avrupa Konseyi'nin üyesi olan Türkiye, demokrasi ve insan hakları kriterlerinin temsil ettiği değerlere ve hedeflere yürekten bağlıdır. Demokratik ülkeler camiasının zaferiyle sonuçlanan Soğuk Savaş boyunca da bu değerlerin ve hedeflerin savunuculuğunu yapmıştır. Türkiye, ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkını tanıyarak bu konuda kendini denetime de açmıştır. Ancak,
terörizmin ve etnik bölücülüğün demokratik bir siyaset aracı olarak kabul
edilmesi mümkün değildir. Demokrasilerde farklı olma hakkı bir grup hakkı
değildir. Bu hak ancak evrensel mahiyetteki bireysel haklar kapsamında
geçerlidir. Bu hakkın bir grup hakkı olarak kabulü kabileciliği teşvik eder
ve ayrılıkçı şiddet ile teröre yol açar. Birey haklarına karşı grup
haklarının esas alındığı kültürel relativizm, farklı hak kategorileri
yaratarak insan haklarının evrenselliği ilkesini ihlal etmekte, aynı zamanda,
"yasalar önünde eşitlik" ilkesi ile de çelişmektedir. Binaenaleyh, demokrasilerde farklı olma hakkını anayasal yurtseverlik ve anayasal vatandaşlık kavramları teminat altına almalıdır. Çağdaş demokrasilerde çoğunluğun değil, hukukun üstünlüğü esastır. Hukuk, özgürlüklerin teminatıdır. Hukuk olmazsa özgürlük de olmaz. Hiçbir kısıtlamaya tabi tutulmama hali negatif özgürlük olarak tanımlanmaktadır. Toplum içinde yaşama sözkonusu olduğunda negatif özgürlüklerin hukuk vasıtasıyla kısıtlanması sözkonusu olur ki, bu da kamusal alanın sınırlarını tayin eder. Pozitif özgürlük alanı ise negatif özgürlüğün ne ölçüde sınırlandırılacağına ilişkin kararların alınma sürecine katılmak demektir. Diğer bir deyişle, siyasete katılma hakkının mevcudiyetini ve bu hakkın kullanılma yollarının açık olmasını tarif etmektedir. Bu da ancak anayasal demokrasi ile sağlanabilir. Anayasal demokrasilerin temel özelliği, eşitlik esasına dayanan demokratik yurttaşlık kimliğidir. Demokratik bir toplum sözleşmesi etnik ya da dini aidiyete değil, yurttaşlık bağlarına dayanmalıdır. Burada aslolan bir devletin kuruluşundaki rızaya dayanan katılımdır. Dolayısıyla millet, halk iradesinin egemenliği sonucunda oluşur. Birlikte yaşama iradesi ve ortak gelecek perspektifi, bu bağlamda, ulusal kimliği şekillendiren toplumsal mutabakatın esas belirleyicisidir. Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünün çimentosu üniter devlet yapımız, eşitlikçi demokratik vatandaşlık anlayışımız, din ve vicdan hürriyetini teminat altına alan laiklik, kadın-erkek eşitliğine dayanan medeni hukuk düzeni, eğitimin birliği ilkesi ve ekonomik fırsat eşitliğidir. Anayasal vatanseverlik işte bu anayasa felsefesine bağlı kalmak demektir. Nerden gelirse gelsin bu bağlamda hiçbir eleştiri kabul etmeyiz. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin halen içinde bulunduğu tıkanıklık tabiatıyla arzu edilmeyen bir durumdur. Avrupa'daki dostlarımızı Türkiye'yle ilgili ayırımcılığın kesin biçimde ortadan kaldırılması yönünde uyarmaya devam edeceğiz. İçinde bulunduğumuz aşamada Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin yeniden canlandırılması için öncelikle Türkiye'nin adaylığı Avrupa Birliği tarafından tereddüde mahal bırakmayacak ve hukuki açıdan bağlayıcı olacak şekilde tescil edilmelidir. Aynı zamanda Türkiye'ye diğer adaylarla eşit muamele yapılmalıdır. Lüksemburg'dan bu yana yapılan Cardiff, Viyana ve Köln zirvelerinde her ne kadar bu doğrultuda bazı iyileştirmeler getirilmeye çalışılmışsa da bunlar yetersiz kalmıştır. Şimdi önümüzde özellikle genişleme konusunu ele alacak olan Helsinki Zirvesi vardır. AB üyesi partönerlerimizin, Türkiye'ye yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırmak için bu zirvede yeni bir fırsatı olacaktır. Bu fırsatı kullanıp kullanmayacaklarını dikkatle takip edeceğiz. Avrupa Parasal Birliğine dahil olan ülkelerin 1 Ocak 1999'dan itibaren tedavüle giren "EURO" ile tek para birimine geçmesi, bizim de Gümrük Birliği ile dahil olduğumuz Avrupa ekonomik sahasında yepyeni koşullar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu gelişmeyi uzak bir seyirci gibi izlemekle yetinemeyiz. Uzun vadede mutlaka parçası olacağımız bu yeni ekonomik ilişkiler manzumesine şimdiden kendimizi hazırlamalıyız. Türkiye, demokratik, müreffeh, bütünleşmiş Avrupa idealini savunmaya, AB ile ilişkilerini tam üyeliği öngören 1963 tarihli Ankara Anlaşması ve 1996 tarihli Gümrük Birliği gibi ahdi yükümlülükleri çerçevesinde yürütmeye devam edecektir. Gümrük Birliği mekanizmaları, Türkiye'nin dünya ekonomisinin 1998 yılından bu yana yaşadığı ekonomik krizden nispeten daha az zarar görmesinde etken olmuştur. Esasen, dünya ekonomisi bu yıl beklentilerin aksine krizi kısa sürede atlatarak yeniden büyüme eğilimini yakalamıştır. Dünya ekonomisinin bu yıl ortalama yüzde 3, önümüzdeki yıl yüzde 3.5 oranında büyüyeceği hesaplanmaktadır. Türk ekonomisi içinde bulunduğumuz yıl büyük ölçüde kendi yapısal sorunlarından ve bölgesel istikrarsızlıktan kaynaklanan nedenlerle güçlüklerle karşılaşmıştır. Ancak, dünya ekonomisindeki iyimser beklentiler önümüzdeki yıl daha iyi bir ekonomik performans sergilememiz için önemli bir fırsat sağlamaktadır. Bu fırsat iyi değerlendirilmelidir. Bölgesinde söz sahibi bir istikrar unsuru olan Türkiye'nin, siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri alanlarda güçlü bağlarla bağlı olduğu Avrupa'da dostları vardır. Avrupa'da yalnız kalmamız hiç bir şekilde söz konusu değildir. Ancak, tek amaçları Türkiye'yi Avrupa'dan dışlamak olan birtakım husumet çevreleri de bulunmaktadır. Türkiye bu çevrelere karşı kendini savunacak imkanlara sahiptir. Bu bakımdan endişeye kesinlikle mahal yoktur. Tarih ve coğrafyamızı değiştiremeyeceğimize göre, Türkiye kendisine karşı yapılan haksızlıklara kararlılıkla karşı çıkarak AB ile birlikte yürümeye devam edecektir. Bu yürüyüşün inişleri ve çıkışları olacaktır. Ancak hak ve menfaatlerimizi soğukkanlı biçimde savunmaktan hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğiz. Avrupa Konseyi, Avrupa Hukuk Sistemi içinde yer alan ülkelerin temsil edildiği bir kurumdur. Kuruluşundan bu yana üyesi olduğumuz bu kurumla ilişkilerimizde bazı sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunlar üzerinde dikkatle durmak durumundayız. Bu çerçevede, özellikle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin ülkemiz aleyhinde aldığı bazı kararlara neden olan yasal mevzuatımızı gözden geçirmemizde yarar bulunmaktadır. Bu doğrultuda bazı adımlar yüce heyetiniz tarafından atılmıştır. Eksik kalanların da tamamlanmasıyla ülkemizin gereksiz yere mahkumiyetlere maruz kalarak prestij kaybına uğraması önlenebilecektir. Avrasya'yı da kapsayan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın önemi Soğuk Savaş sonrasında daha da artmıştır. Önümüzdeki ay bu Teşkilatın zirvesi 54 devlet ve hükumet başkanının katılımıyla İstanbul'da yapılacaktır. Bu, 20. Yüzyılın son büyük zirve toplantısı olacaktır. Avrupa güvenlik ve istikrarı bakımından önemli bazı temel belgeler ve anlaşmalar bu zirvede imzalanacak ve İstanbul'un adıyla anılacaklardır. Ülkemizin dış siyasi tanıtımı açısından da büyük bir fırsat sağlayan bu zirvenin başarısı için aktif çabalarımız sürdürülmektedir. Demokrasiler camiasının ortak değerlerinin güçlendirilip savunulduğu temel forumlardan biri olan AGİT'e büyük önem atfetmekteyiz. Tarih boyunca jeo-politik bir kavşak mahiyeti taşımış olan Balkanlar'da saldırgan milliyetçilik, 20. Yüzyılın son çeyreğinde bir kere daha Avrupa'da barış ve istikrarın önündeki en büyük engel olarak ortaya çıkmıştır. Önce Bosna-Hersek'de, bilahare Kosova'da yaşanan etnik temizliğe dayanan saldırgan milliyetçilik, NATO'nun kararlı tutumu ve zamanında müdahalesi neticesinde durdurulabilmiştir. Bu bağlamda, 25 Nisan 1999'da yapılan NATO Vashington Zirvesi'nde alınan kararlar belirleyici olmuştur. Türkiye, Bosna'da olduğu gibi Kosova'da da tarihten, coğrafyadan ve NATO dayanışmasından kaynaklanan sorumluluklarının idraki içinde hareket etmiş ve başından itibaren Kosova'daki duruma süratle müdahale edilmesi yönünde uluslararası kamuoyunu defaatle uyarmıştır. Türkiye her iki olayda da tarih karşısında haklı çıkmıştır. Kosova'da totalitarizm mağlup edilmiş, zafer demokrasinin ve özgürlüklerin olmuştur. Kosovalı mülteciler kıştan evvel evlerine dönebilme şansına kavuşmuşlardır. Bu olayda NATO'nun itibarının ve caydırıcılığının korunmuş olması Avrupa'da barış ve güvenliğin bekası açısından da hayati önem taşımaktadır. Kosova'daki durumla ilgili olarak NATO içindeki kararlı tutumumuz ve mülteciler konusundaki öncü rolümüz Türkiye'nin prestijini olumlu yönde artırmıştır. Türkiye'nin yüksek güvenlik çıkarları Balkanlar'da barış ve istikrarı zorunlu kılmaktadır. Kosova'daki uluslararası gücün bünyesinde görev yapan birliklerimiz sayesinde Türkiye, zaferin kazanılmasına olduğu gibi, barışın kazanılmasına da katkıda bulunmaktadır. Keza, Bosna Hersek'te barışa hizmet eden ve 30 Temmuz'da Saraybosna'da ziyaret ettiğim birliklerimiz üstün vazife anlayışlarıyla ülkemizin gurur kaynağı olmuştur. Türkiye, bu bağlamda, Arnavutluk ve Makedonya ile Bosna Hersek'in istikrar ve refahının güvence altına alınmasına özel bir önem atfetmektedir. Kosova Krizi sonrası dönemde Balkanlar'da barış ve istikrarın kalıcı kılınması, bölgenin yeniden imar edilerek ekonomik açıdan kalkındırılması ve demokratikleşmesine katkıda bulunulması amacıyla 30 Temmuz 1999 tarihinde Saraybosna'da toplanan Balkan İstikrar Paktı Zirvesi bölgenin tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Kuşatma altındaki Saraybosna'dan, İstikrar Paktı Zirvesi'ne uzanan yol kolay olmamıştır. Zirve'nin, Balkanlar için barış, demokrasi ve paylaşılan refah ortak paydasında yeni bir tarih yapılması yönündeki umut ve beklentilere güç kattığına inanıyorum. Romanya ve Bulgaristan ile ikili ve üçlü işbirliğimiz, stratejik önceliklerimiz arasında önemli bir yer işgal etmektedir. Zira bu iki ülke Türkiye'nin Avrupa'ya açılan kapısıdır. Bu ülkelerle ilişkilerimizi her alanda geliştirme çabalarımızı kararlılıkla sürdürüyoruz. Değerli Milletvekilleri, İki komşu ve müttefik ülke olan Türkiye ve Yunanistan'ın iyi ilişkiler içinde olmalarında karşılıklı menfaatleri vardır. Esasen bu amaçla, Yunanistan ile aramızda yeni bir diyalog süreci başlatılmıştır. İki ülke Dışişleri Bakanlarının vardıkları mutabakat çerçevesinde turizm, çevre, ticaret, kültür, bölgesel konular, terörizm, örgütlü suç, yasadışı göç ve uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadele konularında yapılabilecek işbirliği imkanlarını araştırmak üzere iki ülke Dışişleri Bakanlıkları yetkilileri geçtiğimiz aylarda iki tur görüşme yapmışlardır. Birinci tur görüşmeler araştırıcı nitelikte olmuştur. İkinci tur görüşmelerde ise ele alınan tüm konularda işbirliğinin hukuki zeminini teşkil edecek çerçeve anlaşmaları imzalanmasına ve saptanan konularda ortak işbirliği projeleri geliştirilmesine karar verilmiştir. Üçüncü tur görüşmeler Ekim ayı sonunda Dışişleri Bakanlıkları yetkililerinin yanı sıra ilgili kuruluş temsilcilerinin de katılımlarıyla Ankara ve Atina'da yapılacaktır. Resmi heyetler arasında görüşmeler devam ederken, 17 Ağustos'ta Marmara Bölgemizde ve ardından Eylül başında Atina'da meydana gelen deprem felaketleri Türk ve Yunan kamuoylarını birbirlerine yakınlaştırıcı bir ortam yaratmış, iki ülke resmi kurumlarının yanı sıra, halkları, yerel yönetimleri, özel sektörleri, sivil toplum örgütleri başlattıkları karşılıklı yardım kampanyaları ve ortaklaşa düzenledikleri yardım faaliyetleriyle yaşanan felaketlerin yaralarını sarma gayreti içinde büyük bir karşılıklı yardımlaşma örneği sergilemişlerdir. Türk ve Yunan halkları arasında gözlenen bu yakınlaşma ve dayanışma iki ülke kamuoylarında sorunların çözümü doğrultusunda umut ve beklentilerin artmasına yol açmıştır. Kendiliğinden ortaya çıkan bu olumlu ortamı mutlaka değerlendirilmesi gereken bir fırsat olarak görüyoruz. Türkiye, bu anlayışla, esasen deprem felaketlerinden önce başlatılmış olan diyalog sürecinin sürdürülmesi ve daha başka alanlara genişletilmesi yönünde siyasi kararlılığa sahip olduğunu Yunan tarafına bildirmiştir. Yunanistan ile aramızda diyalog ve görüşmeler yoluyla aşılamayacak bir sorunun mevcut olmadığına yürekten inanıyoruz. Kıbrıs konusu yeni bir hareketlenme içine girmiş görünmektedir. G-8 ülkelerinin Köln Zirvesi'nde yaptıkları Kıbrıs müzakerelerinin önkoşulsuz başlatılması çağrısı Güvenlik Konseyi tarafından da desteklenmiş ve Konsey BM Genel Sekreteri'nden tarafları müzakerelere davet etmesini talep etmiştir. Kıbrıs'taki iki taraf, Ada'da iki kesimli iki toplumlu bir federasyon kurulmasını uzun yıllar görüşmüşler, bir anlaşmaya varamamışlardır. Bunun temel nedenlerini; uluslararası camianın Kıbrıs Rum Yönetimi'ni haksızca Ada'daki yasal hükumet olarak kabul etmesi; Kıbrıs Rum tarafının federasyonu, Kıbrıs'taki iki eşit egemen halkın yetki paylaşımını hedef alan değil, Kıbrıs Türk halkına sadece azınlık hakları bırakacak, kendi egemenliğini Kuzey Kıbrıs'a da yaymasına imkan sağlayacak bir model olarak görmesi, bu emellerine uygun düşmeyen tüm önerileri geri çevirmesi oluşturmaktadır. Kıbrıs Rum Yönetimi ile AB arasında başlatılan tam üyelik müzakereleri, iki kesimlilik, iki toplumluluk ilkelerini kalıcı olarak muhafaza edebilecek bir federasyonun tesisini de imkansız kılmıştır. Ancak bu durum dahi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni barışçı çözüm arayışlarından vazgeçirmemiş ve KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Denktaş Ada'daki iki devlet arasında bir konfederasyon kurulmasını önermiştir. Tarafımızdan da desteklenen bu öneri Kıbrıs sorununu çözüm yollarının önünü açabilecek, çözüm çabalarını gerçekçi bir zemine oturtacak bir öneridir. Kıbrıs Rum tarafının bu öneriyi reddetmiş olması gerçekçi ve kalıcı çözüm arayışlarının önündeki temel engeldir. Bugün gelinen noktada, Sayın Denktaş gerçekten çözümü amaçlayan bir müzakere süreci için devletinin eşit ve egemen statüsünün tanınması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu konuda Kıbrıs Türk tarafına olan desteğimiz tamdır. Zira Kıbrıs'ta kalıcı bir uzlaşıya varılması, ancak Ada'daki gerçekler temelinde mümkün olacaktır. Kıbrıs'ta bugün iki ayrı halk ve iki ayrı devlet vardır. Bu gerçeği gözönünde tutmayan, KKTC'nin ve Türkiye'nin stratejik menfaatlerini dikkate almayan bir çözümün Ada'ya kalıcı barışı getirmesine imkan yoktur. Bunu tüm dünyaya bir kere daha ilan etmekte yarar görüyorum. Öte yandan, Türkiye ile KKTC arasında başlatılan ve iki ülke arasındaki ilişkilerin her alanda geliştirilmesine yönelik süreç de olumlu aşamalara ulaşmıştır. Tesis edilen Ortaklık Konseyi bu konuda çalışmalarını sürdürmektedir. İki ülke arasında hedeflenen ortak ekonomik alanın altyapısını oluşturan bir dizi anlaşma gerçekleştirilmiştir. Bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti büyük bir şantiye görüntüsündedir. Otoyollar, limanlar genişletilmekte, altyapı yatırımları kesintisiz sürmektedir. Balonla su taşınmasından sonra KKTC'ye yönelik başka önemli projeler de gündemimizdedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti mevcut üniversiteleriyle uluslararası alanda bir bilim ve kültür merkezi olma durumuna gelmiştir. Bu alanda daha da ileriye gidilmesi yönündeki çabalara da her türlü desteği vermekteyiz. Türkiye Kıbrıs Türk halkının en iyi koşullarda ve güvenlik içinde yaşaması için üzerine düşen görevleri eksiksiz olarak yerine getirmeye devam edecektir. Değerli milletvekilleri, 21. Yüzyıl sona ererken insanlığın önünde duran en önemli fırsatlardan biri de Avrasya'nın yeniden tarih sahnesine çıkmasıdır. Türkiye bu gidişatı zamanında görebilmiş, kendisini değişen dünya şartlarına uyarlamakta isabetli adımlar atmıştır. Başlangıçtan itibaren Türkiye'nin Avrasya'da aradığı, demokrasinin, barışın, serbest pazar rasyonelinin ve hukukun üstünlüğünün kök salmasıdır. Esasen, dünyanın da Avrasya'da aradığı budur. İstanbul'daki 1992 KEİ Kuruluş Zirvesi'nden, Yalta'daki 1998 KEİ Şartı'nın imzalanmasına, Bakü'deki 1998 İpek Yolu Zirvesi'nden, Saraybosna'daki 1999 İstikrar Paktının imzalanmasına kadar uzanan tarihi süreç bundan sadece on yıl önce hayal dahi edilemeyecek bir büyük küresel işbirliği ve bütünleşme iradesinin hikayesidir. Bölünmüş Avrupa, transatlantik bağlarını da güçlendirerek yeniden bütünleşmekte; Asya ile ortak değerler zemininde yeniden buluşmakta; arkada bıraktığımız binyılın uzun bir döneminde hasım olmuş halklar, yeni bir binyıla doğru birlikte yürüme iradesine sahip olduklarını ortaya koymaktadırlar. Türkiye bu yürüyüşün başlangıcından itibaren dünyayla birlikte hareket ederek, Balkanlardan Çin Seddi'ne kadar uzanan geniş coğrafyada yeni bir ortaklık anlayışının doğmasında öncü rol oynamıştır. Bu vasfı, Türkiye'nin yeni binyıla taşıdığı en önemli avantajlarının başında gelmektedir. Türkiye 21. Yüzyıla Avrasya'daki yeni jeopolitik çoğulculuğu bu doğrultuda konsolide edecek siyasi açılımları gerçekleştirmiş olarak girmektedir. Avrasya'daki önceliklerimiz, bu coğrafyanın dünyayla bütünleşmesini mümkün kılacak fiziki ve ekonomik altyapıların inşası, ekonomik, ticari ve güvenlik işbirliğinin geliştirilmesi ve kültürel bağların yeniden kurulmasıdır. Türk dünyasının yeniden birbiriyle kucaklaşması da yirminci yüzyılın en parlak hadiselerinden biridir. Binyıllar boyunca farklı kültür ve medeniyetlerin çevrelediği güç bir coğrafyada harsını, kimliğini ve kültürünü koruyabilmiş olan bu büyük varlığın önünde 21. Yüzyıla girerken önemli fırsatlar ve imkanlar mevcuttur. Türkiye'nin tek arzusu bu varlığın esenliği, huzuru ve refahıdır. Zira, geçtiğimiz bin yıl içinde ortak medeniyetimizin en parlak timsali olan Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının mirasçısı olan Türkiye, yeni bir binyıla girerken de kazanımları ve başarılarıyla bu büyük varlığın en güçlü istinatgahı, ümit kapısıdır. Bu bilinçle, ortak kültür mirasımızın ortaya çıkarılmasına ve korunmasına katkıda bulunacak adımlar atarak, atayurdumuz ve Osmanlı coğrafyasındaki imparatorluk bakiyesi olarak cepler halinde birbirlerinden kopuk halde yaşayan soydaşlarımız arasında yeniden dostluk ve dayanışma köprüleri kurmaktayız. Orta Asya'nın bağrındaki Ahmet Yesevi Türbesi'nden, Macaristan'daki Gülbaba Türbesi'ne, Dobruca'daki Babadağ Camii'ne kadar yeniden ortaya çıkardığımız kültür abidelerimiz, binyıllara malolmuş değerlerimizin ve hoşgörü anlayışımızın nişaneleridir. Bu noktada, kardeş ülkelerden binlerce gence Türkiye'de eğitim imkanı sağlanmasının Avrasya'nın gelecekteki barış ve refahı açısından hayati önem taşıyan fevkalade parlak bir proje olduğunun altını çizmekte özellikle yarar görüyorum. Bu gençler ortak geleceğimizin mimarları olacaktır. Bu barış projesi mutlaka kararlılıkla sürdürülmelidir. Orta Asya'da devletimizin katkılarıyla kurulan Hoca Ahmed Yesevi ve Manas Üniversiteleri 21. Yüzyılda bu coğrafyada evrensel uygarlığa katkıda bulunan bir Türk Rönesansının gerçekleşmesinde anahtar rol oynayacaktır. Avrasya politikamızın temel ekseninde kardeş cumhuriyetlerle eşit egemen devletler olarak kurduğumuz güçlü dayanışma ağı yer almaktadır. Türkçe Konuşan Ülkeler Zirveleri Türk dünyasının bağımsız ülkeleri arasında sekiz yıl gibi kısa bir sürede kurduğumuz bu dayanışma ve kardeşlik bağlarının daha da güçlendirilmesine katkıda bulunan bir işbirliği mekanizmasıdır. Ortak dilimiz ortak medeniyetimizin omurgasıdır. Bu bağlamda, Türk dünyasının ortak bir Türk Alfabesine sahip olması bu dünyanın bilim adamları tarafından öncelikle ele alınması gereken hususların başında gelmektedir. Ortak alfabe, ortak kaderimizin de bağlarını güçlendirecek fevkalade önemli bir araçtır. Böylelikle, 21. Yüzyıla girerken, bu köklü dil de doğduğu topraklar olan Avrasya coğrafyasında yepyeni bir solukla konuşulacak ve yazılacak; yepyeni bir ruhla hissedilecektir. Bu bağlamda vurgulanması gereken bir husus da, Afganistan, Tacikistan ve Moğolistan ile ilişkilerimizin Orta Asya politikamız ile bir bütün olduğu gerçeğidir. Bölgenin jeopolitik denklemleri, bu ülkeleri diğer kardeş cumhuriyetlerden hiçbir şekilde ayrı tutmamamızı gerektirmektedir. Türkiye'nin Avrasya'daki önceliklerinden biri de, araya giren uzun yılların bölgenin altyapılarında neden olduğu kopuklukların tamiri ve yeni altyapıların inşasıdır. Tarihi İpek Yolunun ihyası, uzaydaki Türk uyduları sayesinde yeni telekomünikasyon ağlarının kurulması, Varna'dan Durres'e uzanan Doğu-Batı Ulaşım Koridoru, Bakü-Ceyhan ve Hazar geçişli Doğu-Batı Enerji Koridoru, Kars-Tiflis Demiryolu gibi temel altyapı projeleri bölgenin dünyaya Türkiye üzerinden en ekonomik, güvenli ve kısa yoldan bütünleşmesine katkıda bulunmaktadır. Bu da Türkiye'ye yeni bir stratejik derinlik kazandıran somut bir gerçekliktir. Bölgenin altyapılarının tamamlanmasıyla Hazar, Karadeniz ve Akdeniz artık insanları ve kültürleri birbirlerinden ayıran değil, ortak refahı birbirlerine ulaştıran denizler haline gelmektedir. Türkiye'nin kendi limanlarını, havaalanlarını, otoyollarını, serbest bölgelerini süratle yenileyerek büyütmesiyle bu denizlerin etrafında oluşacak yeni ekonomik varlık Türkiye'nin üzerinden dünyaya dağılacaktır. Türkiye, Baltık Denizi'nden Karadeniz, Doğu Akdeniz, Hazar Havzası ve Orta Asya'ya kadar uzanan geniş bir coğrafi alanın rekabet gücü en yüksek, en dinamik ve en büyük ekonomisidir. Bu itibarla küresel düzeydeki ekonomik liberalizasyondan sadece yarar sağlamaktadır. Bu bilinçle Baltık Denizi'nden Karadeniz ve Akdeniz'e kadar uzanan geniş bir bölgede ikili serbest ticaret anlaşmaları akdetmek suretiyle büyük bir serbest ticaret alanı yaratılmasına öncülük etmekteyiz. Türk sanayiinin perspektiflerini genişleten bu atılımlarımız sürdürülmelidir. Serbest ticaretin savunulması dış politikamız açısından da yeni eylem alanları yaratmaktadır. Öte yandan Türkiye, dünyada dolaşan sermaye stokundan daha fazla pay almak mecburiyetindedir. Bu bağlamda, küresel yatırımcılar için gerekli hukuki güvenceleri uluslararası standartlara uygun olarak sağlamaya yönelik reformları gerçekleştirmekte olan yüce heyetinize teşekkür ediyorum. Esasen, gerek ekonomik gerek siyasi manada küresel bir aktör olmaya başlayan Türkiye geniş bir coğrafyada bu standartları kendi yatırımcıları için başkalarından talep etmektedir. Tüm bu hususlar bölgesel bir güç haline gelmiş olan Türkiye'nin dış politikasını zenginleştiren ekonomi diplomasisini uygulamada etkili araçlarıdır. Öte yandan, Türk işadamları 55 ülkede yatırım yapar hale gelmişlerdir. Yurtdışındaki işadamlarımızın dış politikamız bakımından etkili bir işlev kazandıkları aşikardır. Ancak, işadamlarımızın yatırımlarının korunması ve onlara yeni yatırım alanları açılması da dış politikamızda yeni sorumluluklar olarak ortaya çıkmıştır. Türk girişimcisinin yurtdışında yatırım yaparken birtakım hukuki ve ekonomik güvencelere ihtiyacı bulunmaktadır. Hukuki alandaki ihtiyaçlar ikili anlaşmalar yoluyla halledilmektedir. Yatırımların teşviki ve korunması, çifte vergilendirmenin önlenmesi, serbest ticaret ve ulaşım anlaşmaları gibi bir dizi anlaşma marifetiyle dışarıdaki yatırımcılarımızın hakları, hukuki güvencelere kavuşturulmaktadır. Ayrıca, bu işadamlarımızın diğer batılı ülkelerin işadamlarının sahip olduğu gibi etkili bir sigorta güvencesine ihtiyaçları vardır. Bu konuyla ilgili gerekli düzenlemelerin de gerçekleştirilmesi önem taşımaktadır. Bu adımlar bu geniş coğrafyada hem gelişen Türk sanayiine yeni pazarlar sağlayacak, hem de ortak refahın artmasında rol oynayarak, Avrasya'da barış ve istikrara katkıda bulunacaktır. Türkiye Soğuk Savaş sonrasında bölgesel işbirliği girişimlerine öncülük ederek de çevresindeki çalkantılı coğrafyada barış ve istikrara katkıda bulunmaktadır. KEİ, ECO, D-8 gibi öncülüğünü yaptığımız ekonomik işbirliği girişimleri, Bering Boğazı'ndan Atlantik'e kadar uzanan üç kıtayı ve 24 ülkeyi kapsayan bir coğrafyada yepyeni işbirliği ve ortak eylem alanlarının tesisinde kilit rol oynamaktadır. Başka hiçbir ülke bu genişlikte ve farklılıktaki ekonomik işbirliği hareketlerinde aynı anda yer almamaktadır. Türkiye'nin birçok ülkeyle imzaladığı askeri eğitim ve savunma işbirliği anlaşmaları ile başta terör olmak üzere, sınıraşan belalara karşı işbirliği anlaşmaları uluslararası güvenliğin pekişmesine katkıda bulunan adımlardır. Teröre karşı verilen başarılı mücadelede bu uluslararası işbirliğinin küçümsenmeyecek payı bulunmaktadır. Köktendinci ve bölücü terörün Avrasya'da istikrar ve barışa yönelttiği tehdit karşısında uluslararası işbirliği ve dayanışmanın önemi çok daha belirgin hale gelmiştir. Kafkasya, bu büyük coğrafyanın en hassas bölgesidir. Tarih 20. Yüzyıl biterken Kafkasya'da yaşayan halkların önüne altın bir fırsat çıkarmıştır. Tarih boyunca bir kavimler kapısı olan Kafkasya yeniden tarih sahnesine çıkan İpek Yolu üzerinde bir barış ve refah havzası olma şansını yakalamıştır. Kafkasya aynı zamanda Avrupa'nın Asya'yla buluştuğu eşiktir. Kafkasya Türkiye'nin Avrasya vizyonunda stratejik öneme sahiptir. Bir Kafkasya ülkesi olarak, bu bölgede kalıcı barış ve istikrarın sağlanması Türkiye'nin temel önceliğidir. Ancak, Azerbaycan topraklarının yüzde 20'si işgal altında kalmaya devam ettiği ve milyonlarca Azeri kardeşimiz kaçkın durumda yaşamaya mecbur kaldığı müddetçe bu coğrafyada kalıcı ve adil barıştan söz edilemeyecektir. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki ihtilafın uluslararası meşruiyet zemininde adil ve kalıcı bir çözüme kavuşturulması artan refah ve işbirliği imkanlarından bölgede yaşayan bütün halkların pay sahibi olmasının yolunu açacaktır. Bu da ancak tarihten husumet yerine işbirliği çıkarmayı başarmakla mümkün olabilir. Daha önce de tekrarladığım gibi, tarih bu bilgeliği gösterebilen ve cesur adımlar atabilen liderleri altın sayfalarında kaydedecektir. Bu bağlamda, Azerbaycan ve Ermenistan cumhurbaşkanlarının doğrudan yürüttükleri görüşmelerin doğru yönde atılmış bir adım olduğunu vurgulamakta yarar görüyorum. Azerbaycan Türkiye için özel bir öneme sahiptir. Türk halkı 1.5 milyon Azeri kaçkının acısını yüreğinde hissetmektedir. Türkiye, Azerbaycan'ın demokrasisini güçlendirme ve reform sürecine katkıda bulunmaya ve bu ülkenin kalkınma çabalarına verdiği desteği sürdürmeye kararlıdır. Gürcistan, Türkiye'nin en yakın dostlarının başında gelmektedir. Gürcistan'da yaşanan sorunların bu ülkenin toprak bütünlüğü içinde çözümüne büyük önem atfediyoruz. Gürcistan'a yönelik özel ilgimizin devamı ve vaadlerimizin yerine getirilmesi Kafkasya politikamız bakımından önem taşımaktadır. Azerbaycan ve Gürcistan ile yakın işbirliğimiz Avrasya Enerji kaynaklarının en güvenli, ekonomik ve kısa yoldan dünya pazarlarına ulaştırılması açısından belirleyici rol oynamaktadır. Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi ile Hazar geçişli Doğalgaz Boru Hattı Projesinin en kısa zamanda gerçekleştirilmesi Türkiye'nin temel önceliğidir. Bu projeler gerçekleştiğinde, Avrasya'da ortaya çıkan yeni enerji coğrafyası Türkiye üzerinden dünyayla bütünleşecektir. Bu projelere ABD, Azerbaycan, Gürcistan, Türkmenistan ve Kazakistan'ın başından beri verdikleri kuvvetli destek her türlü takdire şayandır. Bu konuda ABD ve ilgili ülkelerle ortak amacımız doğrultusunda birlikte çalışmaya devam etmekteyiz. İlgili ülkeler için birer prestij projesi haline gelen bu projeler dünyanın önüne Avrasya'da 21. Yüzyılın en önemli işbirliği fırsatlarını sunmaktadır. Bu fırsatları layıkıyla değerlendirdiğimiz takdirde, Avrasya'nın yüzyıllardır uyuyan toprakları uyanacak, bölge halkları çağa ortak hale gelerek, güven içinde ve kendi ayakları üzerinde yeni bir yüzyıla girebilme imkanına kavuşacaklardır. Sovyetler Birliği'nin 1990'da kendiliğinden dağılması ve içinden dünyayla her alanda bütünleşmeyi arzulayan bir Rusya'nın çıkmış olması 20. Yüzyılın dönüm noktalarından biridir. 20. Yüzyıl bir anlamda bu olayla kapanmış ve yeni bir çağ başlamıştır. Rusya içinden geçmekte olduğu çalkantıların ciddiyetine rağmen Avrupa'nın ve Avrasya'nın geleceğini etkileyecek bir dünya devletidir. Rusya önümüzdeki parlamento ve başkanlık seçimlerinde ciddi bir sınavdan geçecektir. Demokrasinin bu ülkenin bin yıllık tarihinde sadece 8 yıllık bir geçmişe sahip olduğu gözönünde bulundurulduğunda, Rusya'nın bugünkü zorluklarının boyutu daha rahat anlaşılabilir. Türkiye, Rusya'nın bu sınavı başarıyla vererek demokratikleşmeyi güçlendirmesini arzu etmektedir. Zira Türkiye ile Rusya, aralarındaki 500 küsur yıllık tarihin engin tecrübesiyle bulundukları coğrafyada birlikte yaşamayı öğrenebilmiş iki dost ve komşu ülkedir. Türkiye, terörizmden büyük sıkıntılar çekmiş bir ülke olarak Rusya'da geçtiğimiz ay masum insanlara yönelik olarak meydana gelen terör olaylarının acısını yürekten paylaşmaktadır. Türkiye, Rusya'nın reformlarını gerçekleştirme, demokrasisini güçlendirme ve dünyayla bütünleşme çabalarına başından itibaren her alanda destek olmuştur. İkili ekonomik ve ticari ilişkilerimizin geldiği seviye ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği gibi işbirliği mekanizmalarındaki ortaklığımız Rusya ile birlikte çalışma ve yaşama irademizin en önemli göstergeleridir. Avrasya'nın barış, istikrar ve refahı doğrultusunda birlikte çalışmayı önümüzdeki yüzyılda da sürdüreceğimiz Rusya'da demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, açık rejimin ve serbest piyasa ekonomisinin gelişmesine büyük önem atfediyoruz. Rusya'nın Kuzey Kafkasya'daki gelişmeler dahil tüm sorunlarını bu zeminde, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı çerçevesinde aşacağına inanıyoruz. Demokrasiler topluluğuna mensup ülkelerin Rusya'nın içinde bulunduğu çok boyutlu krizi aşmasına katkıda bulunmaları, NATO ile Rusya arasında 26 Mayıs 1997'de Paris'te aktedilen Kurucu Senet'te vazedilen bütünleşmiş, demokratik, müreffeh ve barış içinde Avrupa hedefine ulaşılabilmesi açısından da büyük önem taşımaktadır. ABD'yle stratejik ortaklığımızı daha da güçlendirmeyi amaçlıyoruz. Demokrasiler coğrafyasının kader birliği içindeki birer üyesi olan Türkiye ve ABD arasındaki ortak çıkar ve eylem alanları Soğuk Savaş sonrasında daha da genişlemiştir. Dostumuz ve müttefikimiz ABD ile, Orta Asya ve Kafkasya'dan Batı Avrupa'ya, Balkanlar'dan Ortadoğu'ya, Hazar'dan Karadeniz ve Akdeniz havzalarına kadar uzanan geniş bir coğrafyanın barış, istikrar ve refahı için birlikte çalışmaya devam edeceğiz. İlişkilerimizin çok yönlü ve çok boyutlu niteliği, ekonomik alandaki işbirliğimizin gelişmesiyle daha da zenginleşmektedir. Küresel ekonominin yeniden yapılandırılması; paylaşılan değerlerin Avrasya'nın yeni siyasi coğrafyasına taşınması; demokrasi ve serbest pazar ekonomisinin buralarda kök salması; uluslararası barış ve güvenliğe tehdit teşkil eden, terörizm başta olmak üzere sınıraşan belalara karşı işbirliği gibi tüm insanlığı ilgilendiren hayati konularda ABD ile ortaklığımızı karşılıklı yarar zemininde geliştiriyoruz. NATO Zirvesi vesilesiyle Vaşington'da ABD Başkanı Clinton ile yaptığım görüşme, Başbakan Sayın Ecevit'in ABD'ye yapmakta olduğu ziyaret, ABD Başkanı Clinton'ın önce ikili devlet ziyareti ve bilahare AGİT Zirvesi münasebetiyle önümüzdeki ay Türkiye'ye gelecek olması ABD ile işbirliğimizin daha ileriye götürülmesi bakımından önemli dönüm noktalarıdır. Türkiye'nin ekonomik dinamiği artık girişimcilerinin dünyanın 135 ülkesine mal satmasını ve beş kıtada 30 milyar dolara yaklaşan doğrudan yatırım yapmasını mümkün kılmaktadır. Küresel ekonominin hızlı dönüşümü, finans ve emtia piyasalarının entegrasyonu, serbest ticaretin yaygınlaşması, elektronik iş ortamının dünya ticaretinden her geçen gün daha fazla pay alması Türkiye'nin küresel boyutta yeni siyasi ve ekonomik açılımlarda bulunmasını gerektirmektedir. Dünyanın 135 ülkesine mal satan, müteşebbisleri 55 ülkede yatırım yapan bir Türkiye'nin dünyanın kendisine uzak coğrafyalardaki gelişmelere bigane kalması mümkün değildir. Türk dış politikasının son yıllarda Güneydoğu Asya'ya, Afrika'ya ve Latin Amerika'ya yaptığı açılımlar, gelişen Türk sanayiine yeni pazarlar bulma ve Türkiye'nin küresel bir ekonomik aktör haline dönüşerek dünya ticaretindeki payını arttırma hedeflerine yöneliktir. Bu bağlamda, yeni pazarların, Türkiye'nin küresel stratejik penceresindeki önemi giderek daha da artacaktır. 21. Yüzyıla girerken uluslararası güvenlik ve istikrar açısından iyimserliğimizi teşvik eden en önemli gelişmelerden biri de Ortadoğu'da kalıcı barışın kurulması için altın bir fırsatın ortaya çıkmış olmasıdır. Bu iyimserlik Ortadoğu Barış Süreci'nin son yıllarda bir tıkanıklık içine girmiş olmasından olumsuz yönde etkileniyordu. Ancak, İsrail'de yapılan seçimlerden sonra barış sürecinin canlanması doğrultusunda yeniden iyimserlik rüzgarları esmeye başlamıştır. Geçtiğimiz Temmuz ayı içinde Filistin, İsrail, Ürdün ve Mısır'a gerçekleştirdiğim ziyaretlerde, gerek bölge kamuoyunda gerek dünya kamuoyunda barışın gerçekleştirilebileceği konusunda yeniden yüksek beklentiler oluştuğunu belirttim. Bu olumlu havanın yarattığı fırsatın heba edilmemesi gerektiğini vurguladım. Sürecin Suriye ve Lübnan dahil tüm kanallarında ilerleme kaydedilmesini yürekten desteklediğimizi, ancak Filistin kanalının meselenin özü olduğunun unutulmaması gerektiğini muhataplarıma izah ettim. Kısa bir süre önce Sharm El Sheikh'de imzalanan WYE-2 Anlaşması, tıkanan barış sürecinin yeniden rayına girdiğini göstermiş ve tarafların aralarındaki bütün anlaşmalara riayet etmeleri yönünde tarihi bir adım olmuştur. Filistin Devlet Başkanı, aziz kardeşim Arafat ile İsrail Başbakanı Sayın Barak'ın bu anlaşmanın imzalanmasında sergiledikleri uzak görüşlü devlet adamlığı 21. Yüzyılın bölge için bir barış yüzyılı olması yönünde umut verici bir gelişmedir. Mısır Devlet Başkanı, aziz kardeşim Mübarek'in bu alanda oynadığı rolü takdirle karşılıyoruz. Türkiye'nin başta Filistin ve İsrail ile olan ilişkileri aynı zamanda Ortadoğu Barış Süreci'ne olumlu katkılarda bulunmaktadır. Türkiye'nin en büyük arzusu, Ortadoğu'da farklı dinlerden, dillerden, ırklardan, milletlerden gelen insanların barış ve demokrasi içinde birarada yaşamalarını mümkün kılacak bir ortamın oluşumuna katkıda bulunabilmektir. Tarih yeniden yaşanamaz. Ancak, ortak geleceğimizi birlikte inşa etmek bizim elimizdedir. Ortadoğu'daki liderlerin tarihten husumet yerine işbirliği mesajı çıkarmayı başaracaklarına inanıyorum. Türkiye, tarihi ve kültürel bağlarla bağlı bulunduğu Arap dünyası ile ilişkilerine büyük önem atfetmektedir. Bu bağlamda, kardeş Arap ülkeleriyle ikili ilişkilerimizin geliştirilmesi için özel bir çaba sarfedilmektedir. Dost ve kardeş Mısır'la ilişkilerimiz her alanda süratle gelişmektedir. Türkiye ve Mısır arasındaki güçlü ortaklık ilişkileri bölge barış ve istikrarı açısından belirleyici önemdedir. Aziz kardeşim, Cumhurbaşkanı Mübarek ile birlikte işbirliğimizin daha da ileriye götürülmesi doğrultusunda birlikte gayret sarfediyoruz. Cumhurbaşkanı Mübarek ile aramızdaki düzenli istişare mekanizması her iki ülkenin karşılıklı yararına hizmet eden etkili bir araçtır. Mısır'la ekonomi, kültür, enerji alanlarında somut işbirliği projeleri üzerinde çalışmaya devam edeceğiz. Kardeş Filistin ve Ürdün'le de esasen mükemmel düzeyde olan işbirliğimizi daha da güçlendirmeye kararlıyız. Körfez ülkeleriyle de ilişkilerimizi geliştirmeye önem atfediyoruz. Magrib ülkeleriyle ilişkilerimiz de her alanda gelişmektedir. Bu ülkelerle ekonomik ve ticari işbirliğimiz hızla ilerlemektedir. Komşumuz Suriye'yle ilişkilerimiz bu ülkenin 20 Ekim 1998 tarihli Adana Mutabakatı'yla üstlendiği taahhütleri yerine getirmesine bağlı olarak geliştirilecektir. Geçen hafta bu amaçla iki ülke dışişleri bakanları New York'ta biraraya gelmiştir. Suriye'nin tutumunda 9 Ekim 1998 tarihinde terörist Öcalan'ı ülkesinden çıkarmakla ve bilahare Adana Mutabakatı'nı imzalamakla başlamış olan olumlu yöndeki değişimin kalıcı bir politika değişikliği olduğunu ümit ediyorum. İyi komşuluk sorumluluğunun gereklerine uyulmasının, iki ülke arasında verimli bir işbirliğinin gelişmesini sağlayacağına inanıyorum. İsrail'le ilişkilerimiz ortak çıkar ve karşılıklı yarar zemininde gelişmektedir. İsrail'le işbirliğimizin gelişmesinin bölgenin ortak refahına ve istikrarına katkı sağladığını kardeş Arap ülkeleri de kabul etmektedir. Ülkelerimizin ve bölgemizin yararı doğrultusunda İsrail'le işbirliğimizi derinleştirmeye devam edeceğiz. Irak'ın uluslararası toplum ile arasındaki sorunları hala çözüme kavuşturamamış olması Türkiye için kaygı oluşturmaya devam etmektedir. Kuzey Irak'taki otorite boşluğunun yarattığı güvenlik sorunundan rahatsızlık duyuyoruz. Bu bağlamda, gerekli güvenlik tedbirlerini uygulamaya devam edeceğimizi, bunun ülkemizin yüksek güvenlik çıkarlarıyla ilgili bir konu olduğunu bir kere daha dünyaya ilan etmek istiyorum. Öte yandan, Irak'ın birliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi gerektiği hususundaki hassasiyetimizi de kararlılıkla ortaya koymaya devam edeceğiz. Büyük bir medeniyetin mirasçısı olan İran, yüzyıllardır aramızdaki ortak sınırı barış içinde muhafaza ettiğimiz, dostluğuna önem verdiğimiz ve işbirliğimizi geliştirmeyi arzuladığımız bir komşumuzdur. İran ile ilişkilerimizde ortaya çıkabilecek sorunları karşılıklı diyalog içinde çözüme kavuşturmak temel önceliğimizdir. Esasen, bu amaçla oluşturulmuş gerekli mekanizmalar da mevcuttur. Bu mekanizmaların işletilmesinde aksaklıklar bulunuyorsa, bunlar karşılıklı olarak giderilmelidir. Özellikle, güvenlik işbirliği mekanizmasının amacına uygun biçimde çalıştırılmasında her iki ülkenin de büyük çıkarı vardır. Bu hususa bir kere daha dikkat çekmekte yarar görüyorum. Çin, muazzam insan ve ekonomik kaynakları, köklü tarihi ve gözkamaştırıcı gelişme potansiyeliyle 21. Yüzyılın en önemli küresel aktörlerinden biri olacaktır. Çin ile Türkiye küresel ekonominin sunduğu yeni fırsatları birlikte değerlendirmek hususunda önemli işbirliği imkanlarına sahip iki dünya devletidir. Türkiye'nin Pakistan, Hindistan ve Bangladeş ile ilişkileri alt kıtanın ülkemizin 21. Yüzyıldaki küresel açılımlarında önemli bir yer almasının sağlam zeminini oluşturmaktadır. Bu ülkelerle özellikle son bir yıl içinde süratle artan ekonomik ve ticari ilişkilerimiz Türk sanayiinin yeni pazar arayışlarına katkıda bulunmaktadır. Özel bağlarla bağlı olduğumuz kardeş ülkeler Pakistan ve Bangladeş ile birlikte kurucusu olduğumuz D-8'in geliştirilmesi bu açıdan önem taşımaktadır. Hindistan ile ekonomik ve ticari işbirliğimizin gelişmesini de memnuniyetle karşılıyoruz. Afrika'ya yönelik açılımlarımızı da sürdüreceğiz. Türkiye'nin kardeş Magrib ülkeleriyle süratle gelişen çok boyutlu ilişkileri bu bölgeyi aynı zamanda Afrika'ya açılan bir kapı haline getirmektedir. Bu fırsatın iyi değerlendirilmesi uluslararası alanda kendi meselelerine destek arayan ve yeni ekonomik pazarlara açılmaya yönelen Türkiye'nin küresel vizyonunun daha da genişlemesine katkıda bulunacaktır. Bu kıtada Nijerya, Kenya, Gambiya, Senegal ve Güney Afrika ile ilişkilerimizin geldiği seviye gelecek açısından umut vericidir. Keza Latin Amerika'nın zengin bir pazar olma özelliği Türk sanayiine yeni fırsatlar sunmaktadır. Bu ülkelerle siyasi ilişkilerimiz uzun vadeli bir perspektifle geliştirilmeli ve özellikle turizm, bu kıtayla yakınlaşmamızı teşvik edecek bir mekanizma olarak düşünülmelidir. Türkiye Cumhuriyeti bir büyük dünya devleti olarak çok yönlü ve çok boyutlu bir dış politika izlemeye, uluslararası toplumun saygın ve dostluğu aranan bir üyesi olmaya devam edecektir. Değerli Milletvekilleri, Türkiye'nin güncel iç sorunları üzerinde durmak istiyorum. Ülkede iç barışın, huzurun, sükunun, dirlik ve düzenliğin korunmasını, devletin bütün kurumları ile birlikte en önemli görevi sayıyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin; ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü, üniter vasfını, Anayasal, demokratik, parlamenter düzenini ortadan kaldırmayı amaçlayan bölücü terör hareketine karşı devletin, demokrasi içerisinde kalarak sürdürdüğü mücadelede önemli neticeler alınmış ve halen terör örgütü, dağılma noktasına getirilmiş bulunmaktadır. Türkiye 15 yıldır maruz bulunduğu terör tehdidine karşı, hukuk devleti kuralları çerçevesinde sınırlarını, topraklarını, vatandaşlarını, milli birlik ve bütünlüğünü korumuştur. Bu çerçevede, 15 Ağustos 1984'ten, 1 Eylül 1999 tarihine kadar olan devrede, Türkiye genelinde meydana gelen 34 bin 913 olayda; - Güvenlik güçlerimiz 5 bin 804 şehit ve 11 bin 778 yaralı vermiştir. - Sivil halkın uğradığı saldırılar sonucu 5 bin 414 vatandaş şehit olmuş, 6 bin 86 vatandaşımız yaralanmıştır. - Teröristlere verdirilen toplam zayiat ise 37 bin 131'dir. Bunların 24 bin 825'i ölü, 815'i yaralı, 9 bin 105'i sağ ele geçirilmiş, 2 bin 386'sı teslim olmuştur. Türkiye genelinde 1999 yılının 8 ayında; (1 Ocak-1 Eylül) 216 güvenlik mensubu ile 107 vatandaşımız şehit olmuş; 558 güvenlik mensubu ile 202 vatandaşımız yaralanmıştır. Aynı dönemde teröristlerden de 1.066 kişi ölmüş, 42 kişi yaralanmıştır. Terörizm, sınırları aşan bir tehdit ve insanlığın ortak düşmanıdır. Terörizmin hiçbir şekilde mazur gösterilmesi mümkün değildir. Terörizme karşı işbirliği, uluslararası hukukun bir gereğidir. Türkiye'nin mücadele etmekte olduğu teröre, aralarında komşu ve müttefiklerimizin de dahil olduğu bir kısım ülke ve kuruluşlarca, tolerans hudutlarını aşan ölçüde yardım ve desteğin sürdürülmekte olması, öteden beri Türkiye'nin tepkilerine neden olmuştur. Gerek bu durum, gerekse 36 binin üzerinde vatandaşımızın terörde kaybedilmiş olması milletimizin ve devletin sabrının taşmasına neden olmuş ve Türkiye, terörün dış bağlantılarının kesilmesi doğrultusunda bir strateji uygulamaya başlamıştır. Bu konudaki girişimler, özellikle komşu ülkeler nezdinde kararlılıkla sürdürülmektedir. Suriye ile imzalanan Adana Mutabakatı, İran'la güvenlik işbirliği mekanizmasının çalıştırılması, Romanya ve Bulgaristanla aktedilen üçlü güvenlik işbirliği anlaşmalarımız, Yunanistan'la, terörizme karşı mücadelede uluslararası hukuk çerçevesindeki taahhütler doğrultusunda işbirliği yapılmasını teminen diyalog başlatmış olmamız ve nihayet Kuzey Irak'taki etkinliğimiz bu stratejinin etkili araçlarıdır. Bu sayede teröre verilen desteğin giderek azalmakta olması cesaret vericidir. Esasen çeşitli saiklerle teröre karşı gösterilen müsamaha, teşvik, destek veya melcenin zaman içinde geri tepmesi, örnekleri görüldüğü üzere kaçınılmazdır. Dünyadaki herhangi bir ülkenin veya kuruluşun teröre destek vermesinin, sadece Türkiye'nin meselesi olmadığını uygar dünyaya anlatmaya çalışıyoruz. Terörle mücadelede, bütün ülke ve kuruluşların uluslararası hukuk kurallarına ve varılan anlaşmalara uygun şekilde davranmasını beklemek Türkiye'nin en doğal hakkıdır. Terör örgütünün Türkiye dışına çekilme ve silahlı mücadeleyi bırakma konusundaki kararı, terör tehdidinin potansiyel niteliğini değiştirmemektedir. Devletin terörle mücadelesini başarı ile sona erdirme azim ve kararlılığı devam etmektedir. Türkiye'de iç barışın ana şartı terörün sona ermesidir. Bu bakımdan, Ağustos 1999'da çıkarılan Pişmanlık Yasası'nın, terör unsurlarına silahlarını bırakarak devlete sığınmaları için istifade edilmesinde tüm toplumumuz açısından yararlar sağlayacak bir fırsat yarattığını düşünüyoruz. Hayatını kaybeden teröristlerin büyük kısmı, bizim gençlerimiz ve bizim çocuklarımızdır. Yanlış bir yola yönlendirilmişlerdir. Bu yolun sonu olmadığı görülmüştür. Çok önemli bir fırsat mevcuttur. Bu yola sapmış olanların tümüne sesleniyorum: Gelin, bu fırsatı kullanın!.. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin adaletine sığının!... Terör faaliyetlerinin tamamen sona erdirilmesinin, hem bölgenin normal şartlar altında idare edilebilir hale gelmesini sağlayacağı, hem teröre maruz kalan bölgelerde Hükumet tarafından halen uygulanmakta olan sosyo-ekonomik iyileştirmelere yeni bir hız ve muhteva kazandıracağı açıktır. Bundan böyle Cumhuriyet misakı etrafında birbirimize kenetlenerek iç barışı, ülke ve millet bütünlüğünü ve beraberliğini korumak öncelikli hedefimiz olmalıdır. Bu vesile ile, terörle mücadelede ülke içinde ve dışında son derece başarılı operasyonlar sürdüren Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ve diğer tüm güvenlik güçlerinin fedakar mensuplarına, idarecilere, milletçe topyekun gösterilen birlik ve beraberliğe huzurunuzda teşekkür ediyor, şehitlerimizi rahmet, gazilerimizi minnetle anıyorum. Yüce Meclis'e de, bu ülkenin kahraman askerlerine ve güvenlik güçlerine terörle mücadelede her zaman sağladığı destekten dolayı teşekkür ediyorum. Değerli Milletvekilleri, Cumhuriyetin temel niteliklerinden olan laiklik, içbarışın korunmasının da en önemli şartlarından biridir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çağdaş hukukun bir gereği olarak, devlet işleri ile din işlerini birbirinden ayırmıştır. Bu duruma, zaman zaman itiraz ve tepkiler görülmüştür. İnançların siyaset tarafından istismar edildiği haller olmuştur. Bunların tümü, "irtica" olarak adlandırılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, Anayasa'da tanımlanan şeklini değiştirmeye yönelik her hareket gibi, irtica da bir tehdittir. Devlet, her tehdidi olduğu gibi irtica tehdidini de, önlemek mecburiyetindedir. İrtica ile mücadele, halkın dini inançlarını korumanın bir gereğidir. İnançların istismarı ve dinin siyaset için kullanılması, en çok dine zarar vermektedir. Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkeler arasında demokrat ve laik olan sadece Türkiye'dir. Demokrasi, Müslümanlık ve laikliğin birbiri ile bağdaşabilirliğine en iyi örnek Türkiye'dir. Türkiye, İslamiyetin icaplarına en iyi uyulan ülkelerden birisidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, laik Cumhuriyet olarak kalma azim ve kararlılığındadır. Türkiye'de toplum, laikliğe ve çağdaşlığa ters düşen akım ve hareketlere karşı hassas ve Cumhuriyeti ayakta tutmaya kararlı bulunmaktadır. Değerli Milletvekilleri, Organize suçlar, bugün pek çok ülkenin sorunu haline gelmiştir. Ülkemizde de devlet, kamuoyunu haklı olarak meşgul eden bu tür olaylara karşı mücadele içindedir. Organize suçlarla mücadelede teşhis edilen yasal mevzuat boşluğunu gidermek üzere hazırlanan 4422 sayılı Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu, 1 Ağustos 1999 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Kanunun getirdiği ilk yenilik, "belli amaçları gerçekleştirmek üzere, cebir ve şiddet gibi yöntemleri kullanarak suç işlemek için örgüt oluşturulması" suçunu düzenlemek olmuştur. Bu kanun kapsamına giren suç örgütlerinin yönetici, kurucu ve mensuplarına 6 yıla kadar varan ağır hapis cezaları getirilmiştir. Organize suçlardan dolayı yargılama yetkisi Devlet Güvenlik Mahkemeleri'ne verilmiştir. Terör, uyuşturucu kaçakçılığı, tarihi eser kaçakçılığı ve silah ve mühimmat kaçakçılığı gibi suçların teşekkül halinde işlenmesi durumunda da söz konusu kanun uygulanacaktır. Türk halkının geçmişte yaygın bir uyuşturucu bağımlılığı sorunu olmamıştır. Bununla birlikte uyuşturucu konusunda Türkiye'yi bir transit ülke haline getirmek isteyen gayretler mevcuttur. Buna karşı, bütün vatandaşlarımızı ve devletin tüm ilgili kurumlarını uyuşturucu tehlikesine karşı uyarmakta yarar görüyorum. Bilhassa okul çağındaki çocuklarımızın ve gençlerimizin bu belaya karşı mutlaka korunması gerekmektedir. Organize suçlar, uyuşturucu ile mücadele, silah kaçakçılığı gibi küresel nitelik taşıyan sorunlara karşı mücadelenin de küresel boyutta yürütülmesi gerekmektedir. Bu bakımdan öncelikle medyanın bu konularda işbirliği mekanizmalarının geliştirilmesine katkıda bulunacak bir tavır sergilemeyi sürdürmesinin önemine işaret etmek istiyorum. Son günlerde cezaevlerinde meydana gelen olaylar, önemli bir sorun olarak ülke gündemini meşgul etmektedir. Bu hususta pek çok tedbir düşünülmüş, alınmış, fakat istenilen neticeye ulaşılamamıştır. Kanunların uygulanmasına ve devlet otoritesine olan inancı sarsan bu duruma mutlaka bir çare bulunmalıdır. Diğer bir güncel sorun, hudut kapılarıdır. Sınır ticareti; mutlaka yeniden gözden geçirilip, kontrol altına alınmalıdır. Bu nam altında ülkeye giren tarım ve sanayi ürünleri, tam anlamıyla bir damping halindedir. Bundan şikayet yaygındır. Giderilmesi için gayretler sürdürülmelidir. Değerli Milletvekilleri, Ülkemizin çok önemli güncel sorunlarından biri de trafik kazalarıdır. Günümüzde trafik kazaları tüm dünya ülkelerinde çok ciddi bir sorun olmaya devam etmektedir. Yılda ortalama 700 bin insan bu kazalarda yaşamını yitirmekte, 14-15 milyon kişi de yaralanmaktadır. Trafik sorunu ülkemizde, kalkınmış ülkelere göre çok daha ciddi boyutlarda ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde her ay meydana gelen trafik kazaları, 1992 yılında Erzincan'da meydana gelen depremde ölen insan sayısı kadar vatandaşımızın kaybına neden olmaktadır. Son 10 yılda trafik kazalarında hayatını kaybeden vatandaşlarımızın sayısı, 70 senede tabii afetlerde, İstiklal Savaşı'nda ve Kıbrıs harekatında kaybettiklerimizden daha fazladır. Ülkemizde, 1997 yılı içerisinde 392 bin 666 kaza olmuş, 5 bin 134 vatandaşımız ölmüş, 111 bin 56 vatandaşımız yaralanmış, 223 milyon dolarlık maddi hasar meydana gelmiştir. 1998 yılında 440 bin 149 kaza olmuş, 4 bin 935 kişi ölmüş, 114 bin 552 kişi yaralanmış, 356 milyon dolarlık maddi hasar meydana gelmiştir. 1999 yılının ilk 7 ayında 250 bin 657 kaza olmuş, 2 bin 584 kişi ölmüş, 65 bin 520 kişi yaralanmış, 195 milyon dolar maddi zarar meydana gelmiştir. 1999 istatistiklerine göre, Türkiye'de günde yaklaşık 1200 kaza meydana gelmekte, 300 kişi yaralanmakta, 12 kişi hayatını kaybetmektedir. Avrupa ülkeleriyle mukayese edildiğinde 4 ila 7 kat daha fazla ölüm ile karşılaşılmaktadır. Ülkemizde şehirlerarası yolcu taşımacılığının yüzde 95'i, yük taşımacılığının yüzde 87.5'u karayolları üzerinde yapılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde bu oranlar yüzde 50 civarındadır. Trafik, ülkenin en büyük iç düşmanı haline gelmiştir. Pek çok tedbir alınmıştır. Hala, pek çok yeni tedbire ihtiyaç vardır. Karayollarının düzeltilmesi, kara noktaların kaldırılması, bölünmüş yol inşaatının çoğaltılması, demiryollarının geliştirilmesi, ilk yardım, acil müdahale ve denetim sistemlerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması, öncelikli tedbirler olarak zikredilebilir. Herkesi, bu sorunun çözümü için seferber olmaya çağırıyorum. Değerli Milletvekilleri, Ülkemizin önemli sorunlarından bir diğeri, orman yangınlarıdır. 1999 yılı içinde; 1563 orman yangını olmuş ve 3315 hektar orman yanmıştır. Ülkemizin 1/4'ü ormanlık alandır. Hala 1/8'i, "iyi orman" evsafındadır ve korunması lazımdır. "Yeşil Türkiye" için orman yangınlarının söndürülmesinde ve ağaçlandırma seferberliğinde, daha çok gayrete ihtiyaç vardır. Daha çok kaynak ayrılmalı, halktan ve gönüllü kuruluşlardan daha çok yararlanılmalıdır. Topraklarımızın korunması, yani erozyonla mücadele, ülkenin çok önemli sorunlarından bir diğeridir. Halk ve devlet işbirliğinin çok güzel örneklerine şahidiz. Bu gayretler daha çok teşvik edilmelidir. 1999 yılı içerisinde; 13 heyelan, 9 sel baskını, 2 yangın olmak üzere, 24 yerde doğal afetle karşılaşılmıştır. 14 vatandaşımız hayatını kaybetmiş ve önemli hasar meydana gelmiştir. Değerli Milletvekilleri, Ülkemizin en önemli güncel sorunlarından birisi de, hayat pahalılığıdır. İşsizlik yüksektir. Maaşlar ve ücretler düşüktür. Böyle bir tabloya bir de, yüksek enflasyon eklenmektedir. - 1965-71 döneminde yüzde 5, - 1971-77 döneminde yüzde 19, - 1981-87 döneminde yüzde 36, - 1988-93 döneminde yüzde 60.5 - 1995-97 döneminde yüzde 81 olan TEFE; Türkiye'yi ciddi tedbirler almaya zorlamıştır. -
1997'de yüzde 91 olan TEFE, 1998'de yüzde 54.3'e inmiştir. Enflasyonun tek haneli rakamlara getirilmesi, Türkiye'nin en önemli ve öncelikli sorunlarından biridir. Ne kadar erken başarılabilirse, ağır geçim şartları altında sıkıntı çeken büyük halk kitleleri, o kadar çabuk rahatlar. Bunu, yerine getirilmesi gereken bir vecibe sayıyorum. 1923 yılından bu yana milli gelirini, yılda yüzde 5'e yakın oranda artıran Türkiye, toplumun çeşitli kesimleri arasındaki dağılımında aynı başarıyı gösterememiştir. Cumhuriyetin başından bu yana, Türkiye nüfusu 6 kat büyümüş, adam başına gelir, 10 katın üstünde artmıştır. Buna rağmen nüfusun alt yüzde 20'si, gelirin yüzde 5'ini, üst yüzde 20'si de, gelirin yüzde 55'ini alır durumdadır. Gelir dağılımının en bozuk olduğu bölge, Marmara bölgesidir. Toplam kullanılabilir gelirden en büyük pay almasına rağmen bu bölgede, alt yüzde 20 gelirin yüzde 4.3'ünü, üst yüzde 20 gelirin yüzde 61'ini, kalan yüzde 60 ise gelirin yüzde 34,6'sını almaktadır. Türkiye'nin zenginleşme ve refah mücadelesi, ancak kalkınma ile başarıya ulaşacaktır. Fert başına geliri yükseltmek, bu mücadelede en önemli hedeftir. Bu yapılırken, dağılımda dengesizlikler giderilmeye çalışılacaktır. Aksi halde "yok", bölüşülemez. Ülkenin pek çok güncel meselesinin kökünde, kamu maliyesinin sağlıksızlığı yatmaktadır. Devlet masraflarını, uzunca süredir vergi gelirleri ile karşılayamamakta, piyasalardan yüksek faizle, kısa vadeli borç almaktadır. Bu durum, devlet bütçesini nerede ise, borç ve faiz ödeme bütçesi haline getirmiştir. Bütçeden yatırımlara ayrılabilecek kaynaklar çok azalmış ve devlet yatırımları geniş çapta aksamıştır. Devletin taahhüde bağladığı 10 bine yakın projesinin ortalama tamamlanma süresi, 10-12 yıldır. Bu, hiçbir şekilde savunulamaz. Kamu maliyesini, kara deliklerinden kurtarmak ve faiz batağından çıkarmak lazımdır. Belediyelerin mali durumu içler acısıdır. Bu soruna önemle eğilinmelidir. Bu durum, enflasyonun kontrol altına alınmasının da en önemli tedbiridir. Bu hususta yüce Meclisin, Hükumetin getireceği yasal tedbirlere her türlü desteği sağlayacağından emin bulunuyorum. Ülkemizin önemli meselelerinden bir diğeri de, ödemeler dengesidir. Türkiye, kafi miktarda döviz kazanmaya devam etmelidir. İhracat artmalı, turizm gelirleri artmalı ve diğer döviz sağlayan taşımacılık gibi, dış alem gelirleri gibi kaynaklar kurumamalıdır. Bu hususu, fevkalade önemsediğimi ifade etmeliyim. Türkiye kalkınmasının devamlılığı, Türkiye geleceğinin teminatıdır. Bu, yatırım demektir. Altyapıda darboğazlar meydana gelmiştir. Bunlar giderilecek ve yeni altyapı talepleri karşılanacaktır. Gerek kamu yatırımlarında, gerek özel kesim yatırımlarında, yabancı sermayeden, en genel anlamda yararlanılmalıdır. Hedef, ekonomiyi büyütmektir. Daralan, küçülen, büzülen bir ekonomi yerine; büyüyen, gelişen, sağlıklı bir ekonomi. Değerli Milletvekilleri, Türkiye genelinde; 1199 özel radyo, 16'sı ulusal, 15'i bölgesel, 230'u yerel olmak üzere, 261 televizyon yayın yapmaktadır. Devletin radyo ve televizyonu olan TRT, Türkiye içine ve dışına yayınlarını sürdürmektedir. Avustralya'dan, Orta Asya'dan, Balkanlar'dan gayet net bir şekilde izlenen ve dinlenen TRT yayınları, maalesef ülkenin çeşitli yörelerinde istenildiği netlikte izlenememektedir. Vericilerin TRT'ye devri için çıkarılan yasanın gerekçesi, bu durumu ortadan kaldırmaktır. TRT'ye yeteri kadar kaynak sağlanması ve bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılmasını sağlamak gerekecektir. Değerli Milletvekilleri, Savunma siyasetimizin dayandığı temel düşünce, dünyada mevcut jeostratejik ortam içinde Silahlı Kuvvetlerimizi, yurdumuza yönelik iç ve dış tehditleri caydıracak, emniyetle savunacak ve milli çıkarlarımızı koruyacak modern güç ve kudrette idamesini sağlamaktır.
Türkiye 21. Yüzyıla, Silahlı Kuvvetleri ülke tarihindeki en güçlü konumuna erişmiş olarak girmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri, milletinin gurur ve güven kaynağını teşkil etmekte ve her zor zamanda eksiksiz görev ifa etmektedir. Türkiye, büyük Atatürk'ün "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" temel kavramından hareketle, barış ve istikrarın çevresine yayılmasında doğrudan etkin bir rol oynamaktadır. Nitekim Türk Silahlı Kuvvetleri bugün bölgedeki barışçı rolüne ilaveten, Bosna-Hersek ve Kosova dahil çeşitli uluslararası barışı koruma görevlerinde küresel barış ve istikrara başarılı katkılarda bulunmaktadır. Güçlü demokrasi, güçlü ekonomi ve güçlü savunma "altın üçgeni" ilkesi içinde, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin; 21. Yüzyılın jeostratejik ortamının ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde, bölgesinde en iyi eğitilmiş, en iyi teçhiz edilmiş ve en yüksek hazırlık seviyesine sahip askeri güç durumunun sürdürülmesi hayati önemi haizdir. Her devletin, mevcut tehditlere karşı sınırlarını, halkını ve rejimini koruması, bir hükümranlık hakkıdır. Türkiye de; halkıyla, parlamentosuyla, hükumetleriyle, Silahlı Kuvvetleriyle büyük Atatürk'ün kurduğu demokratik, laik Cumhuriyeti ebediyete kadar koruyacaktır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Değerli Milletvekilleri, Dünyada mevcut belirsizlik ortamı, caydırıcı bir savunma gücünün elde tutulmasını gerektirdiği cihetle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülke güvenliği açısından, son yıllarda genel bütçesinin ortalama yüzde 10'unu savunmaya tahsiste basiretli davranmıştır. 21. Yüzyıl Türk Silahlı Kuvvetleri'nin reorganizasyon ve modernizasyon ihtiyaçlarının karşılanması için, yüce Meclisimizce her zamanki ilgi ve hassasiyetin gösterileceğinden emin bulunuyorum. Türk savunma sanayii, bugün gelinen noktada, kayda değer bir üretim yeteneği geliştirmiş, Türk Silahlı Kuvvetleri için kara silah sistemleri ve mühimmat, askeri gemi inşa, askeri elektronik ve elektrooptik, zırhlı araç, roket ve havacılık alanlarında yüksek teknolojiye dayanan temel üretim altyapısını kurmuş ve bu alanlardaki ihtiyaçların bir bölümünü yerli tesislere yönlendirme olanağına kavuşmuş bulunmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mal ve hizmet alanlarındaki yerli katkı, tüm tedarikte yüzde 65 ve ana sistem tedarikinde yüzde 21 oranına yükselmiştir. Yerli katkı oranının daha da artırılmasına çalışılmaktadır. 1998'den başlayan ve önümüzdeki 30 yıl içinde uygulamaya konacak 150 milyar dolarlık savunma sanayii proje paketinin, 21. Yüzyıl Türk Silahlı Kuvvetleri'nin oluşumunda hayati bir rol oynayacağı açıktır. Savunma sanayii alanında AR-GE faaliyetleri ve dost ülkelerle işbirliği anlaşmaları daha da genişletilmelidir. Önümüzdeki dönemde, savunma sanayii ürünlerinin ihracı suretiyle savunma sanayii ticaretinde dengenin sağlanmasını, karşılıklılık ilkesinin işletilmesini ve böylece savunmaya tahsis edilen sınırlı kaynakların ödemeler dengesi üzerindeki negatif etkisinin asgariye indirilmesini önemli olarak mütalaa ediyorum. Değerli Milletvekilleri, 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunu, 4.6.1937 tarihinde yürürlüğe girmiş olup, Teşkilat bünyesinde yapılan işlemler bu kanun ve buna bağlı olarak çıkartılan yönetmelik esasları doğrultusunda yürütülmektedir. Bu kanunun bazı maddeleri defalarca değiştirilmiş, bazı maddeleri ise hızla büyüyen ve gelişen Teşkilata uyum sağlayamadığından uygulanabilirliğini kaybetmiş, çoğu maddeler zaman içinde yürürlükten kaldırılmıştır. Bu açıdan Teşkilatın çağdaş koşullara göre belirlenmiş bir mevzuat ile düzenlenmesi ve yönetilmesi ihtiyacı bulunmaktadır. Hiyerarşik bir yapıya dayalı olarak teşkilatlanan, güvenlik hizmeti gibi önemli bir kamu hizmeti ifa eden Emniyet Teşkilatı personeli, diğer kamu personeli gibi 1980 yılında çıkarılan 657 sayılı yasaya tabi olarak çalışmaktadır. Bu yasanın ek geçici 54'üncü maddesi ile Emniyet Teşkilatı Personel Kanunu'nun çıkarılmasına imkan tanınmış olmasına rağmen, bu yasa 19 yıldır çıkarılamamıştır. Bir an önce çıkarılması gereken Emniyet Teşkilatı Personel Yasası ile Teşkilat mensuplarının tüm özlük hakları daha verimli, etkin ve hızlı bir şekilde yasal çerçevede düzenlenme imkanına kavuşacaktır. Personel özlük haklarının daha iyi yürütülmesi ve sorunların çözümü için, Emniyet Teşkilatı Personel Yasası çıkartılıncaya kadar, halen yürürlükte olan mevcut kanun ve yönetmeliklerde bazı değişikliklerin yapılması zorunluluk arzetmektedir. Emniyet Teşkilatı'nın yeniden yapılanması sağlanmalıdır. Bu amaçla yeni bir Emniyet Teşkilatı Kanunu hazırlanmalıdır. Değerli Milletvekilleri, Şehirler büyümüştür. İletişim devrimi, ülke içinde yararlı-yararsız her şeyi taşımaktadır. Kamu düzenini demokratik kurallara sadık kalarak korumak zorlaşmıştır. Hayatını kurşunlara siper ederek, hukuk devletinin hakim kılınması için çalışan Türk polisi; daha iyi eğitilmeli, daha iyi teçhiz edilmeli ve daha güvenli şartlarda görevini yapar hale getirilmelidir. Değerli Milletvekilleri, Hızla değişen dünya gündeminin önemli konularından birisini 1970'lerden bu yana giderek insanlığın büyük ve ortak endişesi haline gelmiş olan çevre sorunları oluşturmaktadır. Yaşadığımız yüzyılın teknolojik imkanları insanlığın hizmetine sunulurken, bir yandan da insanlığın ortak değeri olan çevreden geri getirilmesi zor, hatta mümkün olmayan varlıkları da alıp götürmektedir. Sanayileşme ve şehirleşme sürecini tamamlayan ülkeler, bu gelişme sırasında doğayı bitmeyen bir kaynak olarak kullanmışlar, doğanın kendini yenileme kabiliyetinin sınırlı olduğu ve ekolojik dengenin geri dönülemez bir biçimde bozulduğu görüldüğünde de çaba gösterme gayreti içine girmişlerdir. Bugün 6 milyara yaklaşan dünya nüfusu 2035'te 9 milyar olacak ve bu nüfus artışının yüzde 95'i gelişmekte olan dünyada meydana gelecektir. Kalkınma hamlesi içindeki ülke ekonomileri, kalkınmış ülke ekonomileri ve doğa ekonomisi birbirleri ile alışveriş içinde olacaktır. Bu alışveriş kendi kurallarını da geliştirecektir. Çevre sorunları artık sadece kirlenmeden doğan sorunlar olarak değil, çevre ve kalkınma arasındaki karşılıklı etkileşimden kaynaklanan kullanma, koruma ve yönetme sorunları olarak değerlendirilmektedir. Kalkınma politikaları ile çevre politikaları uyum içinde olmak zorundadır. Bu zorunluluk dünya ticaretinde şimdiden etkisini göstermeye başlamıştır. Artık çevre dostu teknoloji ile üretilmeyen malın ihracatı boykot edilebilmekte, çevre dostu olmayan nakil vasıtaları uluslararası taşımacılık yapamamaktadır. Çevre, ekonomi, insan ilişkisi sonucu hukukta gelişen "Çevre Hakkı" anlayışı doğal ve yapay çevre üzerinde; bireylerin, toplulukların, gelecek kuşakların hakkını kabul etmektedir. Bizim Anayasamızın 56'ncı maddesinde de bu hakka yer verilmiştir. Günümüzde, birçok şey gibi çevre bilinci de globalleşmiştir. Bunun neticesinde dünya topluluklarının önemli bir üyesi olan ülkemiz de bu etkilenmenin dışında kalamamıştır. Ülkemiz çevre konusunu 70'li yıllardan başlayarak kurumsallaştırmış ve nihai olarak 1991'de bakanlık seviyesinde teşkilatlandırmıştır. Böylelikle, uluslararası ve ulusal politikalar tespit etmek ve sorunları çözmek üzere devletimiz ciddi bir adım daha atmıştır. Bu Bakanlığın teşkilatlanmasının tamamlanması ve özellikle kontrol görevinin etkili olarak yerine getirilebilmesi için gerekli hukuki ve fiziki imkanlara kavuşturulması zorunludur. Halihazırda Türkiye kalkınma sürecinde önemli gelişmeler kaydetmiş ve kalkınmış olan diğer ülkelerin seviyesine ulaşma çabası içerisindedir. Bu noktada dikkatle ele alınması gereken en önemli husus, kalkınmanın, ekonomik, sosyal, kültürel ve çevresel bir bütünlük içinde ele alınması gerektiğidir. 2000'li yıllarda çevre konularının uluslararası ilişkilerde, ekonomik, politik, sosyal ve kültürel alanlarda belirli bir rol oynayacağı da dikkate alındığında, bu sorunlara kısa, orta ve uzun vadeli programlarla yaklaşılması gereği aşikardır. Sanayileşme çabalarını sürdüren ülkemizde ciddi çevre sorunlarımız mevcuttur. Yeraltı ve yerüstü kaynakları tehdit altına girmiş olan ülkemizde çevreyi koruma ve iyileştirme çabalarımızın daha da yoğunlaştırılması zorunludur. Ülke genelinde erozyon, çarpık kentleşme ve buna bağlı altyapı sorunları yoğun olarak görülürken, özellikle batı bölgelerimizde sanayileşmeden kaynaklanan çevre kirlenmesi yaşanmaktadır. Ülkemizin büyük bir bölümünde bitki örtüsü ve ormanlar azalmaktadır. Şehir merkezlerinde kişi başına düşen yeşil alan miktarının dünya ortalaması 7 metrekare iken, İstanbul'da 0,5 metrekareden daha azdır. Ülkemizde, su kirliliği hızla artmakta, atıkların bertarafı açısından önlemler yetersiz kalmaktadır. Türkiye su kaynaklarının üzerine titremek ve su yönetim politikalarını yeniden gözden geçirmek zorundadır. Su kaynaklarının kalitesini korumak, iyileştirmek, kalkınmanın sürdürülebilir olması için şarttır. Türkiye, dünyada çevre konusunda yaşanan hızlı gelişmelere ilgisiz kalmamış ve dünyayla uyumlu, ancak kendi özel şartlarını ve önceliklerini de gözardı etmeyen çevre politikalarını üretme çabasına girmiştir. Sahip olduğu çevresel değerler açısından zengin bir ülke olan Türkiye, jeopolitik açıdan olduğu kadar ekolojik açıdan da dünyanın en önemli bölgelerinden birinde yer almaktadır. Bu bağlamda bölgesel düzeyde yürütülen pek çok uluslararası çalışmada öncü bir rol üstlenmelidir. Karadeniz ve Akdeniz'e kıyısı olan tek ülke olmamız, çevrenin korunması amacıyla yürütülen bölgesel faaliyetlerde liderlik yapmamız açısından önemli bir avantaj sağlamaktadır. Ancak ülkemiz, sınırlar ötesi çevre sorunlarından ciddi ölçüde etkilenmektedir. Türk boğazları, petrol ve benzeri tehlikeli madde taşımacılığı bakımından dünyanın en önemli çevresel risk bölgelerinden birini oluşturmaktadır. İstanbul ve Çanakkale boğazlarında meydana gelebilecek herhangi bir deniz kazası, sadece bu bölgede yaşayan insanların hayatı için değil, aynı zamanda dünyanın en önemli doğal ve kültürel mirasları olan İstanbul kenti ve Gelibolu Yarımadası için ve aynı şekilde Karadeniz, Marmara ve Ege Denizi için de telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açacaktır. Bu bağlamda, sadece ulusal önceliklerimiz açısından değil, küresel düzeyde üstlendiğimiz sorumlulukların yerine getirilmesi açısından da Türk boğazlarının çevresel güvenliğini sağlamakta kararlı olunması gerekmektedir. Çevre konusundaki sorunlarımızın üstesinden gelebilmenin ve insanlarımızı çevre bilincine sahip kılabilmemizin en temel yolu eğitimden geçmektedir. Çevre politikalarında başarı her yaşta, sürekli bir eğitim ile mümkündür. Uygar insan, yaşayışında çevreyi dikkate alan insandır. Türkiye'nin çevre yönetim sistemi ve bunun kurumsal temeli; çevre koruma politikaları ile yönetim sistemlerinde önemli değişiklikler öngören 1992 Rio Bildirgesi ve Gündem 21'i öne çıkarmaktadır. Sürdürülebilir kalkınmanın temini için, ekonomik ve toplumsal politikaların yanında, çevreyle ilgili stratejinin geliştirilmesi, çevreye yönelik yatırım kararlarında önceliklerin belirlenmesi, ilgili kuruluşlar arasında işbirliğinin temellerinin oluşturulması, uluslararası kuruluşlarla desteklenmek üzere çevreyle ilgili yatırım programlarına ilişkin verilerin sağlanması amacıyla hazırlanan Ulusal Çevre Stratejisi ve Eylem Planı (UÇEP) sonuçları, ilgili kuruluşlar arasında imzalanan protokol ile uygulamaya konulmuştur. Çevre sorunlarının çözümünde toplumun tüm kesimlerine önemli görevler düşmektedir. Uygulamada en önemli görevi Çevre Bakanlığı üstlenecektir. Çevre yönetiminin etkinleştirilmesi için Ulusal Çevre Stratejisi ve Eylem Planı doğrultusunda öngörülen hukuksal ve kurumsal düzenlemelerle ilgili idari ve teknik altyapının oluşturulması için çalışmalar hızlandırılmalıdır. Çevre konusundaki uluslararası taahhütlerimizi yerine getirmede kalkınma çabalarımızı engellemeyecek ve haklarımızı savunabilecek hukuki, kurumsal ve teknik altyapının oluşturulması zorunluluğu önemini korumaktadır. Bu bakımdan; çevre korunması konusunda hazırlanan Çevre Kanunu Tasarısının ve Çevre Bakanlığı'nın Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Tasarının yasalaşmasına gerek vardır. Ayrıca; Anayasa dahil olmak üzere Çevre, Orman, İmar, Maden, Turizm, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma, Umumi Hıfzıssıhha, Belediyeler, Vergi Kanunu ve Medeni Kanun ile bunlara dayalı olarak çıkarılan her türlü mevzuatın çevre ile ilgili uygulamalarındaki örtüşme, çelişme ve karmaşayı gidermek amacıyla gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Değerli Milletvekilleri, Sosyo-ekonomik faktörler dikkate alınarak yapılan çalışmalar, bölgelerimiz, illerimiz ve aynı ilin değişik yöreleri arasında önemli ölçülerde gelişmişlik farklılıkları bulunduğunu göstermektedir. Gelişmişlik farklılıkları yurdumuzun her tarafında görülmekle birlikte bilindiği gibi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimiz, birçok faktörün etkisiyle genel olarak daha az gelişmiş bölgelerimizin başında gelmektedir. Her ülkede gelişmişlik bakımından nisbeten geri kalmış bölgeler bulunmaktadır. Türkiye'de de tarihi seyir içinde bölgeler arasında gelişmişlik farkları oluşmuştur. Bu durum, temelde bölgelerin sosyo-ekonomik yapısı, kaynak imkanları, pazar etkisi gibi çeşitli faktörler yanında insan kaynaklarının durumu, sermayenin potansiyeli daha yüksek alanlara yönelmesi gibi çok çeşitli faktörlerden kaynaklanmış ve tarihi oluşum içinde bu sonuç ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren bölgeler arası gelişmişlik farklılıklarını giderici politika izlemiştir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde demiryolunun Batıdan Doğuya bağlanması bu politika uygulamalarının bir örneğidir. Daha sonraki dönemlerde iyi standartta karayolu ağının oluşturulması çalışmalarında yine Doğu ve Güneydoğu Anadolu öncelikle dikkate alınmıştır. Asfalt yol oranı bakımından bazı Karadeniz ve İç Anadolu illeri Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki birçok ilden geri durumdadır. Doğu ve Güneydoğu illerimizin gelişmesini olumsuz etkileyen bir faktör de 10-15 yıldan beri süren bölücü terör olaylarıdır. Bu olaylara karşı başarılı sonuçlar alınması ile beraber, vatandaşlarda görülen kalkınma hamlesini yeniden canlandırma arzusu son derecede önemli bir gelişmedir. Devlet, vatandaşlardaki bu eğilimi canlı tutarak sürdürmeye gayret etmelidir. Son yıllarda Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla artış hızı bakımından Türkiye ortalamasının üstünde bir gelişme göstermiştir. GAP'la başlayan bu eğilimin devam etmesi beklenmektedir. Söz konusu iki bölgenin kalkınmasını hızlandırmak üzere çeşitli tedbirler uygulamaya konulmuştur. Bu bağlamda, 24 Ocak 1992 tarihli Başbakanlık talimatı ile "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri Aksiyon Planı" hazırlanmıştır. Plan bu bölgelerin sosyo-ekonomik gelişmişlik göstergelerinin 5 yılda ülke ortalaması seviyesine getirilmesini öngörmektedir. Söz konusu bölgelerde Acil Destek Programı, Hayvancılık Geliştirme Projesi gibi projeler ele alınmış, ancak esas olarak, finansman kaynaklarının yeterli olmaması sebebiyle Aksiyon Planı gerçekleştirilememiştir. Bu bölgelerdeki kalkınma, gelişme havzası anlayışı içinde, bölgesel bir yaklaşım olarak ele alınmalı, tüm faaliyetlerde etkili bir koordinasyon sağlanmalıdır. Bölgedeki yatırım fırsatlarının teşhisi, projelendirilmesi, finansmanı ve uygulamanın izlenmesi konularında devletçe yürütülecek hizmetleri üstlenecek kuruluşların bölge içinde teşkilatlandırılması sağlanmalıdır. Hizmetlerin her aşamasında bölgedeki özel sektör kuruluşları ile işbirliği yapılmalıdır. Terör nedeniyle göç edenlerin köylerine dönerek, üretici durumuna gelmeleri, bir programa bağlanmalıdır. Bu konuda "Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi" hazırlanmıştır. Proje, göç edenlerin döneceği köylerindeki altyapı, konut, eğitim, sağlık tesisleri gibi ihtiyaçların karşılanmasını ve döneceklerin üretici hale getirilmesini öngörmektedir. Köye dönüşün, bu şekilde entegre bir proje kapsamında ele alınması iyi bir yaklaşım olmakla beraber, uygulanması, büyük kaynak ihtiyacı nedeniyle, sınırlı olarak belirlenecek yerlerde başlatılabilir. Bu bakımdan söz konusu projenin uygulanması yanında, boşalan köylerdeki tarım, hayvancılık gibi üretim kaynaklarının uzun süre atıl kalmasının önlenmesi gereği dikkate alınarak, köye dönüşü hızlandıracak kısmi tedbirlerin de geniş çapta uygulanması üzerinde durulmalıdır. Bu bölgelere yatırım yapılmasının teşviki önemli bir tedbir alanıdır. Yatırımların teşviki, geniş çerçeveli ve sürekliliği sağlanacak bir program halinde yürütülmelidir. Yatırım faaliyetlerini canlandırmak bakımından Türkiye Kalkınma Bankasının bu bölgelerde etkinliği artırılmalı ve bu amaçla yeniden yapılandırılmalıdır. Bilindiği üzere Olağanüstü Hal Bölgesi ve Kalkınmada Öncelikli Yörelerde yatırımların teşviki amacıyla yürürlüğe konulan 432 Sayılı Kanun, bu bölgeler için önemli teşvik imkanları getirmiştir. Kanunun etkili bir şekilde uygulanması ile birlikte, ihtiyaca göre, süratle yeni düzenlemeler yapılması da gözönünde tutulmalıdır. Bu çerçevede; -- Kanunun yeni tesisler için getirdiği beş yıllık Gelir ve Kurumlar Vergisi istisnası süresinin 10 yıla kadar uzatılması, eski yatırımların da belirli süre istisnadan yararlandırılması, -- Çalışanlardan kesilen vergilerin ertelenerek ödenmesi konusunda girişimciye açık, basit, kolay anlaşılır ve uygulanır usul tarif edilmesi, -- Vergi, resim ve harç istisnalarının kapsamı ve uygulama usulleri konusunda girişimcilerin aydınlatılması, uygulama süresinin uzatılması, -- Yeni tesisler için getirilen, sigorta pirimi işveren paylarının Hazine tarafından karşılanması uygulamasının 10 yıla kadar sürdürülmesi ve bölgedeki eski yatırımların da kademeli olarak bu imkandan yararlanması, -- Bedelsiz tesis kuruluş yeri tahsisi işlemlerinin sadeleştirilmesi, bu gibi yerlerin altyapısının hazırlanarak girişimciye tahsisi, Tarım Reformu Bölgesi olan Şanlıurfa'da 4325 Sayılı Kanunun getirdiği kuruluş yeri tahsisi imkanının kullanılamaması sorununa çözüm getirilmesi, -- Kaynak kullanımı destekleme priminin, Organize Sanayi Bölgeleri lehine farklılaştırılarak etkin bir araç olarak kullanılması gibi tedbirler üzerinde durulmalıdır. Bu bölgelerde yapılmakta ve yapılacak olan yatırımlar için tanınan yüzde 50 enerji desteği, kademeli olarak 3 yıl için işletme safhasında da geçerli hale getirilmiştir. Bu sürenin daha da uzatılması imkanı değerlendirilmelidir. Halen uygulanmakta olan yatırım teşviki sisteminin bir parçası olarak yatırımlarda devlet desteği Bakanlar Kurulu kararları ile düzenlenmektedir. Bu çerçevede çeşitli vergi, resim, harç ve fon istisnası, yatırım indirimi, enerji desteği, kuruluş arsası tahsisi, Teşvik Fonu Kredisi gibi teşvik araçları kullanılmaktadır. Bu konuda son düzenleme ile, bölge dışından yatırımcıların da bu bölgeye yatırım yapmalarının çekici hale getirilmesi öngörülmüştür. Özellikle etkili bir teşvik aracı olan Teşvik Fonu Kredisi imkanının bu bölgeye yatırım çekmek için, iyi tanıtılarak kullanılması ve uygulamanın dikkatle izlenmesi sağlanmalıdır. Küçük ve orta boy işletmelerin yatırımlarına devlet desteği de Bakanlar Kurulu kararı ile düzenlenmektedir. Bölge için bu kapsamdaki uygulamalarda yatırım sınırının artırılması, vadesinin uzatılması, işletme kredisi miktarının artırılması imkanları değerlendirilmelidir. KOBİ kredi şartları ile getirilen Geliştirme ve Destekleme Fonu kaynaklı kredi imkanları Doğu ve Güneydoğu iyi tanıtılarak kullanılmalıdır. Doğu ve Güneydoğu illerimizde, özel kuruluşlar tarafından yapılan birçok tesis işletme sermayesi eksikliği yüzünden çalıştırılamamış veya finansman ihtiyacı nedeniyle yarım kalmıştır. Bu nitelikteki tesisleri ekonomiye kazandırmak üzere uygulamaya konulan Acil Destek 1 Programı çerçevesinde başvuruda bulunan 419 şirketin 122'sine 4.5 trilyon TL kredi tahsisi yapılmış, bunun 4.2 trilyon TL'si ödenmiştir. Şubat 1999 ayında uygulamaya konulan Acil Destek 2 Programı için 519 şirket, 57.3 trilyon TL yatırım, 78.5 trilyon TL işletme kredisi olmak üzere 135.8 trilyon TL kredi talebinde bulunmuştur. Eylül 1999 ayı başı itibariyle, 96 başvurunun işlemi tamamlanmış, 15.9 trilyon TL kredi tahsisi yapılmıştır. Bu projeler üzerinde yapılan değerlendirmeler süratle sonuçlandırılmalı, tesislerin mümkün olduğu ölçüde ekonomiye kazandırılması sağlanarak, bu konu sürekli dile getirilir olmaktan çıkarılmalıdır. Özel yatırım konuları teşhisinde güçlük çekilen bu yörelerde, vatandaşlarca teşhis olunan söz konusu projeler üzerinde ciddi olarak durulmalı, halen uygun nitelikte görülmeyen projeler de ıslah edilerek uygulanabilirlik niteliği kazandırılması imkanları incelenmelidir. Yarım kalmış yatırımlarda krediden yararlanmak için fiziki gerçekleşme sınırı, yüzde 75'ten 50'ye indirilmiştir. Bunun daha aşağıya indirilmesi ve proje değerlendirme durumuna göre destek kararı verilmesi düşünülmelidir. İki yıl ödemesiz 5 yıl olan yatırım kredilerinin vadelerinin 7 yıla çıkarılması üzerinde durulmalıdır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da, hayvancılık, halıcılık, kilimcilik, arıcılık, seracılık gibi alanlardaki projelere destek için Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu'ndan kaynak ayrılmıştır. Bölge için büyük istihdam fırsatı yaratacak bu imkan süratle ve bölge genelinde uygulanmalı, potansiyel yatırımcılara proje geliştirmek üzere yardımcı olunmalıdır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da 32 Organize Sanayi Bölgesi programlandırılmıştır. Bunların tamamlanması halinde 4 bin 700 civarında işletme kurulacak ve 450 bin kişiye istihdam imkanı doğacaktır. Ayrıca 67 Küçük Sanayi Sitesi programlanmıştır. 10 bin 500 kadar işyerinden oluşan bu siteler, 60 binin üstünde istihdam yaratacaktır. Etüt, kamulaştırma, inşaat gibi değişik aşamalarda bulunan gerek Organize Sanayi Bölgeleri, gerek Küçük Sanayi Siteleri bir öncelik sırasına konularak gecikmeden tamamlanmalıdır. Bölgede, özellikle köylerden çok sayıda göç alarak kısa sürede nüfusu hızla artan şehir merkezlerinin altyapıları yetersiz hale gelmiştir. Bu merkezlerin su, kanalizasyon, yol, imarlı konut alanları gibi altyapı ihtiyaçlarının karşılanması önem taşımaktadır. Bu konuda başlanmış olan projelerin tamamlanmasına öncelik verilmeli, yeni projeler hazır tutularak, kaynak imkanına göre uygulamaya konulmalıdır. Bölgedeki köy yollarının her mevsim geçit verir hale getirilmesi özellikle Güneydoğu Anadolu'daki susuz köylerin bir an önce suya kavuşturulmaları sağlanmalıdır. Bu bölgelerin üretim kaynaklarının başında tarım ve hayvancılık gelmektedir. Tarımın temel altyapısı niteliğinde olan sulama projelerinin tamamlanması, bölgenin gelişme potansiyeline büyük katkı sağlayacaktır. Halen GAP kapsamındaki büyük sulama projeleri dışında, Doğu Anadolu'da başlıcaları Erzurum-Demirdöven, Kuzgun ve Hınıs, Iğdır, AğrıYazıcı, Erzincan II. merhale, Bayburt Aydıntepe-Çayıryolu, Van-Engil, Karasu ve Erciş sulama projeleri başta olmak üzere birçok büyük sulama projeleri yatırım programlarındadır. GAP yatırımlarının 2010 yılına kadar tamamlanması yolunda çalışmalar yapılırken, bunların da, öncelik sırası verilerek, tamamlanması konusu ele alınmalıdır. Hayvancılığın yeniden canlandırılması, meralardan faydalanmanın sağlanması, yetiştiriciliğin, besiciliğin teşviki önemle üzerinde durulacak çalışma alanıdır. Bölgedeki bütün eğitim-öğretim kurumları, sağlık kurumları tam kapasite ile hizmete açık olmalıdır. Bu bölgelerde gerek görülen yerlerde yatılı bölge okulları süratle yapılmalıdır. Yeşil Kart uygulaması ihtiyaçlara cevap verecek bir şekilde ve etkin olarak yürütülmelidir. Bölgede elektrik kesintileri sorunu giderilmelidir. Bu bölgelerin her tarafında devlet radyo ve televizyonlarının rahatlıkla izlenmesi sağlanmalıdır. Bu bölgelerde kamu hizmetleri ile ilgili her sınıf ve meslekten nitelikli personel ihtiyacının karşılanmasına öncelik verilmelidir. Bölge kapsamındaki il ve ilçe merkezlerinde halen 32 kültür merkezi yatırım programındadır. Bunlar mümkün olan süratle tamamlanarak hizmete açılmalı, kültür merkezlerinin tümü, bu bölgelerde kültürel etkinliklerin canlandırılması için iyi organize edilmiş birer mekan olarak değerlendirilmelidir. Bölgedeki vatandaşların sosyal yardım ve hizmet taleplerinin karşılanmasına, bütün yönetim kademeleri öncelik tanımalıdır. Halk eğitim geniş bir şekilde ele alınmalı, çeşitli meslek, sanat kursları ile birlikte programlanarak yürütülmelidir. Türkçe okuma-yazma kursları yaygınlaştırılmalıdır. Kadının sosyal faaliyetlerle birlikte istihdama dönük çeşitli faaliyetlere daha aktif katılması imkanları geliştirilmelidir. Bölgede spor tesisleri yeterli hale getirilmeli, spor etkinlikleri artırılmalıdır. Devlet, Doğu ve Güneydoğu'ya birçok hizmet götürmüş ve götürmektedir. Yeni tedbirler uygulamaya konulmuştur. Bu konuda temel eksikliklerden biri, götürülen veya götürülmek istenen hizmetlerin vatandaşlara iyi anlatılamaması ve tanıtılamamasıdır. Hizmetin bu yönü de ihmal edilmemelidir. Değerli Milletvekilleri, Ülkemizde 1998 yılında tüketilen elektrik enerjisi miktarı 114 milyar KWh dolayındadır. Bu miktarın 111 milyar KWh'ı Türkiye'de üretilmiş, geri kalanı da ithalat-ihracat dengesi içinde komşu ülkelerden temin edilmiştir. Ülkemizin elektrik enerjisi ihtiyacı, 12 bin 999 MW'ı termik, 10 bin 307 MW'ı hidrolik, 46 MW'ı da yenilenebilir olmak üzere, toplam 23 bin 352 MW kurulu gücündeki santrallerden temin edilmektedir. Hızla artan elektrik enerjisi ihtiyacının karşılanabilmesi için, bu kurulu kapasitenin 2000 yılında 29 bin MW, 2010 yılında 65 bin MW, 2020 yılında da 110 bin MW'a çıkarılması programlanmış bulunmaktadır. Halen TEAŞ programında yeralan termik santrallerin 1.900 MW'lık olanları ile DSİ programında yer alan hidrolik santrallerin 3 bin 54 MW'lık olanları inşa halindedir. Özelleştirme kapsamında Yap-İşlet-Devret modeline göre planlanan santrallerden 2 bin 215 MW olan termik ve hidrolik tesisin yapım çalışmaları da sürdürülmektedir. Toplam kurulu gücü 4 bin 730 MW'ı bulan sekiz termik santralin işletme hakkı devir işlemleri büyük ölçüde tamamlanmış olup, diğer bazı devir işlemleri de çeşitli aşamalarda bulunmaktadır. Uzun dönemdeki elektrik enerjisi açığını, halen inşaatı devam eden santrallerle gidermenin mümkün olmadığı, giderek büyüyen açığın ancak nükleer santrallerle karşılanabileceği gerçeği tüm çıplaklığıyla karşımızda durmaktadır. Nükleer teknolojide çok geri kalındığı ve bu konudaki kapasitenin en azından belirli bir düzeye çıkarılması gerektiği de aşikardır. Hal böyleyken, 1.200-1.400 MW kurulu gücünde yapımı planlanan Akkuyu Nükleer Santrali için 1996 yılında yüzde 100 kredili olarak çıkılan uluslararası ihale hala sonuçlandırılamamıştır. Çeşitli opsiyonların Ekim ayında biteceği dikkate alınarak, bu ihalenin bir an önce neticelendirilmesi ve yenileriyle ilgili işlemlere de vakit geçirilmeden başlanması gerekmektedir. Nükleer enerji konusunda, proje ve finansmanla ilgili çalışmalar, halkla ilişkiler boyutu ile de mutlaka desteklenmelidir. Bilindiği gibi, özellikle Yap-İşlet-Devret modeli çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılan santral projelerinde, Uluslararası Tahkim konularında çeşitli aksamalar yaşanmıştır. Bu sorunların artık çözülmüş olması memnuniyet verici bir gelişmedir. Ancak, konuyla ilgili olarak Anayasa'nın 47'nci, 125'inci ve 155'inci maddelerinde yapılan değişikliklerin uygulamaya geçirilmesi için, Anayasa'ya uyum çerçevesinde, Danıştay ve İdari Yargılama Usulü ile çeşitli özelleştirme yasalarında gereken düzenlemelerin de bir an önce gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Hatta tahkim ile birlikte ilk defa özelleştirme kavramının da Anayasa'ya sokulduğu bu değişiklikler esas alınarak, tüm özelleştirme faaliyetlerini de içine alacak ve özellikle "kamu hizmeti" ve "imtiyaz" kavramlarını modern dünyaya uyum sağlayacak şekilde tarifleyecek yeni bir özelleştirme yasasının hazırlanması çok daha yararlı olacaktır. Böylece, yasama-yürütme-yargı arasında konuyla ilgili olarak bir süredir yaşanan sorunlar büyük ölçüde giderilmiş olacaktır. Değerli Milletvekilleri, Ülkemizde 1998 yılında tüketilen petrol miktarı 29.022 milyon ton, üretilen petrol miktarı ise 3.224 milyon ton olarak gerçekleşmiştir. Petrol ihtiyacının yerli üretimle karşılanma oranı yüzde 11 dolayındadır. Ülkemiz genelde petrol ağırlıklı bir enerji tüketim politikası izlemektedir. Petrolün toplam enerji tüketimi içindeki payı yüzde 41 dolayındadır. Bu oran, neredeyse tüm katı yakıtların (taşkömürü, linyit, asfaltit, kok, briket, odun, hayvan ve bitki artıkları) toplam oranına eşittir. Hazar Bölgesi, hidrokarbon kaynaklarının rezervleri ile coğrafi konumu itibariyle, dünya pazarları açısından önemli bir yere sahiptir. Bu itibarla, bölgedeki çağdaş dünya ile bütünleşme gayreti içinde bulunan kardeş devletlerle ulaşım, telekomünikasyon ve enerji nakil hatlarının tesisi ve işletilmesi 21. Yüzyılda büyük önem arzetmektedir. Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı ile Türkmenistan-Türkiye Doğalgaz Boru Hattı Projeleri, bu kapsamda geliştirilen, Hazar-Geçişli "Doğu-Batı Enerji Koridoru" konseptinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu projelerin, artık, çok taraflı somut projeler haline gelmiş bulunması sevindirici olup, nihai kararları mutlaka olumlu yönde etkileyecektir. Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi'yle ilgili resmi temaslarda, geçen yıl imzalanan Mutabakat Zaptı ile 13.4.1999 tarihli İstanbul Protokolü önemli adımlar olmuştur. Azeri ve Türk çalışma grupları arasında bu çerçevede yürütülen görüşmeler, hükumetlerarası ve geçiş ülkeleri anlaşmalarının yanı sıra, anahtar teslimi ve garantiler konularında da sürdürülmektedir. Bu kapsamda çeşitli finansörlerle Ağustos ayı içinde Vaşington'da gerçekleştirilen görüşmelerdeki olumlu hava memnuniyet vericidir. Bakü-Ceyhan Projesi'yle ilgili anlaşmaların, çeşitli mercilerce paraflanmasını takiben, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunulmasını temin edecek prosedür de büyük ölçüde tamamlanmış bulunmaktadır. 1999 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun "Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı Projesi Kapsamında Akdedilecek Anlaşmalar" başlıklı 38'inci maddesinde proje hakkında Bakanlar Kurulu yetkilendirilmiş, Bakanlar Kurulu da çeşitli kararnamelerle ilgili kurumlara görev vermiştir. Çalışma grupları arasında halen devam eden anlaşma görüşmeleri ile uluslararası finansörlerle sürdürülen yoğun temaslar hızlandırılarak, projenin bir an önce hayata geçmesi doğrultusunda elden gelen bütün gayret sarf edilmelidir. Mevcut rezervlerinin büyüklüğü ile ekonomik ve çevre dostu olması nedeniyle, doğalgazın enerji arz/talep dengesi içindeki önemi tüm dünyada artmaktadır. Özellikle Hazar Denizi'nde son zamanlarda keşfedilen doğalgaz sahaları, gerek pazar gerekse coğrafi özelliklerimiz itibariyle, ülkemize büyük avantajlar sağlamaktadır. 1998 yılında tükettiğimiz 10.648 milyar metreküp doğalgazın toplam enerji tüketimi içindeki payı yüzde 13 dolayındadır. Yerli doğalgaz üretimi ise, sadece 565 milyon metreküp olarak gerçekleşmiştir. Doğalgaz talebimizin 2010 yılında 55 milyar metreküp, 2020 yılında ise 82 milyar metreküp dolayında olacağı öngörülmektedir. Doğalgaz, Türkiye'nin çok önemli ihtiyaçlarından birisi haline gelmiştir. Henüz Türkiye'de doğalgaz kullanımı pek kısıtlı sayılabilir. 1998 yılında tükettiğimiz 10.648 milyar metreküp doğalgazın yaklaşık yarısı elektrik santrallerinde kullanılmıştır. Konut ve hizmetler sektörlerinde kullanılan miktar ise 2.662 milyar metreküp olmuştur. Ülkemizin hızla artan elektrik enerjisi talebinin karşılanabilmesinde müstesna bir yeri olan Türkmenistan'ın doğalgaz kaynaklarıyla ilgili "Doğal Gaz Alım Satım Anlaşması", 21.5.1999 tarihinde imzalanmış bulunmaktadır. 30 yıl süreli bu anlaşmaya göre, 2002 yılında 5 Bcm ile başlayacak olan doğalgaz alımı, daha sonraki yıllarda kademeli olarak artarak, 2013 yılında 16 Bcm'e ulaşacaktır. Türkmenistan-Türkiye boru hattının yapımı ve işletilmesinden sorumlu uluslararası konsorsiyumun oluşumu da büyük ölçüde tamamlanmış bulunmaktadır. Söz konusu konsorsiyumun, boru hattını, Batı Türkistan'ın Hazar kıyısındaki Türkmenbaşı şehri civarından başlayıp, Hazar Denizi'ni geçerek, önce Azerbaycan'ın Şangaçal Limanı'na, oradan da Gürcistan-Türkiye Sınırına ulaşacak şekilde döşemeyi planladığı bilinmektedir. Bu itibarla, Hattın topraklarımızdaki devamıyla ilgili planlama ve proje çalışmalarının da, mutlaka ana hatla eşgüdümlü olarak yürütülmesi gerekmektedir. Bu itibarla, konsorsiyumun Türkmenistan Doğal Gaz Boru Hattı Projesi kapsamında takdim ettiği "Taslak Proje Geliştirme Anlaşması" ile "Hükumetlerarası Anlaşma" ve "Boru Hattı Anlaşması" konularıyla ilgili çalışmalara özenle devam edilmeli, gerekli anlaşmalar Boru Hattının yapımını geciktirmeyecek şekilde imzalanmalıdır. Türkmenistan Doğalgaz Boru Hattı Projesi ile birlikte, diğer doğalgaz tedarik projeleri de, belirli bir strateji çerçevesinde, ülkemizin zaman içindeki arz/talep dengeleri de dikkate alınarak, hayata geçirilmeye çalışılmalıdır. Doğalgaz teminine yönelik çalışmalarda aksama olması, özellikle santral projelerinin gecikmesine neden olacaktır. Böyle bir durumun, başta sınai gelişmemiz, ihracatımız ve turizm olmak üzere, tüm iktisadi faaliyetlerimiz ve halkın huzuru açılarından son derece ciddi olumsuz etkileri olacaktır. Uzun vadeli enerji planlamamızda, doğalgaza daha da fazla önem verilmelidir. Ulaştırma sektörü dışındaki sektörlerde, petrol ve kömür gibi fosil yakıt kullanılan alanlarda doğalgaz kullanımının yaygınlaştırılması için gerekli planlama ve uygulama projeleri bir an önce başlatılmalıdır. Türkmen gazına ilaveten çeşitli kaynaklardan, doğalgaz teminine girişilmiştir. "Mavi Akım" projesi, bunlardan birisidir. Cezayir'den, Mısır'dan likit halde veya gaz olarak temin teşebbüsleri vardır. Türkiye'nin ihtiyaçları, bunların tümünden yararlanılmak sureti ile ancak karşılanabilecektir. Türkiye'nin 30 milyon ton rafineri kapasitesi mevcuttur. Türkiye, işlenmiş mamul almamak için, yeniden 10 milyon tonluk rafineri kurmak mecburiyetindedir. Değerli Milletvekilleri, Özelleştirme programının temel amacı; dünya piyasalarına entegre olma, AB'ye tam üyelik hedefi ve Gümrük Birliği'ne uyum sürecinde, ekonomide verimliliğin ve maliyet yapısının rekabet edebilir seviyelere getirilmesi ve serbest piyasa koşullarının sağlanmasıdır. Ayrıca, devletin işletmecilikten vazgeçmesiyle özel kesime daha geniş bir faaliyet alanı kalacağından, girişim özgürlüğüne, ekonomik hayata katılma ve demokrasinin geliştirilmesine katkıda bulunulacaktır. Özelleştirme uygulamalarının başladığı 1984 yılından beri ortaya çıkan sorunların aşılabilmesi için 4046 sayılı kanun ile özelleştirme uygulamalarına ilişkin hukuki altyapı oldukça kapsamlı bır şekilde oluşturulmuştur. Diğer taraftan genel kanunlar içerisinde yapılması mümkün olmayan ve mülkiyet devrine ilişkin anayasal engeller bulunan telekomünikasyon ve enerji sektöründeki özelleştirmeler için gerekli hukuki düzenlemeler de 1995-1997 yılında yapılmasına rağmen uygulamalara hukuki netlik getirilememiştir. 1996 yılında gelir paylaşımı esaslı olarak özel sektöre devredilen 2 adet GSM lisansının satışına ilişkin sözleşmeler 1998 yılında imzalanmış ve bu işlemden bütçeye 1 milyar dolar gelir aktarılmıştır. GSM 1800 bandında işletime verilecek üçüncü ve dördüncü cep telefonu lisanslarına ilişkin değer tespit işlemleri tamamlanmış olup, ihale çalışmaları devam etmektedir. Diğer taraftan, 1998 yılında Yap-İşlet modeli ile inşa edilecek tesislerin bir bölümü için ihale ve sözleşme süreçlerinin tamamlanmasının yanında, mevcut elektrik üretim ve dağıtım tesislerinin işletme haklarının devri ile ilgili çalışmalar sürdürülmektedır. 1998 yılı içerisinde, Kurtalan Çimento Fabrikası, Etibank Bankacılık A.O, Havaş, Sivas Demir Çelik İşletmeleri, Konya Krom Man. Tuğ. San. Tic. A. Ş. ve Yarımca Porselen San.Tic. A. Ş'deki kamu hisselerinin tamamı blok olarak 289 milyon dolar karşılığında satılmış ve bu bedelin 105 milyon dolarlık kısmı tahsil edilmiştir. İş Bankası'ndaki kamu hissesinin satışından toplam 628 milyon dolar gelir elde edilmiştir. Ayrıca, çeşitli kurum ve kuruluşlara ait özelleştirme kapsamındaki tesis ve varlık satışları ile İMKB'de yapılan satışların toplamı 92 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Böylece 1998 yılında 1 milyar 20 milyon dolar tutarında özelleştirme işlemi gerçekleştirilmiş ve 946 milyon dolar tahsilat yapılmıştır. Ayrıca POAŞ hisselerinin yüzde 51'inin 1 milyar 160 milyon dolar karşılığı satışına ilişkin ihale yapılmış; ancak, bu ihale Ankara 6'ncı İdare Mahkemesi'nin 23 Şubat 1999 tarihli kararı ile iptal edilmiştir. Özetle, 1998 yılında GSM ile birlikte, iki milyar dolar civarında özelleştirme yapılmıştır. Özelleştirme uygulamalarının başlangıcından itibaren 1997 yılı sonuna kadar 3.6 milyar dolar tutarında özelleştirme işlemi gerçekleştirilmiştir. 1998 yılında yapılan özelleştirme işlemleri tutarı da ilave edildiğinde toplam özelleştirme geliri 4.6 milyar dolara ulaşmakta olup, bu tutarın yaklaşık 4.1 milyar dolarlık kısmı nakden tahsil edilmiştir. GSM lisans satışlarından elde edilen 1 milyar dolar gelir de dahil edildiğinde, toplam özelleştirme işlemlerinden sağlanan kaynaklar 5.6 milyar dolara, nakit girişleri ise 5.1 milyar dolara ulaşmıştır. 1985-1998 döneminde temettü ve diğer gelirlerle birlikte toplam gelirler 6.2 milyar dolara ulaşmış, bu dönemde 5.8 milyar dolar harcama yapılmıştır. Bu harcamaların yaklaşık yarısı özelleştırme kapsamındaki kuruluşların sermayelerine katılmış, dörtte biri Hazine'ye aktarılmıştır. 1985 yılından itibaren özelleştirme kapsamına alınan kuruluş sayısı 1998 yılı sonu itibariyle 211'e ulaşmıştır. Bu kuruluşlardan 113'ü sermayelerindeki kamu payının tamamı satılarak özelleştirilmiş, 22'si değişik nedenlerle özelleştirme kapsamından çıkarılarak eski statülerine iade edilmiş ve bir adedi de tasfiye edilmiştir. Halen özelleştirme kapsamında 76 kuruluş bulunmaktadır. Türk Telekomünikasyon A.Ş.'nin özelleştirilmesi ayrı bir kanun kapsamında yürütülmekte olup, büyük önem arz etmektedir. Şirketin yüzde 20'lik bölümünün 1999 yılı içinde blok olarak satılması için sektörde rekabeti düzenleyecek olan yeni kanun değişikliği tasarısının kanun haline getirilmesi gerekmektedir. İhale hazırlıkları tamamlanan blok satış için bu hukuki düzenlemeye ihtiyaç vardır. Türkiye'de en az 100 milyar dolarlık özelleştirilecek bir varlık mevcuttur. Özelleştirmenin ilan edilmiş olması, çoğu üretim ve hizmet işletmesi olan tesislerin yenileştirme yatırımlarını durdurmaktadır. Özelleştirme geciktikçe, bu tesisler daha da çok zarar eder hale gelmekte ve değerleri düşmektedir. Bu itibarla özelleştirmenin çabuklaştırılması, her bakımından çok önemlidir. Değerli Milletvekilleri, 1998-1999
eğitim ve öğretim yılında eğitim kademelerine göre okul, öğretmen ve öğrenci
sayıları şöyledir: Okul sayısı Öğretmen sayısı Öğrenci sayısı Okul öncesi 7.976 11.825 207.319 İlköğretim 44.525 316.991 9.512.044 Ortaöğretim (liseler) 2.611 70.936 1.094.610 Meslek Lisesi ve Teknik
Okul 3.097 68.728 918.542 Eğitimde çağı yakalama 2000 projesi kapsamında ikili öğretime ve birleştirilmiş sınıf uygulamasına son verilerek sınıf mevcutlarının aşamalı olarak 30'a indirilmesi ile ilgili çalışmalar hızlandırılmalıdır. Değerli Milletvekilleri, 1998-1999 öğretim yılında sekiz yıllık ilköğretim uygulamasının geliştirilmesi ve kalitenin yükseltilmesi için; 4306 sayılı yasa uyarınca sekiz yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretim için katkı payı olarak 3.9.1999 tarihine kadar 419 trilyon 679 milyar TL; kişi ve kuruluşlarca nakit olarak 2 trilyon 287 milyar TL bağış ve yardım sağlanmıştır. 1 trilyon 762 milyar TL de nema geliri olmak üzere toplam gelir 423 trilyon 728 milyar TL'ye ulaşmıştır. İlköğretimde 40 bin yeni derslik inşası için girişilmiş gayretler sonuçlandırılmalıdır. İlköğretimdeki en önemli sorunlarımızdan biri de, öğretmen açığıdır. Bu açığın giderilmesi için her türlü gayret sarf edilmelidir. Değerli Milletvekilleri, Ülkemizde mevcut sağlık hizmetleri, 75 yıllık Cumhuriyet tarihimizde gösterdiği büyük ilerlemelere rağmen, halen sorunlar yaşamaktadır. Gerek hizmeti kullanan vatandaşlarımız, gerek hizmeti sunan kamu ve özel sağlık kuruluşlarımız ve gerekse hizmetin finansmanını sağlayan kuruluşlarımız sağlık hizmetlerinden memnun değildir. Bu memnuniyetsizlik sadece sayılan bu kurumların ve kişilerin subjektif tespitleri olmayıp, ülkemizin sağlık göstergelerinde de kendini belli etmektedir. Buna göre; ülkemiz, Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) 1999 Dünya Çocukları Durumu Raporu'nda 188 ülke arasında 81'inci, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) 1998 İnsani Kalkınma İndeksi'nde ise 174 ülke arasında 69'uncu sırada yer almaktadır. Ülkemizde, sağlıklı insan gücünün ve altyapısının yurt düzeyinde dengesiz dağılımı ve özellikle uzman hekim açığı devam etmektedir. Hasta yataklarının yüzde 36'sı, hekimlerin ise yüzde 42'si üç büyük kentimizde bulunmaktadır. Yatak kapasitesinde kullanım oranı yüzde 59 civarındadır. İlçe hastanelerinde bu oran yüzde 25'e düşmektedir. 1998 yılı sonu itibariyle ülkemizde 77 bin civarında hekim, sağlık hizmetlerini yürütmektedir. Hastane sayısı 1167'ye yükselmiş olup, yatak başına 390, hekim başına 820 hasta düşmekte ve on bin nüfusa 25 yatak isabet etmektedir. Avrupa Birliği ülkelerinde yatak başına hasta sayısı 100-200, hekim başına hasta sayısı 300-400 civarında olup, on bin nüfusa 36 yatak düşmektedir. Binde 38 civarında olan bebek ölüm oranı ile ülkemiz, dünyada bu oranın en yüksek olduğu ülkeler arasında yer almaktadır. Ülkemizde ortalama yaşam süresi ise 68.8'e yükselmiştir. Özel sektör yatırımları teşvik edilmesine rağmen, toplam yatak kapasitesi içinde özel sektörün payı yüzde 6 civarındadır. Bu nedenle özel sektör sağlık yatırımları teşvikine devam edilmeli, özel sağlık sigortasının uygulanabilirliğini tespit edecek envanter çalışmaları bir an önce başlatılmalıdır. Sağlık hizmetleri açısından sigorta kapsamındaki nüfusun oranı yüzde 70'e ulaşmıştır. Yeşil Kart uygulaması çerçevesinde 7.3 milyon kişi tedavi hizmetlerinden yararlanmaktadır. Sağlık hizmetleri açısından sosyal güvencesi olmayan kesimin sigortalanmasını ve prim ödeme gücü olmayanlar için devlet yardımını öngören hukuki düzenlemelere ihtiyaç vardır. Genel Sağlık Sigortası yaygın hale gelinceye kadar Yeşil Kart uygulamasına devam olunmalı, parası olmayan hastane kapısından çevrilmemelidir. Uygulamanın yeterli ve sağlam finansman kaynağına dayandırılmamış olması nedeniyle ortaya çıkan aksaklıklar giderilmelidir. Birleşmiş Milletler 2000'li yılların başında, herkese sağlık hizmeti verilmesini slogan olarak benimsemiştir. Bugün tüm ülkeler değişen şartlara uyum gösterebilmek ve vatandaşlarına sosyal bir sektör olarak, sağlık hizmetlerinde en iyiyi sağlayabilmek için, sağlık sistemlerini gözden geçirmektedirler. Zira üçüncü bin yıla girerken, sadece ülkemizde değil, tüm dünya ülkelerinde; bir yandan halkın hizmetlerden beklentisi artarken, diğer yandan sağlık hizmetleri bakım ve tedavi kapasitesi ve aynı zamanda bunların maliyetleri de hızla yükselmektedir. Böylece; hem ülkeler, hem de aynı ülke içindeki bölgeler arasındaki sağlık hizmet farklılıkları giderek büyümektedir. Öte yandan, sağlık hizmetlerini sunanların geleneksel rolü değişmekte, kamu ve özel sektörün sağlık hizmetlerini sunma kapasiteleri zorlanmaktadır. Bunun sonucunda dünya ülkeleri ortak ilkeler belirlemekte ve sağlık hizmetlerinin sosyal olma özelliğini ön plana çıkararak, kaynakları ve öncelikleri doğrultusunda planlarını yaparak uygulamaya sokmaktadırlar. Yani sağlık reformu yalnızca ülkemizin ihtiyacı değildir. Ülkemiz sağlık hizmetlerinde, özellikle koruyucu sağlık hizmetlerinde yetersizlikler önemini korumaktadır. Türkiye'nin genel reform ihtiyacı içerisinde, sağlık alanında da geniş kapsamlı bir reform yapılarak, bu hizmetlerin sürekli ve etkili verilebilmesi sağlanmalıdır. Bu reformun ana ilkelerini; - Herkesin hakkaniyet ilkesi doğrultusunda sağlık hizmetlerine ulaşabilirliğinin sağlanması ve hizmete ihtiyacı olanın desteklenmesi, - Hastaneler özerkleştirilerek devlet kontrolünde rekabetin oluşturduğu bir sisteme geçilmesi, - Hasta ile hekimin ilk karşılaştığı basamak olan birinci basamak sağlık hizmetlerinde aile hekimliği sistemine geçilerek, hastaların tedavisi kadar kişilerin hasta olmadan korunmalarının sağlanması, - Sağlık Bakanlığı'nın doğrudan tedavi hizmeti sunan, hastane işleten ve personel istihdam eden bir yapı yerine; politika, standart ve norm belirleyen, sağlık alanını düzenleyen, denetleyen ve etkili koruyucu sağlık hizmetleri veren bir yapıya kavuşturulması oluşturmalıdır. Sağlık reformu ile ülkenin sağlık hizmetleri, finansmanı, hizmet sunumu ve organizasyonu ile yeni bir sisteme kavuşmuş olacaktır. Bu oluşum herkesin sağlık güvencesi kapsamına alınmasına imkan verecektir. Sağlık alanında acilen yapılacak iş, mevcut tesis, imkan ve kadrolardan daha iyi yararlanmak ve halkın hizmetine daha etkili bir şekilde gidebilmektir. Türkiye'nin 77 bini hekim olmak üzere 250 bin kişilik; hemşire, sağlık memuru ve sağlık teknisyeninden ibaret güçlü bir kadrosu; devlet hastaneleri, sigorta hastaneleri, üniversite hastaneleri, özel hastaneler, çeşitli kuruluşların hastaneleri olmak üzere, 1200 'e yakın hastanesi ve burada 175 bin yatağı vardır. Sağlık merkezleri ve sağlık ocakları, buna eklenmelidir. 400-500 kişiye bir hekim düşen yerlerimiz olduğu gibi, 4000-5000 kişiye bir hekim düşen yerlerimiz de vardır. Tasarruf gerekçesi ile, hastanelerimizin birçoğunda yeterli sayıda yardımcı sağlık personeli yoktur. Bundan dolayı vatandaşlarımız, fevkalade pahalı cihazlar ile hekim kadromuzdan yeteri kadar faydalanamamaktadır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin önünde, bu durumu düzeltmek için, bir yasa tasarısı
bulunmaktadır. Bunun bir an evvel kanunlaşması, fevkalade büyük önem
taşımaktadır. Değerli Milletvekilleri, Üniversite projesi Türkiye'nin 21. Yüzyıla girerken elindeki en büyük projedir. Ülkemizde halen 53'ü devlet, 19'u vakıf olmak üzere toplam 72 üniversite vardır. Üniversitelerin 28'i Marmara Bölgesi'nde, 15'i İç Anadolu Bölgesi'nde, 9'u Ege Bölgesi'nde, 7'si Akdeniz Bölgesi'nde, 5'i Doğu Anadolu Bölgesi'nde, 5'i Karadeniz Bölgesi'nde ve 3'ü Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndedir. Ülkemizdeki üniversitelerde 81'i vakıf olmak üzere 556 fakülte, 18'i vakıf olmak üzere 204 dört yıllık yüksekokul, 23'ü vakıf olmak üzere 519 iki yıllık meslek yüksek okulu, 45'i vakıf olmak üzere 260 enstitü vardır. 1998-1999 öğretim yılında Türkiye'deki yükseköğretim öğrencilerinin eğitim türlerine göre dağılımı şöyledir: Örgün öğretim: Fakülteler 517.257 Dört yıllık yüksekokullar 40.420 İki yıllık meslek yüksek okulları 156.722 İkinci öğretim 167.498 Açıköğretim 492.560 Toplam
1.374.457 Lisansüstü programlar Yüksek lisans 51.710 Doktora 20.369 Toplam
72.079 Yükseköğretimde kız öğrenci oranımız yüzde 42'dir. 1998 yılı yükseköğretim çağ nüfusu 5 milyon 102 bindir. Buna göre ülkemizde yükseköğretimdeki toplam okullaşma oranı yüzde 28.3, örgün öğretimde ise yüzde 18.7 dir. İlkokula başlayan her 100 çocuktan 9'u üniversiteyi bitirebilmektedir. Önümüzdeki 20 senede Türkiye dünyada büyük devletler arasında yer almak istiyorsa bu rakamı 30'lar seviyesine çıkartmak zorundadır. Batı ülkelerinde öğrenci başına eğitim harcaması 5 bin ila 16 bin dolar arasında değişirken, Türkiye'de bu rakam 1998 yılında 1.328 dolar seviyelerine kadar gerilemiştir. En az 8 bin dolar mertebelerine çıkarılmalıdır. Değerli Milletvekilleri, Üniversitelerimize bağlı 386 meslek okulundaki iki yıllık ön lisans programlarına kayıtlı örgün öğretim öğrenci sayısı 1998-1999 öğretim yılında 207 bin 723, bu okullardan 1997-1998 döneminde mezun olan öğrenci sayısı ise, 48 bin 669'dur. İki yıllık meslek yüksekokullarımızın örgün öğretim içindeki payı yüzde 23, toplam içindeki payı ise yüzde 14.7 dir. Gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde 30'dur. Dolayısıyla Türk yüksek öğretim sisteminin doğal büyüme alanı olan bu okullarımıza gereken ilgi daha fazla gösterilmelidir. Türkiye'de sanayi ve hizmetler sektörünün (özellikle turizm) ihtiyaç duyduğu ara insan gücünü yetiştiren meslek yüksekokullarının bina, laboratuvar ve atölyelerinin eksikleri tamamlanmalıdır. Zira pratik uygulama ağırlıklı olan bu okulların, özel tasarımı yapılmış binalarda eğitim öğretimini sürdürmeleri eğitimin kalitesini artıracaktır. Artan öğrenci sayıları öğretim elemanı ihtiyacını da beraber getirmektedir. Öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı UNESCO standartlarına göre 12 iken, bu sayı Türkiye'de 46'dır. Değerli Milletvekilleri, 1995 yılında ülkemizde açıköğretim dahil öğrenci başına kamu kaynaklarından yapılan 755 dolarlık harcama, o yılki dünya ortalamasının dörtte birinden az, sadece örgün öğretimde öğrenci başına yapılan 1.538 dolarlık harcama ise, o yılki dünya ortalamasının yarısından azdır. Toplam yükseköğretim bütçesinin konsolide bütçe içindeki payı yüzde 2.9'dan yüzde 2.8'e, GSMH içindeki payı ise yüzde 0.86'dan yüzde 0.84'e düşmüştür. Bazı ülkelerde bu oran; ABD'de yüzde 6.7, İsveç'te yüzde 6.7, Almanya'da yüzde 5.8, Japonya'da ise yüzde 4.7'dir. Türkiye'de yükseköğretim bütçesinin toplam eğitim bütçesi içindeki payı, 1999'da yüzde 24 olup, bu oran yukarıda sayılan ülkelerin ortalaması olan yüzde 22.7'nin üzerindedir. Değerli Milletvekilleri, Ödenek tahsilatlarının yetersizliği nedeniyle altyapı yatırımları geri kalmaktadır. Bu düzeltilmelidir. Bütçe uygulamaları sırasında Hazine Müsteşarlığı'nca nakit sağlamadaki güçlük, KDV ve Gümrük Vergisi gibi nedenlerle yüzde 25'i kullanılamaz hale gelen yıllık ödeneklerin ilgili üniversitelere zamanında iletilmesi ile ilgili düzenlemeler süratle tamamlanmalıdır. Üniversitelerin gayrimenkullerinin bir çoğu Osmanlı döneminden kalma tarihi yapılar olup bunların restorasyonlarına normal onarımın üç-dört katı fazla harcama yapılmaktadır. Bunlar için yüzde 5 idame ve yenileme giderleri ayrıldığında 60 trilyonluk bir onarım giderine gerek duyulmaktadır. Oysa 1998 yılında 12.8 trilyon TL ödenek tahsis edilmiştir. Bu rakam artırılmalıdır. Değerli Milletvekilleri, 1998 yılı için üniversitelerin toplam geliri cari fıyatlarla 687.4 trilyon TL olup, bunun yüzde 61'i bütçeden, yüzde 34'ü ise döner sermaye ve diğer kaynaklardan üniversitelerce sağlanmıştır. Öğrencilerin ödediği katkı paylarının toplam gelirlere oranı sadece yüzde 5'tir. Değerli Milletvekilleri, Vakıf üniversitelerinin Türk yükseköğretim sistemi içindeki payı halen yüzde 6,.9 civarında olup bu pay yüzde 10'lar seviyesine yükseltilmelidir. Vakıf üniversiteleri klasik eğitimin dışına çıkarak dünyada yeni ortaya çıkan Genetik, Uzay Mühendisliği, Sualtı Arkeolojisi, Biyomedikal gibi çalışmalarına yönelik bölümler açmalıdır. Kar amacı gütmeyen vakıflara bir üniversiteye bağlı olmaksızın meslek yüksekokulu, yüksekokul, sadece yüksek lisans yaptırmak üzere enstitü ve bunların birden fazlasını içeren Vakıf Yükseköğretim Okulu kurma imkanı sağlanmalıdır. Değerli Milletvekilleri, Genel ekonomik politikanın parçası olan bilim ve teknoloji politikası tespit edilerek uygulanmalıdır. Devlet kendisi imalat sanayiine girmeden bu alanda aktif bir düzenleyici rol üstlenmelidir. Bilimsel ve teknolojik AR-GE faaliyetleri geliştirilmelidir. AR-GE kurum ve kuruluşları arasında amaçlarına göre şöyle görev bölümü yapılmalıdır: Üniversiteler: Temel bilimsel ve uygulamalı araştırmalar, Kamu Kuruluşları: Uygulamalı araştırmalar, destek hizmet ve teknolojileri, rekabet öncesi teknolojiler, Özel Sektör: Mülkiyetli teknolojiler. Kurum ve kuruluşlarının birbirlerinden habersiz olarak aynı alanlardaki benzer faaliyetleri tekrarlamaları nedeniyle, kıt olan mali kaynaklarla insangücünün israfı önlenmelidir. Risk sermayesi piyasası ile sınai mülkiyet haklarını ve rekabet hukukunu gerçekçi olarak düzenleyen yasaların eksiklikleri giderilmelidir. TÜBİTAK'ın üniversitelerdeki faaliyetleri desteklenmelidir. Değerli Milletvekilleri, Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Türk Kazak Üniversitesi 1994 yılında kurulmuştur. Bu üniversitede 1998-1999 öğretim yılında 370'i Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak üzere 7 bin 730 öğrenci, 4 kampusta eğitim görmektedir. Üç kampusta toplam bin kişilik konferans salonu, 1.300 yatak kapasiteli öğrenci yurdu ve 470 bin kitaplık bir kütüphane mevcuttur. Sosyal Bilimler Enstitüsü Ankara'da eğitim yapmaktadır. Değerli Milletvekilleri, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi kurulması kararı 1996 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanmıştır. 1998-1999 yılında 200 öğrenci eğitim görmektedir. Bu yıl üniversiteye 600 öğrenci yerleştirilmesi uygun bulunmuştur. Eğitim, rektörlükçe kiralanan bir binada yapılmaktadır. Tıp Fakültesi kurulması konusunda karar alınmış ve çalışmalar başlatılmıştır. Ayrıca YÖK bünyesindeki matbaa, üniversiteye hibe edilmiş olup hukuki işlemler sürdürülmektedir. Değerli Milletvekilleri, 1998-1999 öğretim yılında 202 bin 794 öğrenciye öğrenim kredisi tahsisi yapılmıştır. 1 Ekim 1999 tarihinden itibaren kredi miktarları önlisans-lisans öğrencileri için 15 milyon TL'ye, master öğrencileri için 30 milyon TL'ye, doktora öğrencileri için ise 45 milyon TL'ye çıkartılmıştır. Bu yıl öğrencilerden kefil istenmemektedir. Ayrıca diğer kamu kurum ve kuruluşlarından burs alan öğrencilerin kredilerinin kesilmesine dair uygulama yürürlükten kaldırılmış, tek hesap ve tek senet uygulamasına geçilmiştir. Faydalı olan bu uygulamalar devam etmelidir. 1998-1999 öğretim yılında toplam 169 bin 744 öğrenciye barınma hizmeti verilmektedir. Türk Cumhuriyetleri ve diğer topluluklardan gelen 7 bin 65 öğrenci yurtlarda ücretsiz olarak barındırılmıştır. Değerli Milletvekilleri, Tüm üniversitelerde torba bütçe uygulamasına geçilmeli, böylece üniversite yatırımlarının hızlandırılması sağlanmalıdır. Bazı üniversitelerimizde öğrenci sayısı, dünyaca verimli olarak kabul edilen 15 binin çok üzerindedir. Bu üniversitelerimizin bölünerek küçültülmesi, hem eğitimin iyi verilmesi hem de öğrencilerimizi kontrol açısından daha iyi olacaktır. Devlet üniversiteleri, yurtdışı ve vakıf üniversitelerinin sahip olduğu idari ve mali yetkilere sahip olmalıdırlar. Yükseköğretim kurumlarında kalite düzeyinin belirlenebilmesi için akademik değerlendirme mekanizmalarının kurulması gereklidir. Üniversite döner sermayelerinde kesinti yapılmasını düzenleyen hükümler bütçe metinlerinden çıkartılmalıdır. Sağlık hizmetleri dahil üniversitelerdeki döner sermayeler vasıtasıyla verilen her türlü hizmetin bedeli ilgili üniversite yönetim kurulunca belirlenmelidir. Yükseköğretim kurumlarına tahsis edilen kaynakların yetersizliği nedeniyle gerekli yatırımlar yapılamamaktadır. Bu nedenle Yap-İşlet veya Yap-İşlet-Devret mevzuatında değişiklik yapılarak üniversiteler de bu uygulamalardan yararlandırılmalıdır. Her üniversitede öğrenci birliği kurulması birlik başkan ve yardımcısının öğretim elemanlarının özlük hakları ve unvan teklifleri dışında, oy hakkı ile senatoya ve görüşleri alınmak ve bilgi verilmek üzere katkı paylarının belirleneceği üniversite yönetim kurulu toplantılarına katılmaları konusunda gerekli olanaklar sağlanmalıdır, Milli Eğitim Fonu'ndan yükseköğretime pay ayrılmalıdır. Üniversitelerin sürekli yayın alımlarında bulunan ödeneklerin tamamının serbest bırakılması konusu çözümlenmelidir. Eğitim fakültelerinin program ve kapasitelerinin artırılarak, zorunlu ilköğretim için gerekli öğretmen ihtiyacını karşılamaları sağlanmalıdır. Üniversiteler, demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğinin teminatıdır. Ülkenin çeşitli köşelerinde kurulmaya başlanan Cumhuriyet üniversitelerinin bir an evvel; bilim, teknoloji, güzel sanatlar, kültür ve sporun tümünü kapsamı içine alarak, birer yüksek ilim ve irfan yuvaları haline gelmeleri lazımdır. Üniversitelerin, bilimsel bakımından özgürlüğü eksiksiz olmalıdır. Üniversite zeminlerinde, eğitim ve öğretim hakkı zedelenmemelidir. Üniversitelerin karşılaştığı bürokratik ve mali engeller, bilimsel özgürlüğü zedeleyecek sınıra varmamalıdır. Üniversiteler, devletin kendilerine ayırdığı ödenekleri serbestçe kullanabilmelidir. Bu husustaki kısıtlamalar, görevi aksatmamalıdır. Yeni kurulmakta olan üniversitelerin kampusları bir an evvel tamamlanmalıdır. Hastanelerin eksikleri giderilmeli, kütüphaneleri, laboratuvarları tamamlanmalıdır. Üniversite projemizin en önemli ihtiyacı, öğretim üyesidir. Bugün 60 bin olan öğretim üyesi, 100 bine çıkarılmalıdır. İkinci büyük ihtiyaç ise, öğrenci yurtlarıdır. Bu hususta hiçbir şey esirgenmemelidir, her şey yapılmalıdır ve çabuk yapılmalıdır. Değerli Milletvekilleri, Eylül ayı başı itibarıyla 1.426 km. otoyol ve 300 km. bağlantı yolu olmak üzere toplam 1.726 km. otoyol hizmete açılmıştır. Yıl sonu itibarıyla 1.493 km. otoyol ve 331 km. bağlantı yolu olmak üzere toplam 1.824 km. otoyol işletmeye alınmış olacaktır. Yapımı süren otoyollar tamamlandığında toplam 2 bin 328 km. otoyol, 538 km. bağlantı yolu ağına sahip olacağız. 2000 yılında ihalesi planlanan otoyollar şunlardır: - İskenderun - Antakya - Cilvegözü otoyolu (64 km) - Orhangazi - Bursa - Balıkesir - İzmir otoyolu (336 km) - Şanlıurfa - Diyarbakır - Batman - Van - Iğdır - Dilucu sınır kapısı otoyolu (710 km) - Bursa-İzmir ayrımı Bandırma otoyolu (56 km). - Doğu Karadeniz Otoyolu (536 km). - İstanbul-Ankara Yolu Geçişi ( 170 km). - Denizli-Antalya Otoyolu (220 km). Bu yıl tamamlanacak otoyollar ise; - Tarsus - Adana - Gaziantep otoyolu (25 km. otoyol 8 km bağlantı yolu) - Toprakkale İskenderun otoyolu ( 10 km. otoyol, 12 km bağlantı yolu) - Tarsus Mersin otoyolu (14 km. otoyol, 11 km. bağlantı yolu) - İzmir - Urla - Çeşme otoyolu (3 km. otoyol) - İzmir - Aydın otoyolu (15 km otoyol) dur. Bolu Dağı Geçişi, Gaziantep - Şanlıurfa otoyolu inşaatları hızlandırılmalı, Doğu Karadeniz otoyolu için dış finansman çalışmalarına ağırlık verilmeli, Ankara - Pozantı otoyolu dış kredi onayları verilmelidir. Üçüncü Boğaz Geçişi, Çanakkale Köprüsü, İzmit Körfez Geçişi projelerine hayatiyet kazandırılmaldır. Devlet Karayolları içinde yoğun bir trafik içinde bulunan Ankara Polatlı-Sivrihisar (günlük ortalama taşıt trafiği 12 bin 500'dür), Antalya-Alanya, Bozüyük-Bilecik-Adapazarı yolları süratle bitirilmelidir. Değerli Milletvekilleri, Bu yıl içinde Zonguldak - Çaycuma Havaalanı hizmete alınmıştır. 1998 yılı içerisinde temeli atılan GAP Havaalanı, Denizli Çardak Havaalanı, Erzurum, Gaziantep Merkez havaalanları inşaatları süratle tamamlanmalıdır. Stol tipi havaalanları üzerinde titizlikle durulmalı, bilhassa turistik bölgelerimizdeki İzmir - Çeşme, Antalya - Gazipaşa, Antalya - Kaş, Bozcaada Havaalanları ile Doğu Anadolu bölgemizdeki Iğdır, Şırnak, Mardin, Artvin (Ciritdüzü), Bitlis (Tatvan) havaalanları etüt proje çalışmaları tamamlanarak ihaleleri yapılmalıdır. Edirne ve Yüksekova havaalanlarının yapılması ve Batman, Sinop, Antalya, Konya havaalanlarına yeni tesisler, üst yapılar ilavesi ile bu havaalanlarımızdan ülke ekonomimize önemli katkılar sağlanacaktır. Sivil havacılığın sağlıklı gelişiminin sağlanması, faaliyetlerinin güvenlik içinde sürdürülebilmesi için merkezi bir havacılık idaresi oluşturulabilmesi amacı ile Ulaştırma Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun ile Türk Sivil Havacılık Kanunu'nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı TBMM'ye sevkedilerek kanunlaştırılmalıdır. Değerli Milletvekilleri, Demiryollarımızın uzunluğu yaklaşık 11 bin km. dir. Demiryollarımıza ivme kazandırılmalı; bu meyanda, Ankara İstanbul hızlı tren projesi, Boğaz Tüp Geçişi, Adana-Yumurtalık Serbest Bölge, Çaycuma Organize Sanayi Bölgesi Bağlantısı, Nizip-Birecik-Ş.Urfa, Menemen-Aliağa projelerinin realizasyonu sağlanmalıdır. Demiryollarımızın rehabilitasyon programı dahilinde elektrifikasyon ve sinyalizasyon tesisleri yenilenmeli, anahat yük lokomotifleri ihalesi sonuçlandırılmalıdır. Yap-İşlet-Devret modeliyle yapılması planlanan Antalya-Alanya demiryolu hattının ihalesi bu yıl içinde yapılmalıdır. Türkiye'nin, Türk Cumhuriyetleri ile ekonomik ilişkilerini güçlendirmesi açısından önem taşıyan Kars-Tiflis demiryolu projesi hızlandırılarak bir an önce tamamlanmalıdır. Demiryollarımız bilhassa yük taşımacılığı üzerinde ağırlıkla durmalıdır. Değerli Milletvekilleri, Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiyemizin ihracat ve ithalat kapıları olan limanlarımızın sayısı yetersizdir. Bu açığı süratle kapatmak için ilk etapta ihalesi neticelenen Derince Limanı inşaatına bu yıl içinde başlanılmalıdır. İskenderun Limanı Konteyner Terminali ihalesi 1999 yılı içinde yapılmalıdır. Tekirdağ-Büyük Yeni Liman ile ilgili çalışmalar yıl sonuna kadar bitirilerek 2000 yılında Yap-İşlet-Devret modeli ile ihale edilmelidir. Değerli Milletvekilleri, 1999 yılı Ağustos sonu itibarıyla telefon santral kapasitesi 19 milyon hatta, abone sayısı 17.8 milyona, mobil telefon sayısı 122 bin 166'ya, sayısal (GSM) telefon abone sayısı ise 6 milyon 271 bindir. Fiber optik hat uzunluğu 55 bin 256 km, çağrı abone sayısı 104 bin 13, kablo TV abone sayısı 694 bin, teleks abone sayısı ise 10 bin 317 dir. Telekomünikasyon hizmetleri, kullanıcıların haklarının korunması, işleticilerin yaygın hizmet yükümlülüklerinin tespiti, tekelci fiyatlandırmanın ve çapraz sübvansiyonların önlenmesi, pazara yeni girecek işleticilerin hakim işleticiler tarafından caydırılmasının engellenmesi, Türk Telekomünikasyon A.Ş.'nin statüsü ve çalışanların özlük haklarını belirleyen "Telekomünikasyon Yasa Taslağı" kanunlaştırılmalıdır. Internetin önemi gün geçtikçe artmaktadır. Ülkemizde Internet kullanımının hızla artmasına karşın, mevcut iletişim hatlarının bu yükü taşıma kapasitesi yetersiz kalmaktadır. Bu konuda altyapı yatırımları süratle tamamlanmalıdır. Posta hizmetlerinde güvenilirlik ve süratin sağlanması için otomasyon ve mekanizasyon yatırımlarına devam edilmelidir. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu tarafından özel ve kamu kanallarına ulusal frekans tahsislerinin yapılması ve lisanslarının verilmesi işlemleri bu yıl içinde tamamlanmalıdır. Radyo, televizyon ve telsiz yayınlarının yapılan frekans tahsislerine olan uygunluğunu izlemek amacıyla kurulan "Milli Monitör Sistemi" devreye sokulmalıdır. Dünya ülkeleri önümüzdeki yıllarda analog yayından digital yayına geçmek üzeredir. Bu konuda ülke politikalarının ne olacağı kararı verilerek uygulamalara başlanmalıdır. Değerli Milletvekilleri, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren sanayileşmeyi kalkınmanın temel unsuru olarak kabul eden ve bu alanda büyük gayretler sarfeden Türkiye'nin bugün ulaştığı küçümsenemeyecek gelişmeyi yeterli görmek mümkün değildir. Türkiye, esasen sanayi toplumunun farkına varmakta gecikmiştir. Bu sebeple hala nüfusun yarısına yakını tarımsal kesimde bulunmaktadır. Refah seviyesinin düşüklüğünün en önemli nedeni burada yatmaktadır. Tarımsal nüfusun yüzde 42'den gelişmiş ülkelerdeki seviyesine indirilmesi sürecinde karşılaşılan ekonomik ve sosyal problemler ancak hızlı sanayileşme ile çözülecektir. Bu hususu daima göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Ülkemizde sanayie uluslararası alanda rekabet gücü sağlayan unsurlar; - Ülkenin doğal kaynakları, - Coğrafi konumu itibariyle AB pazarına yakınlığı, - Altyapı ve telekomünikasyon sisteminde sağlanmış bulunan gelişmeler, - Büyük bir iç pazarın varlığı, - Uygulanmakta olan liberal ekonomi politikalarıdır. Ancak, rekabet gücünü olumsuz etkileyen bazı temel faktörler de mevcuttur. Bunların başında; - Kronikleşen yüksek enflasyon, - Sermaye maliyetinin yüksekliği, - Sanayinin temel girdi fiyatlarının yüksek olması, - Kurumsal yapıdaki istikrarsızlık, - Teknolojideki gelişmelerin yeterince izlenememesi, - Sanayide teknoloji üreten bir düzeye ulaşılamaması, - Sermaye birikiminin yetersizliği, - Ölçek sorunları, - Uluslararası standartlarda ürün kalitesi ve satış sonrası hizmet anlayışına ulaşılamaması gelmektedir. Türkiye'nin rekabet gücünün olumlu ve olumsuz yanlarını da dikkate alan sanayileşme yaklaşımının temel amacı, dünya piyasaları ile bütünleşme ve AB'ye uyum çerçevesinde; - Dışa açık ve ihracata dönük, - Katma değeri ve rekabet gücü yüksek, - Teknoloji üretebilen ve mevcut teknolojiyi kullanabilen, - Küçük-büyük sanayi bütünleşmesinin sağlandığı, - Hammadde ve insan kaynaklarımızın değerlendirildiği, bir sanayi yapısının özel kesim ağırlıklı olarak oluşturulmasıdır. Dünya ile rekabet edebilecek bir sanayi yapısına ulaşma stratejisinde devletin rolü sadece uygun bir ortam hazırlamak olmalıdır. Bu doğrultuda; - Ekonomik istikrarın sağlanması ve enflasyonun düşürülmesi, - Piyasa mekanizmasının iyi işletilmesi için kural hakimiyetinin tesis edilmesi, - Sanayileşmenin ve kalkınmanın ihtiyaç duyduğu altyapının (bilhassa enerji, ulaştırma ve haberleşme) darboğaz teşkil etmeyecek şekilde geliştirilmesi, - Sanayinin ihtiyaç duyduğu her seviyede insan gücünün çağdaş bir eğitimle yetiştirilmesi, - Araştırma - geliştirme faaliyetlerine, yeni teknolojilere uyum sağlayacak ve teknoloji üretme kabiliyeti kazandıracak şekilde destek verilmesi, en önemli hususları teşkil etmektedir. Hızlı sanayileşme için gerekli olan finansmanın temininde iç tasarrufların artırılması son derece önem taşımaktadır. Ancak, buna ilave olarak, halen cüzi miktarda yararlandığımız dış kaynaklardan daha da fazla istifade etmenin yollarını aramak bir zorunluluktur. Dünyada halen yılda ortalama 350 milyar dolar civarında doğrudan yabancı sermaye akımı mevcuttur. Dünya yüzeyindeki toplam yabancı sermaye akımından Türkiye yılda sadece ortalama 1 milyar dolar pay alabilmektedir. Türkiye mutlaka daha fazla yabancı sermayeden istifade etmeli ve net yabancı sermaye girişini en kısa sürede 2 milyar dolara ve orta vadede ise 5 milyar dolara çıkarmayı hedef almalıdır. Sanayileşme hamlesinde ülkemiz için stratejik önem taşıyan ve yüksek teknolojik kabiliyet kazandıran sanayilerin, örneğin savunma sanayiinin ve elektronik sanayiinin geliştirilmesine devam etmek büyük önem taşımaktadır. Çağımızda teknoloji giderek daha hızlı değişmeye başlamıştır. Eskiden 8-10 yılda eskiyen teknolojiler şimdi 4-5 yılda eskimektedir. Teknolojik üstünlüğe sahip ülkeler rekabette de üstünlüğü sağlamaktadırlar. Bu sebeple, Türkiye'nin sanayileşme sürecinde teknolojik gelişmeyi ve Araştırma-Geliştirmeyi (AR-GE) daha etkili bir şekilde teşvik etmesi zaruridir. AR-GE'nin üniversite - sanayi işbirliği çerçevesinde ele alınması uygun bir yol olarak düşünülmektedir. Sanayinin rekabet gücünü artırabilmek için ileri teknolojili sanayiler ile yüksek bilgi ve beceri kullanan sektörlerde araştırmaya önem verilmeli ve bu kapsamda teknoloji transferi ile teknoloji üretiminin birbirini tamamlamasını sağlayan bir teknoloji politikası izlenmelidir. Uluslararası pazarlarda sanayi ürünlerinde rekabet gücünün fiyat dışı unsurların da dikkate alınarak artırılması, sürdürülebilir bir ihracat performansı sağlayabilmek açısından önem taşımaktadır. Bu itibarla gelişmiş ülkelerle teknoloji açığının kapatılarak ürün kalitesinin yükseltilmesi, uluslararası pazarlarda kabul gören markaların geliştirilmesi, çevre dostu ürünlere yönelmek, ürün ve pazar çeşitlemesine gidilmesi önemini korumaktadır. AB ile gerçekleştirilen Gümrük Birliği de dikkate alınarak, ekonomik sektörlerin mukayeseli üstünlüğü dinamik bir çerçevede belirlenmeli, sanayi ürünlerinin uluslararası standartlara uygun nitelikte üretimi sağlanmalı ve böylece dış pazarlarda karşılaşılacak teknik engeller en aza indirilerek rekabet güçleri artırılmalıdır. Ayrıca, küçük ve orta ölçekli sanayi işletmeleri, geniş istihdam imkanları yaratmaları, teşebbüs kabiliyetinin geliştirilmesi, küçük sermaye birikimlerinin yatırımlara yönlendirilmesi ve sanayinin yurt sathına yaygınlaştırılması açısından son derece önem taşımaktadır. Bu sebeple, başarıyla sürdürülmekte olan küçük sanayi siteleri ve organize sanayi bölgesi projeleri desteklenmeye devam edilmelidir. İnşaat safhasındaki organize sanayi bölgelerindeki fiziki gerçekleşme yüzdeleri çok düşüktür. Devlet bu bölgelere yeterli kaynak ayırmalı, ödemeleri zamanında yapmalıdır. Ülkemizde küçük sanatkar ve orta boy sanayicinin modern işyerlerine kavuşması ve böylece verimliliklerinin artırılması amacıyla destek ve önem verilen küçük sanayi sitelerine yeterli kaynak tahsis edilmemesi nedeniyle, altyapıları eksik kalmaktadır. Bu durumun küçük sanayicilerin işyerlerine taşınmalarını geciktirmemesine dikkat edilmelidir. Yeni dünya düzeninde, mal, sermaye ve işgücünün serbestçe dolaşımı hedef alınmış ve bu istikamette gelişme sürecine girilmiştir. Yeni dünya düzeni içinde Türkiye'nin üç önemli hedefi vardır. Bunlar: - Küreselleşen dünya ekonomik düzeni içinde yer almak, - Avrupa Birliği (AB) ile bütünleşmek ve - Bölgesindeki önemini korumaktır. Dünya piyasasında rekabet edebilecek güçlü bir sanayileşme düzeyi bu hedeflere ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Özet olarak, Türkiye, ancak hızlı sanayileşme yoluyla refah seviyesini artıracak, istihdam ve şehirleşme problemlerini göğüsleyecek ve dış ticaretini istikrara kavuşturacaktır. Değerli Milletvekilleri, 1998 yılında tekstil-giyim-deri sanayi üretimi önceki yıla göre yüzde 17.5 oranında azalmıştır. Bu sanayi dalında gözlenen üretim gerilemesinde, iç talep daralmasının yanı sıra, dış talep ve özellikle Rusya'ya yapılan ve önemli boyutlara ulaşan bavul ticaretindeki düşüş etkili olmuştur. Tekstil sanayicileri, son yıllarda yoğun modernizasyon ve yeni yatırımlar gerçekleştirerek üretim kapasitesinde önemli artışlar sağlamıştır. Asya ve Rusya'da ortaya çıkan krizin dış talebi olumsuz yönde etkilemesi sonucunda tekstil sanayii ihracatında beklenen artışlar gerçekleşmemiş, kapasite kullanım oranı düşmüş, üretim azalmıştır. Bu gelişmeler sonucunda özellikle yatırımlarını ve üretimlerini borçlanma ile gerçekleştiren firmalar mali sorunlarla karşılaşmıştır. 1998 yılında metal ana sanayii üretiminde de belirgin düşüş gözlenmiştir. 1998 yılının birinci 6 aylık döneminde yüzde 5.1 oranında büyüyen sanayi üretiminin, 1999 yılının aynı döneminde yüzde 4.9 oranında azalması, sanayideki daralmanın ciddi biçimde derinleştiğini göstermektedir. Üretim azalmasının tekstil sanayiinde yüzde 22, makina sanayiinde yüzde 15, ana metal sanayiinde yüzde 14, toplam imalat sanayiinde yüzde 11 seviyelerinde olması, daralmanın boyutlarını göstermektedir. Enflasyonu kontrol altına alma yönünde uygulanan politikalar sonucu ekonomik faaliyetler yavaşlamıştır. Bu ortamda yeni yatırımların durması ve hatta yenileme ve modernizasyon harcamalarının yapılamaması olgusu ortaya çıkmıştır. Düşük kapasite kullanımı, sanayinin kalite ve fiyat rekabeti gücünü olumsuz etkilemektedir. Yatırımlardaki azalmalar gelecek yılların üretim ve istihdam artışlarını sınırlayacaktır. Değerli Milletvekilleri, 1962-1998 yılları arasında 43 adet Organize Sanayi Bölgesi faaliyete geçmiştir. Organize Sanayi Bölgelerinin bölgelere göre dağılımı aşağıda yer almaktadır: Marmara : 6 adet 1.510 hektar Ege : 10 adet 2.827 hektar Akdeniz : 5 adet 1.046 hektar İç Anadolu : 9 adet 2.261 hektar Karadeniz : 6 adet 670 hektar Doğu Anadolu : 3 adet 500 hektar Güneydoğu Anadolu: 4 adet 1.346 hektar TOPLAM 43 adet
10.160 hektar Bu Organize Sanayi Bölgelerinin toplam alanı 10 bin 160 hektar olup tahsis edilen parsel sayısı 6 bin 169 dir. Parsellerden 3 bin 992'sinde 3 bin 314 firma üretime geçmiş, 1.464 parselde 1.213 firma inşaat safhasında olup, 791 parselde 675 firma projelerini tamamlamak üzeredir. Bu alanda tahsisi yapılmamış parsel sayısı ise 225 dir. İnşaatı devam eden Organize Sanayi Bölgesi sayısı 143 adettir. Toplam alanları 39 bin 900 hektar olup, 6 bin 858 parselden müteşekkildir. 1999 yılı programında inşaatı devam eden OSB'den, 2 bin 157 hektar alanı olan 11 yatırım tamamlanacaktır. İnşaatı devam eden 143 OSB'deki 6 bin 858 parselde 472 firma faaliyete geçmiş, 512 parselde 389 firma inşaat safhasında olup, 2 bin 899 parselde 2 bin 498 firma ise proje safhasındadır. 2 bin 887 parselin ise tahsisi yapılmamıştır. Kamulaştırma safhasında dokuz Organize Sanayi Bölgesi bulunmaktadır. Toplam alanları 2 bin 675 hektardır. Etüt proje safhasında olan Organize Sanayi Bölgesi sayısı 45 adettir. 26 adet Organize Sanayi Bölgesinde ise arıtma projeleri inşaat safhasındadır. OSB üretime geçen tesislerin sektörel dağılımına bakıldığı zaman ilk sırayı yüzde 22.40 ile dokuma ve giyim sanayii ile yüzde 11.50 oranı ile gıda sanayi almaktadır. OSB Müdürlükleri yatırım yapacak firmalara o bölgenin kaynaklarının da kullanılacağı ürünlerin üretilmesini sağlayacak yolları öğretmeli ve teşvik etmelidir. Unutulmamalıdır ki, hammaddenin en yakın olduğu yerde yapılan üretim her zaman daha ucuzdur. İnşaat safhasındaki Organize Sanayi Bölgelerindeki fiziki gerçekleşmelerin arttırılması için devlet buralara yeterli kaynak ayırmalı, ödemeleri zamanında yapmalıdır. Değerli Milletvekilleri, Dünyanın gelişmiş ülkelerinde sektörler itibariyle nüfus dağılımına bakıldığında, nüfuslarının yüzde 10'dan daha azının tarımla uğraştığı, geri kalan kesimin sanayi ve hizmetler sektöründe çalıştığı görülmektedir. Türkiye'de tarım sektörünün, Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda istihdamdaki yüzde 80 olan payı, yüzde 40'lar düzeyine inmişse de bu, gelişmiş ülkelere göre oldukça yüksektir. Tarım sektörünün toplam istihdamdaki payı Avrupa Birliği'nde yüzde 8 dolayındadır. Türkiye'de yaklaşık 9 milyon kişi 63 milyona yaklaşan nüfusu besleyebilmektedir. Bu durumda, ülkemizde 1 kişi 7 kişinin gıda ihtiyacını karşılarken, AB'nde ise 1 kişi yaklaşık 34 kişiyi beslemektedir. Bu rakamlar, ülkemizde tarımsal nüfusun ve istihdamın çok yüksek, işgücü verimliliğinin ise çok düşük olduğunu göstermektedir. Ortalama büyüme hızı yüzde 2 ila 3 arasında seyreden tarım sektörü, 1998 yılında yüzde 7.6 arasında büyümüştür. 1999 yılının ilk yarısında yapılan tahminlere göre üretim yüzde 5 civarında daralmıştır. Ülkemizin nüfus artış hızı ve ihracat gözönüne alındığında bu kalkınma hızının yeterli olmadığı ortadadır. Türkiye birçok üründe kendine yeterli durumda iken, hayvancılık, pamuk, yağlı tohumlar ve orman ürünlerinde ithalatçı duruma gelmiştir. Bununla birlikte, ülkemiz 1998 yılında 4.3 milyar dolar tarım ve tarıma dayalı işlenmiş ürünler ithalatı yapmış, buna karşılık aynı ürünlerin ihracatı 5.1 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır. Özellikle işlenmiş gıda sanayii ürünleri ihracatında dikkat çekici gelişmeler görülmektedir. Bu eğilim 1999 yılında da sürmektedir. Bitkisel üretimde özellikle hububatta verim düşüklükleri devam etmektedir. Cumhuriyet döneminde verimi 6 kat artmasına rağmen dekarda 200 kg. dolayında olan buğday verimini iki katına çıkarmak mümkündür. Meyve-sebze sahasında pazarlama ve muhafaza sorunları devam etmektedir. Türkiye'nin, tarım ürünlerini dünyanın pazar ortamına uydurmak suretiyle satabileceği gerçeği gözden uzak tutulmamalıdır. Sulanabilir 8.5 milyon hektar alanın yarısına sulama götürülmüştür. Tarımda 5 milyon ton civarında gübre kullanılmaktadır. Önemli ölçüde devlet desteğine rağmen, son 10 yıldan beri bu seviyelerde seyreden gübre tüketiminin 1999 yılında 6 milyon tona yaklaşacağı tahmin edilmektedir. 1999 yılında Türkiye tarımında 950 bin civarında traktör vardır. Bu oldukça iyi bir mekanizasyon seviyesidir. Mekanizasyon gücünün azalmaması için bu miktarın yüzde 10'u kadar traktörün her yıl bu parka eklenmesi gerekmektedir. 1996 yılında ortalama yüzde 94.3 oranında artan tarımsal ürünler destekleme alım fiyatları, 1997 yılında ortalama olarak yüzde 105 civarında artmıştır. Bu durum, enflasyon oranlarının üzerinde, belirli oranda reel artışlar yapıldığını göstermektedir. 1998 yılında yıllık enflasyon hedefi ile uyumlu bir fiyat politikası izlenmiş ve fiyatlar ortalama olarak yüzde 54 civarında artmıştır. Ancak, üretim, alım miktarı ve fiyat-seviyesine bağlı olarak 1998 yılında üreticilere ödenen miktar, 1997 yılında ödenen miktarın iki buçuk katı civarında olacaktır. Alım bedelleri gecikmeden ödenmiştir. 1999 yılında da yıllık enflasyon hedefleri ile uyumlu bir fiyat politikası izlenmektedir. Değerli Milletvekilleri, Hayvancılık sektörünün toplam tarımsal gelirler içindeki payı yüzde 25'e kadar gerilemiştir. Bu oran Avrupa ülkelerinde yüzde 50-60 civarındadır. Türkiye hayvancılığının yeterince gelişmemiş olmasının esas göstergesi verim düşüklüğüdür. Bu durumun çok çeşitli sebepleri olmakla beraber, ülkemizde sığırlarda daha belirgin olmak üzere, toplam hayvan varlığının yüzde 45 civarında bir kısmının verim potansiyeli düşük yerli soylardan oluşması, kültür ve bunların melezlerinden potansiyellerinin altında verim alınması, temel sebepler olarak görülmektedir. OECD ülkelerinde ineklerin süt verimi 6 bin kilograma yaklaşmakta, Türkiye'de ise bu miktar 1600 kg. civarında bulunmaktadır. Türkiye'de halen 160 kg. civarında olan sığır başına et üretiminin AB ülkeleri seviyesi olan 2 katına, süt üretiminin 3 katına çıkarılması için potansiyel mevcuttur. Bu yolla, süt üretiminin 20 milyon tona, et üretiminin 1.5-2 milyon tona çıkarılması mümkün olabilecektir. Hayvansal üretimin sürekliliği ve karlılığını belirleyen temel unsurlardan biri de hayvan sağlığı alanındaki başarıdır. Bugüne kadar hayvan sağlığı konusunda ilerlemeler sağlanmış olmasına rağmen, gelinen nokta yetersizdir. Özellikle salgın hastalıkların kontrolünde ülkeye hayvan girişini, ülke içinde ise hayvan hareketlerini izlemek ve düzene sokmak mümkün olamamaktadır. Hayvancılık sektöründe sun'i tohumlamaya, yem, aşı-ilaç kullanımına, hayvan sağlığına, damızlık teminine destek sağlanmalıdır. Hayvancılıkla ilgili tüm çevrelerce, bu sektörde kapsamlı devlet desteğine ihtiyaç olduğu belirtilmektedir. Hayvan Islahı Kanunu'nda yeni düzenlemeler yapılmasına ihtiyaç vardır. Hayvancılık sektörünün yeterli düzeyde gelişememiş ve kronikleşen sorunlarının çözümlenememiş olmasına karşılık, tavukçuluk kesimi daha gelişmiş durumdadır. Tavukçuluk, ülke ihtiyacını karşılamanın ötesinde, önemli ölçüde ihracat yapılabilecek potansiyele sahiptir. Türkiye'de kişi başına Avrupa ülkelerinin üçte biri seviyesinde et ve beşte biri seviyesinde süt ve mamulleri tüketilmektedir. Hayvansal protein açığının en hızlı ve en ucuz yoldan kapatılabilmesi, tavuk ve hindi eti ile yumurta üretimi ve tüketiminin artırılması ile mümkün olacaktır. Karma ve kaba yem üretimi yetersizdir. Karma yem üretimi son 10 yıldan beri 4-5 milyon ton arasında değişmekte, tek vardiya üzerinden yüzde 50 kapasite kullanımına ulaşılabilmektedir. Hayvancılığın kaba yem ihtiyacının 50 milyon ton civarında olduğu tahmin edilmektedir. Halen bu miktarın yarısı dahi üretilememektedir. Toplam ekilebilir alanların yüzde 3-4'üne yem bitkileri ekilirken, bu oran, tarımda ileri ülkelerde yüzde 25-30 kadardır. Toprak verimliliğinin artırılması ile Türkiye, yem bitkisi üretimi, çayır, mera gibi hayvancılığa hizmet edecek yönde daha çok arazi tahsis etme ve tahsis ettiği araziden daha çok yem üreterek hayvansal ürünlere dönüştürme imkanı bulacaktır. Bu bakımdan, Türk tarımında toprak verimliliğinin artırılması son derecede önemli, kritik bir hareket noktasıdır. Bu nedenlerle sulanan alanların genişletilmesi, gübre kullanımının artırılması, yüksek verimli tohumluk kullanılması gibi toprak verimliliğini artıracak faktörler üzerinde önemle durulmalıdır. Ülkemizde tarım ürünlerinin ancak yüzde 10'unun gıda sanayiinde işlendiği tahmin edilmektedir. Bu oran gelişmiş ülkelerde yüzde 50'nin üstünde bulunmaktadır. Donmuş gıda pazarı 50-60 milyar dolar büyüklüğe ulaşmış olan Avrupa ülkeleri, dondurulmuş meyve ve sebze ihracatı açısından büyük bir potansiyeldir. Türkiye halen bu pazardan yüzde bir kadar pay alabilmektedir. Bu bakımdan agro-endüstri parlak bir gelecek vaad etmektedir. Küçük ölçekli işletmelerin hem ürün satışında, hem girdi temininde pazarlık güçlerinin yetersiz olduğu bilinmektedir. Küçük işletmelerin yoğun olduğu ülkelerde kooperatif ve birlikler önemli bir işlev yüklenmişlerdir. Örneğin, hemen bütün üreticilerin örgütlü olduğu AB ülkelerindeki sivil örgütlerin yüzde 75'i kooperatiftir. Ürün pazarlama ve girdi temini yapan kooperatifler, AB ülkeleri tarımının gelişim sürecinde çok önemli roller üstlenmişlerdir. AB ülkelerinin birçoğunda sütün yüzde 80, etin yüzde 90 kadarı kooperatifler aracılığı ile pazarlanmakta, yemin yarısı kooperatiflerce temin edilmektedir. Ülkemizde ise, kooperatiflerin süt pazarlamasındaki payı yüzde 4, yem teminindeki payı yüzde 10 civarındadır. Ülke topraklarının yüzde 26'sına tekabül eden 20.2 milyon hektarı orman alanıdır. Bunun yüzde 44'ü verimli orman, yüzde 56'sı verimsiz ormandır. Türkiye'nin önemli problemli alanlarından biri orman ve orman bölgeleridir. Problem, esasta, arazi üzerindeki nüfus baskısından kaynaklanmaktadır. Yoğun ve sürekli sanayileşme ve şehirleşme ile hızlı nüfus artışı insanlığın doğal kaynaklar üzerindeki baskısını arttırmaktadır. Bu da bir yandan kirlenmelere, bir yandan da doğal kaynakların tükenmesine doğru olumsuz bir gidişe sebep olmaktadır. Aşırı avlanma, kirlenme ve ekolojik değişmeler sonucu su ürünleri üretimi azalmaktadır. Bununla birlikte, kıyılarda ve iç sularda yapılmakta olan kültür balıkçılığında önemli ilerlemeler görülmektedir. Tarım sektöründe düne göre küçümsenemeyecek ilerlemeler, iyileştirmeler, düzenlemeler ve başarılar olmuştur. Bununla birlikte, kırsal alanda süregelmekte olan düzensiz göçün önlenmesi ve yönlendirilmesi için bu alanlara götürülen altyapı hizmetlerinin yanında çiftçi ve köylülerin refah seviyelerinin artırılmasına katkı sağlayacak örgütlenme, tarımsal eğitim ve yayın hizmetlerinin geliştirilmesi ve modern tarım tekniklerinin tarlaya indirilmesi sağlanarak, tarımda modernizasyonun hızlandırılması ve ileri ülkeler seviyesine çıkarılması zorunlu bulunmaktadır. Tarım Şarası'nda ve Hayvancılık Kongresinde alınmış bulunan kararların ve öngörülen tedbirlerin hayata geçirilmesi büyük önem taşımaktadır. Ayrıca Türkiye, Avrupa Birliği, OECD ülkeleri, EFTA, Dünya Ticaret Örgütü anlaşmalarımız çerçevesinde, kendi tarımına, hayvancılığı ve tarım politikasına yeni düzenlemeler getirmek zorundadır. Değerli Milletvekilleri, Ülkemizde köy ve bağlısı olmak üzere toplam 75 bin 340 yerleşim birimi bulunmaktadır. 1 Ocak 1999 itibarıyla Türkiye'de; 63 bin 156 km. asfalt, 143 bin 455 km. stabilize kaplama, 69 bin 277 km. tesviyeli, 43 bin 330 km. ham olmak üzere toplam 319 bin 218 km. köy yolu vardır. Bugün ülkemizde yolu olmayan köy kalmamıştır. Ulaştırma sektöründe Köy Hizmetleri bundan sonra mevcutların standardını yükseltmek, bakım onarımını yapmak, bu yollar üzerinde sanat yapıları ve köprüleri tamamlama işlerini yapacaktır. Değerli Milletvekilleri, Köy Hizmetleri toplam 74 bin 939 yerleşim birimine içme suyu götürmek durumundadır. Mevcut 74 bin 939 yerleşim biriminden Eylül başı itibarıyla; 54 bin 662'sinin yeterli ve sağlıklı içme suyu vardır. 8 bin 940'ının suyu yetersiz, 11 bin 337'sinin ise yeterli ve sağlıklı içme suyu yoktur. Yıllık programlarla bir taraftan yeterli ve sağlıklı içmesuyu olmayan ünitelere içmesuyu temin edilmeye çalışılırken, bir taraftan da çeşmeli sistem içmesuyu tesisleri, şebekeli sisteme dönüştürülmektedir. Diğer taraftan kullanıcılar tarafından giderilemeyen bakım onarım çalışmaları yapılmaktadır. Değerli Milletvekilleri, Kırsal alan planlaması hizmetleri çerçevesinde Eylül başı itibarıyla; 9 bin 571 ailenin iskanı sağlanmış, 9 bin 958 aileye kredi vermek suretiyle konut açılmış, 9 bin 244 adet sosyal ve ekonomik tesis hizmete açılmış, 2 bin 540 adet kanalizasyon yapımı tamamlanmıştır. - 1923-1997 yılları arasında yurtdışından gelen 1 milyon 648 bin 480 nüfusun iskanı sağlanmıştır. Değerli Milletvekilleri, Ülkemizde 26.5 milyon hektar arazi işlemeli tarıma uygundur. Ülkemiz topraklarının 1.5 milyon hektarında çoraklık, 2.8 milyon hektarında drenaj, 28.5 milyon hektarında taşlılık, 57.1 milyon hektarında su erozyonu ve 500 bin hektarında da rüzgar erozyonu bulunmaktadır. 1 Eylül 1999 tarihine kadar 1 milyon 238 bin 727 hektar alana tarla içi geliştirme hizmeti götürülmüştür. Değerli Milletvekilleri, Ülkemizde tarım arazilerinin 12.5 milyon hektarı sulanabilir özelliktedir. Ancak, havzaların su imkanları gözönüne alındığında teknik ve ekonomik olarak sulanabilecek toplam arazi miktarı 8.5 milyon hektardır. 8.5 milyon hektar sulamaya müsait alanın 4.6 milyon hektarının DSİ Genel Müdürlüğü tarafından, 1 milyon hektara yakın sahanın da halk sulamaları yolu ile sulandığı kabul edilirse geriye kalan 2.9 milyon hektar gölet pompajlı sulama, küçük su kaynakları gibi yollarla Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından sulanacaktır. 1 Eylül 1999 tarihi itibariyle 1 milyon 224 bin 561 hektar sahanın sulaması yapılmıştır. Değerli Milletvekilleri, Tarım alanlarımızın yüzde 63.6'sında değişik derecelerde erozyon problemi vardır. Ülkemizde ormanlık alan dışında kalan kuru tarım alanlarında 15 milyon hektarı otlak ve fundalıklarda 15.4 milyon hektar, diğer sahalarda da 486 bin hektar olmak üzere 31 milyon hektar sahada toprak muhafaza çalışmaları yapılması gerekmektedir. 1 Eylül 1999 tarihi itibarıyla toplam 366 bin 205 hektar alana toprak muhafaza hizmeti götürülmüştür. Değerli Milletvekilleri, Türk tarihinin zengin mirası çerçevesinde, bugün üç kıt'aya uzanan geniş bir coğrafyada, yurtiçinde ve dışında, bir kısmı yok olmasına karşın hala önemli sayıda ve değerde eser, yapıldıkları dönemin görkemini ve ulusumuzun haklı olarak gururlandığı kültürünü yansıtmaktadır. Türkiye, bu kültür varlıklarının ortaya çıkarılmasına, restorasyonuna ve korunmasına büyük özen göstermektedir. Tarih boyunca Anadolu'da yaşamış değişik uygarlıkların gün ışığına çıkarılan eserleri ve Türk kültür varlıkları ülkemize zenginlik kazandırmaktadır. Diğer yandan, yurtdışındaki tarihi Türk kültür varlıklarının korunmasına da özel ilgi gösterilmektedir. Türk kültürünü bugün başka ulusların yaşadığı topraklarda temsil eden bu eserler, yüzyılların da etkileri nedeniyle ciddi şekilde onarım ve restorasyon çalışmalarına ihtiyaç duymaktadırlar. Kazakistan'daki Ahmet Yesevi Türbesi'nin restorasyonu, Orhun Abideleri Projesi, Macaristan'daki Gülbaba Türbesi'nin açılışı, Şumnu Şerif Halil Paşa Camii'nin restorasyonu ve tarihi Mostar Köprüsü'nün yeniden yapımı Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bu konudaki mükellefiyetini yerine getirmede son yıllarda gerçekleştirdiği faaliyetler arasındadır. Türkiye, bugün başka ülkelerin sınırları içinde kalmış olan Türk şehitliklerinin kurtarılmasına ve aziz şehitlerimize milletçe sahip çıkılmasına da gayret göstermektedir. Bu çerçevede, son yıllarda Hindistan Bellary'deki Türk mezarlığı bir anıt-şehitlik haline getirilmiştir. Aynı şekilde Azerbaycan ve İsrail'deki şehitlerimiz için de birer sembolik anıt-şehitlik inşa faaliyetleri sürdürülmektedir. Yurtdışındaki Türk kültür varlıklarının envanterini, mevcut durumlarını, bakım ve restorasyon ihtiyaçlarını belirlemek üzere Cumhurbaşkanlığı direktifi ile bu yıl içinde DPT Müsteşarlığı'nın koordinatörlüğünde, ilgili makamlarımızın da katıldığı bir çalışma başlatılmıştır. Bu çalışma sonrası ortaya çıkacak tablo içinde, gerekli öncelik sırası verilmek ve finansman sağlanmak suretiyle, yurtdışındaki Türk kültür varlıklarının orta ve uzun vadede bakım, onarım ve restorasyonları sağlanmalıdır. Dış ülkelerdeki Türk kültür ve sanat eserlerinin envanter, restorasyon ve korunması konularında, yasal mevzuat da gözönünde bulundurularak, ilgili bakanlık ve kuruluşlar arasında gözlemlenen yetki ve sorumluluk ihtilaflarının giderilmesi için hükumetçe kalıcı bir düzenlemenin yapılmasına ihtiyaç olduğu görülmektedir. Değerli Milletvekilleri, Kalkınma hamlesini sürdürmek için, ödemeler dengesini sağlıklı bir yapıya kavuşturmak ve bu amaçla, bu dengeyi meydana getiren başta ihracat olmak suretiyle, turizm, yurtdışı taşıma, müteahhitlik ve diğer hizmet gelirlerinin artırılması konusunda bütün imkanları en iyi şekilde kullanmak durumundayız. Türkiye'nin turizm gelirlerinin ihracat gelirlerine oranı yüzde 25-30 civarındadır. Diğer ülkelerde ise yüzde 10 kadardır. Bu oran da, turizm gelirlerinin ödemeler dengesi açısından önemini vurgulamaktadır. Turizmin ödemeler dengesine etkisi yanında, istihdam etkisi de önemli olmaktadır. Ayrıca Türkiye bu yolla, kendisini dünyaya daha iyi tanıtma imkanı da bulmaktadır. 1998 yılında dünyadaki turist sayısı 625 milyonu bulmuştur. Turizm geliri ise 450 milyar dolar civarında olmuştur. Türkiye'nin bundan aldığı pay yüzde 1.5-2 arasındadır. Dünya Turizm Örgütü 2000 yılında dünyada turist sayısının 660 milyonu aşacağını, 2010 yılında turist sayısının 850 milyona, turizm gelirlerinin ise 1 trilyon dolara yaklaşacağını tahmin etmektedir. Ülkemiz, 1960'lı yılların ortalarından itibaren turizmde önemli gelişmeler kaydetmiştir. Turizm, bu dönemde ciddi bir kaynak olarak ele alınmış, bölgesel fiziki planlar hazırlanmış ve teşvik olunmuştur. 1970'li yıllarda devlet turizm bölgelerinde altyapı yatırımlarını ele almış, örnek nitelikte üstyapı tesisleri gerçekleştirmiştir. 1970'li yılların başlarından bu yana turist sayısı ve turizm geliri açısından ülkemizin kaydettiği gelişme hızı, Akdeniz çevresindeki rakip ülkelerin hepsinden daha yüksek olmuştur. Halen Turizm Belgeli yatak kapasitesi 350 bine yaklaşmış, belediye belgeli tesislerle birlikte 700 bin civarına ulaşmıştır. Ayrıca 220 bin yatak kapasiteli 1.352 tesis için yatırım belgesi verilmiştir. Seyahat acentesi sayısı 4.000'i aşmıştır. 1998 yılında ülkemize gelen turist sayısı 9 milyona yaklaşmış, turizm geliri ise 7 milyar doları bulmuştur. 1999 yılında meydana gelen olumsuz faktörlerin etkisi ile ciddi bir gerileme olması mümkündür. Gerçekten, ülkemiz 1999 yılında turizm sektöründe olumsuzluklarla karşılaşmıştır. Bilindiği gibi, terörist başı hakkındaki yargı kararını izleyen günlerde, terör yanlıları ve onları destekleyen iç ve dış çevreler, Türkiye aleyhinde geniş faaliyette bulunmuşlardır. Bunun etkisi ile, yer yer yüzde 30'ları bulan rezervasyon iptalleri olmuştur. Bu durum görülerek, devletçe gerekli girişimler yapılmış, turizmin canlanmasına yönelik özel teşvik tedbirleri alınmıştır. Canlanmanın başladığı bir sırada deprem afetinin meydana gelmesi, turizm sektörümüz için yeni bir talihsiz durum yaratmıştır. Kuşkusuz, bu durumun olumsuz etkileri de aşılacaktır. Turizmde bir mevsim bitmeden, gelecek turizm mevsiminin hazırlıkları dikkatle yapılmalıdır. Kaydedilen gelişmelere rağmen, turizm kaynaklarımızın büyük potansiyeli dikkate alınırsa, dünya turizminden aldığımız yüzde 2'yi aşmayan payla yetinmemiz mümkün değildir. Bu bakımdan turizm sektöründeki hamlelerimizi kesintisiz sürdürmek zorundayız. Bugün ulaştığımız noktada Türkiye, önümüzdeki dönemde, ilk hamlede 1.5 milyon yatak, 25 milyon turist, 15 milyar dolar turizm gelirini hedef almak durumundadır. Ekim 1998 ayında yapılan Turizm Şurası'nın aldığı kararlar dikkatle değerlendirilmeli, öncelikler belirlenerek uygulamaya konulmalıdır. Sektörün gelişmesi, tümü ile bir master plan çerçevesinde ele alınmalıdır. Bazı doğal ve tarihi potansiyel turizm kaynaklarımızın, düzensiz yapılaşma nedeniyle istenilen şekilde geliştirilemediği bilinmektedir. Bu durum önlenmelidir. Bu amaçla, potansiyeli olan yerlerin "turizm bölgeleri" ilan edilerek, fiziki gelişme planları hazırlanması önemlidir. Halen yabancı turistlerin yüzde 75'i havayolu ile ülkemize gelmektedir. Yabancı bir turist, ulaşım sistemlerinden dilediği ile istediği turizm alanımıza rahatça ulaşabilmelidir. Bunun temini amacıyla, Atatürk Havalimanı, Antalya Havalimanı, Milas-Bodrum, Dalaman, Nevşehir-Kapadokya Havaalanları yeterli hale getirilmeli, eksikleri giderilmeli, alanlarda gümrük, pasaport ve diğer yer hizmetleri uluslararası standartlarda düzenli bir şekilde yürütülmelidir. Başlıca turizm bölgelerimizdeki turistik yolların yapımı ve standardının iyileştirilmesi çalışmaları tamamlanmalıdır. Turizm potansiyeli yüksek kıyılarımızda yat turizminin geliştirilmesi önemli bir imkandır. Bu değerlendirilmelidir. Bu konuda Yap-İşlet-Devret, Yap-İşlet veya tahsis modellerinin işlerliği sağlanmalıdır. Turizm bölgelerimizdeki yerleşim yerlerinin su, kanalizasyon, elektrik ve haberleşme gibi altyapı sistemleri tamamlanmalıdır. Dünya turizminde çevreye dikkat gittikçe artmakta, hatta ön plana çıkmış bulunmaktadır. Bu bakımdan, tüm turizm alanlarımızda doğal kaynaklarımızın korunmasına ve çevre temizliğine azami titizlik gösterilmelidir. Turist konaklama tesisleri yatırımlarının, fiziki planlamalar ve yatak kapasitesi hedeflerimizle tutarlı olarak teşvikine devam olunmalıdır. Türkiye Seyahat Acenteleri ve Seyahat Acenteleri Birliği ile Turist Rehberleri ve Turist Rehber Odaları, Türkiye Otelciler Birliği konusunda yapılan mevzuat çalışmaları tamamlanmalı, bu hizmetlerin turizm hedefleriyle tutarlı olarak geliştirilmesi desteklenmelidir. Devlet, turistik tesis sahipleri, seyahat acenteleri ve turist rehberleri kuruluşlarının işbirliği ile turizm imkanlarımızı dünyaya tanıtacak, iyi hazırlanmış, estetik inceliği olan, geniş tanıtma kampanyaları yürütülmelidir. Türkiye, dünya
turizm gelirinden aldığı yüzde 2 civarındaki payını, ilk hedefte mutlaka iki
katına çıkarmalıdır. 2000'Lİ YILLARDA DÜNYA "Önümüzdeki yüzyılda nasıl bir dünyada yaşayacağız?" sorusu 20. Yüzyılı geride bırakmakta olduğumuz şu günlerde zihinleri en fazla meşgul eden sorudur. Tarihi dönüm noktalarında insanlığın nereden gelip nereye gitmekte olduğu konusunda durum muhasebesi yapması beşeri bir ihtiyaçtır. Yeni yüzyıl, evlerimizden çıkmadan uçsuz bucaksız bilgi otoyollarından, dünyanın en ücra köşelerine sanal seyahatler yapabileceğimiz, en uzak noktalardaki insanlarla haberleşebileceğimiz, binlerce kilometre ötedeki haber kaynaklarına ulaşabileceğimiz bir yüzyıl olacaktır. Binaenaleyh, 21. Yüzyıl öncelikle "Bilgi Çağı"dır. Evrensel toplumun gelişmesiyle dünya vatandaşlığı bilinci güçlenecek, uluslararası ilişkilerin yeni dokusu bu çerçevede şekillenecektir. Demokrasi küresel düzeyde yayılmaya ve güçlenmeye devam edecek, uluslararası hukuktan evrensel hukuka geçilecektir. Her geçen gün yeni boyutlar kazanan dinamik bir olgu olan küreselleşme, hayatın her alanını dönüştürecek, ekonomik manada sınırlar haritada bir çizgiden başka bir anlam taşımayacaktır. Ekonomiden siyasete, kültürden eğitime tüm alanlarda yeni davranış kodları ve değerler ortaya çıkacaktır. Ulus-devlete bakış değişecek, egemenlik kavramı yeni anlamlar kazanacaktır. Devlet, çağın icaplarına uygun olarak yeniden inşa edilecek, vatandaşa en yakın düzeyde karar alabilen bir yapıya kavuşacaktır. Sivil toplumun gücü ve etkinliği artacak, katılımcılık yeni boyutlar kazanacak, temsili demokrasiden daha katılımcı bir demokrasiye geçilecektir. Elektronik iş ortamı, dünyayı 24 saat hiç durmayan tek bir pazar haline getirecek, ekonomide zaman ve mekan kavramları anlamını yitirecek, her ölçekteki şirket küresel düzeyde iş yapabilecektir. Yani, küresel pazar demokratikleşmektedir. Artık şirketlerin menşeinden ziyade nerede üretim yapacağı, kimlere istihdam ve refah sağlayacağı önemli olacaktır. Ekonomik faaliyetin sınırları aşan bir eylem olma vasfının güçleneceği önümüzdeki yüzyılda rekabet de küreselleşecektir. Küresel pazarın gelişimi uluslararası finans sistemini bir bütün haline getirecek, kamu idaresinde şeffaflık ve yolsuzluklarla mücadele sınırları aşan bir mahiyet ve önem kazanacaktır. Ülkelerin zenginliğini, sahip oldukları insan kaynaklarının donanımı belirleyecektir. Dolayısıyla bilgiye ulaşımın ve bilginin kullanımının demokratikleşmesi önem kazanacaktır. Gezegen bilinci gelişecek, çevrenin tahribatına karşı ortak mücadele güçlenecektir. Çevreyle barışık, sürdürülebilir kalkınma anlayışına geçilecektir. Bu bağlamda, nüfus artışı sorunu da üstesinden gelinmesi gereken temel meselelerden biri olacaktır. Esasen, insanlığın ve dünyanın bekasının sağlıklı bir çevre yaratmaya ve nüfus artışını kontrol altına almaya bağlı olduğu şimdiden anlaşılmıştır. Terörizm, uyuşturucu kaçakçılığı, kara para aklanması, ırkçılık, saldırgan etnik milliyetçilik, organize suç gibi sorunlarla hiçbir ülkenin tek başına başedemeyeceği, sınırları aşan bu sorunlara küresel çözümler aranması gerektiği doğrultusunda esasen sağlanmış olan mutabakat daha da ileriye götürülecektir. 20. Yüzyılda fethedilmeye başlanmış olan uzayın insanlığın ortak yararı doğrultusunda barışçı amaçlarla kullanımı sağlanacaktır. İletişim ve ulaşım teknolojik atılımlar neticesinde daha da ucuzlayacak, insanlar, fikirler, mallar ve sermayenin küresel düzeyde dolaşımı daha da hızlanacaktır. Bilgisayar teknolojisinde ve genetik biliminde meydana gelecek ilerlemeler insanlığın önüne yeni ufuklar açacaktır. Uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkiler esas itibariyle bölgesel gruplaşmaların birbirlerine eklemlenmesinden oluşacaktır. Bu gruplaşmaların dışında kalan ülkeler marjinalleşecektir. Nihayet, Avrasya dünya siyasi coğrafyasında yeniden belirleyici önem kazanacak, Asya Avrupa'yla bütünleşecektir. İnsanlığın küresel barışa, daha güzel, daha müreffeh bir dünyaya ulaşma çabaları hız kazanacaktır. Önümüzdeki
yüzyılda işte böyle bir dünyada yaşayacağız. Türkiye böyle bir dünyaya
hazırlanmak durumundadır. Bu dünyaya hazırlanırken, hedeflerimiz olduğu
kadar, ufkumuz ve hayallerimiz de büyük olmalıdır. 2000'Lİ YILLARDA TÜRKİYE'NİN HEDEFLERİ 21. Yüzyılda; 1. Türkiye, dünyadaki gelişmiş ilk on ülke arasına girecek güçlü ve büyük bir ülke olacaktır. 2. Türkiye, demokratik, laik, üniter bir devlet olma vasfını koruyacaktır. 3. Türkiye, Atatürk'ün anayasal vatandaşlık ve anayasal vatanseverliğe dayanan milliyetçilik anlayışına bağlı kalarak ırk, dil, din, mezhep, cinsiyet temelinde hiçbir ayırımcılığa ve bölücülüğe geçit vermeyecektir. 4. Türkiye, Atatürk'ün en anlamlı miraslarından biri olan kadın-erkek eşitliğini titizlikle koruyacak, Türk kadınının ekonomik, toplumsal ve kamusal hayattaki konumunun daha da güçlenmesi için gerekli şartları yaratacaktır. 5. Türkiye, anayasal, idari ve hukuki alanlarda çağın icabına uygun gerekli tüm dönüşümleri gerçekleştiren bir kapsamlı devlet reformunu mutlaka tamamlayacaktır. 6. Türkiye, uluslararası barış ve güvenliğin muhafazasında etkili bir ülke olmaya devam edecektir. 7. Türkiye, ekonomik alanda küreselleşmenin gerektirdiği açılımları sürdürürken hukuk alanındaki evrenselleşmeye de kararlılıkla uyum sağlamaya devam edecektir. 8. Türkiye, Avrupa Birliği'ne tam üye olarak medeniyetler çatışmasından sözedenlerin kehanetlerini boşa çıkaracak, AB'nin çoğulcu yapısına demokrasi, laiklik ve İslamı bağdaştırmış bir ülke olarak ilave bir zenginlik kazandıracaktır. 9. Türkiye, caydırıcılığını koruyacak, önümüzdeki 30 yıl içinde yapacağı 150 milyar dolarlık yatırımlarla üstün savunma gücünde bir zaaf meydana gelmesine izin vermeyecektir. 10. Türkiye, yapısal reformlarını sürdürerek enflasyonu AB'nin Maastricht standartlarına indirecek ve dünyadan kalkınma çabalarına çok daha fazla kaynak sağlamaya gayret sarf edecektir. 11. Türkiye, nüfus artış hızını yüzde 1'ler düzeyinde tutmaya gayret edecektir. 12. Türkiye, bilgi çağında bilgi toplumu olmayı mutlaka başaracaktır. 13. Türkiye, eğitim ve sağlık alanındaki reformları gerçekleştirerek yurttaşlarının küresel düzeyde çağdaşlarıyla rekabet etmesi için gerekli şartları yaratacaktır. 14. Türkiye, eğitim alanında yaptığı hamleyi kültür alanına da yansıtarak evrensel uygarlığa zengin katkılarda bulunmaya devam edecektir. 15. Türkiye, yargının hızlı, adil ve bağımsız olmasını sağlayacaktır. 16. Türkiye, ileri okur-yazarlık ve yüksek kültür düzeyiyle tarihten devraldığı tüm sorunlarını çözecek, tarihiyle barışacaktır. 17. Türkiye, üniversite projesini geliştirecek, bilimsel araştırma ve geliştirmeye daha fazla kaynak aktaracaktır. 18. Türkiye, spordan sanat ve bilime, yaratıcı bireylere sahip bir millet olduğunu kanıtlayacaktır. 19. Türk ekonomisi uzun vadede ortalama yüzde 5 büyüme hızını sürdürerek döviz kazanmaya devam edecektir. 20. Türkiye, tarımını daha da modernleştirerek üretim ve verimini artıracak, tarımda çalışan nüfusunu yüzde 20'lerin altına indirmeyi başaracaktır. 21. Türkiye, iletişim ve ulaşım altyapılarını çağdaş standartlara yükseltecek, İpek Yolu tekrar tarih sahnesine çıkacak, Asya Avrupa'yla yeniden Türkiye üzerinden buluşacaktır. 22. Türkiye, bütün vatandaşlarını çağdaş bir sosyal güvenlik şemsiyesi altına almayı ve genel sağlık sigortası sistemini uygulamayı başaracaktır. 23. Türkiye, kalkınırken çevreyi tahrip etmeyen ve bu dünyanın gelecek nesillerden ödünç alındığını unutmayan sürdürülebilir kalkınma anlayışına bağlı kalacaktır. 24. Türkiye, 100 milyar dolarlık özelleştirme programını tamamlayarak, devletin ekonomik ve ticari hayattan tümüyle çekilmesini sağlayacaktır. 25. Türkiye, Karadeniz, Hazar ve Akdeniz havzalarının refah, istikrar ve barışında nazım bir rol oynamaya devam edecektir. 26. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en büyük projesi olan GAP'ı tamamlayarak insanlarının refahını arttıracak, ekonomisinin gücüne güç katacaktır. 27. Halen en hızlı gelişen enerji pazarı olan Türkiye, önümüzdeki 30 yıl içinde yapacağı 130 milyar dolarlık yatırımlarıyla dünyanın önde gelen enerji kullanıcılarından biri olacaktır. 28. Türkiye, yeni enerji coğrafyalarını dünya pazarlarına bağlayacak, doğalgaz ve petrol boru hatlarını inşa ederek bir enerji terminali haline gelecektir. 29. Türkiye önümüzdeki on yıl içinde turizm alanında 10 milyar dolarlık ilave yatırım yaparak, 21. Yüzyılda da büyük bir turizm ülkesi olma vasfını sürdürecektir. 30. 21. Yüzyılda Türkiye'yi bekleyen aydınlık gelecek bu noktalarda oluşmaktadır. Büyük
Atatürk'ün gösterdiği hedefin çağdaş uygarlık düzeyine erişmek değil, onun
üstüne çıkmak olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Türkiye, demokratik
ülkeler camiasının bir mensubu olarak temel insani değerler zemininde
yükselen çağdaş uygarlık içinde en seçkin mevkilere mutlaka ulaşacaktır.
Tarihin akışı bu yöndedir. SONUÇ Değerli Milletvekilleri, 21. Yüzyıla giriyoruz. Bu sadece takvim bakımından değil, önümüzdeki yüzyılın sorunlarını göğüslemeye, şartlarını ve uluslararası yarışı kabullenmeye hazır olduğumuz anlamına da gelmelidir. Demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisi kavramlarına dayanan, ekonomide küreselleşen ve hukukta evrenselleşen bir dünya içinde olacağız. Devletin fonksiyonu değişmiştir, fakat önemi azalmamıştır. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçilmiş olacaktır. Bu toplum, hür bir toplumdur ve odağında kişi vardır. Kişinin yaratıcı gücü, refahın kaynağı olacaktır. Kalkınmanın kökü, insan sermayesidir. Yüksek teknoloji, eğitim, kültür, sağlık ve çevre, gündemin başında olacaktır. Ülkeler, hedef ve stratejilerini gözden geçirmek ve yeniden saptamak durumundadır. Devletin küçülmesi, bireyin bütün kapasitesini ortaya koyması ortamının mevcudiyeti; toplumun kendine güveninin ve aydınlık geleceğinin anahtarıdır. Daha güvenli, daha hür, daha zengin, daha temiz bir dünya; insanlığın hedefi görülüyor. Her alanda, uluslararası standartlarda yaşayan ve yarışan bir Türkiye, global düşünen, global hareket eden, iyi eğitim görmüş, iyi yetişmiş Türk vatandaşının eseri olacaktır. Değerli Milletvekilleri, 16 Mayıs 1993 tarihinde yüce Meclisimiz tarafından Cumhurbaşkanı seçildim. Metni, Anayasa'nın 103'üncü maddesinde yer alan "and"ı huzurunuzda içtim. Geçen 6,5 sene zarfında, bu "and"daki taahhütlere, tamamen uydum. Onu müteakip yine huzurunuzda yaptığım konuşmamdaki vaadlerime de uydum. Bu konuşmamda, iki hususa dikkat çekeceğim. Bunlardan birincisi; "Türkiye Cumhuriyeti'nin, Türk milletinin birliğini temsil eden ve bütün vatandaşlarımızın, onların siyasi partileri dahil, her türlü yasal örgütlerini kucaklamak göreviyle yükümlü olan Cumhurbaşkanı'nın, taraf olması veya tarafsızlığa gölge düşürecek herhangi bir davranış içinde olması düşünülemez. Tarafsızlığı, niteliğinde siyaset olan ülke ve dünya sorunları dışında kalmak ve hiçbir şeye karışmamak şeklinde yorumlamak da yanlıştır. Cumhurbaşkanı, Anayasa'nın kendisine verdiği görevleri yaparken, sağduyunun ve kamu vicdanının denetimi altında bu görevleri gerçekleştirecektir. Doğruya, haklıya arka çıkmak, ülke menfaatlerini korumanın şartıdır. Cumhurbaşkanı, görevini yorumlarken, bazı moral ölçüleri bulacak ve bunları kullanacaktır. Yine de, tartışılabilir bir konum içerisinde olunduğunu kabul ediyorum; ancak, benim sizlere söyleyeceğim; bu hususta ölçülere ve sınırlara azami dikkat ve itina göstereceğimdir." şeklindeki sözlerimdir. İkincisi; "Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşları, bölge, köken, dil, din, mezhep ve cinsiyet farkı gözetilmeden, kanun önünde eşit haklara sahip birinci sınıf vatandaşlardır, ülkenin ve devletin sahibidirler ve böyle kalacaklardır. İnsanlarımızı bu topraklar üzerinde birleştiren; tasada ve kıvançta ortaklık, güzel bir gelecek beklentisi, tarihe beraber sahip olma yanında, eşitliktir; ulusal egemenliğin ortak kullanımıdır. Esasında başlatılmış bulunan demokratikleşme hareketi, ulusal egemenliğin bu ortak kullanımını her geçen gün biraz daha kuvvetlendirmeye ve zenginleştirmeye yönelmiş temel bir reform niteliğindedir." Türkiye'de içbarışı, bütün hedeflerimizin üstünde tutarım. Büyük Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve üniter devlet prensiplerine dayanmakla, içbarış için temel çerçeveyi ortaya koymuştur. Demokratik hak ve hürriyetler, demokratik kural ve kurumlar, demokratik zeminler ve bütün bunların sağlıklı işleyebilmesi için siyasi istikrara atfettiğim önemi, tekrarlamak istiyorum. Değerli Milletvekilleri, Cumhurbaşkanı sıfatımla huzurunuzda yaptığım 8'inci ve son konuşmamın nihayetine geldim. Sözlerimi tamamlıyorum. "Bir tane Türkiye vardır. Bu, bizim vatanımızdır, her şeyimizdir ve hepimizindir. Mutluluğu, her topraktan çok haketmiş anamızdır. Mustafa Kemal ateşi ile karanlıkları delip, dev atılımlarla onu yüceltmek, en uzak yıldızlara gururla adını yazmak, inan baş görevimdir!.." diye haykıran Türk gençliği, sonsuza kadar varlığımızın teminatıdır. Milletimize, devletimize, geleceğimize ve kendimize güven; bütün zorluklarımızı aşmaya yetecektir. Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum. Cenab- Allah;
milletimizin, devletimizin, hepinizin yardımcısı olsun.
|
|