YIL: 3
SAYI: 34
EKİM 2000
 

önceki

yazdır

 
Ahmet Necdet SEZER
 
Tarih : 01.10.2000
Konu : TBMM'nin 21'inci Dönem Üçüncü Yasama Yılının açılışında yaptıkları konuşma
Yer : Türkiye Büyük Millet Meclisi

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Sayın Başkanı, Değerli Milletvekilleri,



            Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Sayın Başkanı, Sayın Milletvekilleri, Sizleri içten duygularla, en üstün başarı dileklerimle ve saygıyla selamlıyorum. Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın içinde oluşan, ulusumuzun bağımsızlık hareketini yöneterek başarıya ulaştıran ve ulusal iradeyi temsil eden Yüce Meclisimiz'de konuşmaktan büyük onur duyuyorum.

            Bu Meclis, "Egemenlik kayıtsız, koşulsuz ulusundur" ilkesinin özgür seçimler yoluyla oluşturduğu, demokratik rejimimizin temel kurumu, ulusal egemenliğin somutlaştığı ve temsil edildiği yüce bir organdır.

            Her organ gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin de demokrasinin temelini oluşturan "kuvvetler ayrılığı" anlayışına uygun biçimde kendi yetki ve sorumluluklarını özenle yerine getirmekte olması Anayasal düzenimizin bir güvencesidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve onun saygıdeğer üyelerinin güven ve desteğinin korunması, saygınlığının yüceltilmesi konusunda en üst düzeyde duyarlılık gösterileceği kuşkusuzdur.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Bugünkü konuşmamda Türkiye'nin önündeki siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunların tümünün bir derlemesini yapmak ve bunların her birini tek tek ele almak çabası içinde olmayacağım. Bunun yerine başladığımız yeni binyılda Türkiye'nin çağdaş uygarlık düzeyine erişme çabasında öncelik vermesi gerekecek kimi konular hakkındaki görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım. Bunlar, aslında, sizlerin de yakından izlediğiniz ve bu yasama döneminde üzerinde ayrıntılı biçimde duracağınız konulardır.

            Herşeyden önce, Türkiye Cumhuriyeti'nin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünün, Atatürk ilke ve devrimlerinin korunup kollanmasında hepimize sorumluluk düşmektedir. Cumhuriyetimizin değiştirilemez nitelikteki temel özellikleri, başta laiklik ilkesi olmak üzere bizlere yol göstermeye devam etmekte olup, buna yönelebilecek hareketlere karşı kararlılıkla savaşım vermemiz gerektiğini vurgulamakta yarar görüyorum.

            Koşulların her geçen gün farklı bir boyut kazandığı yepyeni bir dünyada yaşıyoruz. Yakın geçmişte insanlık için bir düş olmaktan öteye geçmeyeceği sanılan pek çok düşünce, günümüzde yaşama geçirilmiştir.

            Bir yandan anlamsız savaşlar, terör olayları, afetler, yoksulluk ve acılarla hatırlayacağımız 20. yüzyıl, öbür yandan bilim ve teknoloji alanında başdöndürücü gelişmelerin yaşandığı ve her alanda yeni bir yapılanmanın başladığı bir çağ olmuştur. Bu kapsamda düşünce sistemleri de değişmiş; demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları kavramları, ulusların geleceğe yönelişlerinde belirleyici rol oynayan evrensel değerler olarak önem kazanmıştır. Bu kavramlara gerek özde, gerekse uygulamada verilen değer bugün artık uygar olabilmenin temel ölçütüdür.

            Hukuk devleti kavramı, çağdaş demokrasinin belirleyici özelliğidir. Yaşadığımız dünyada, yine çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabilmek, ancak hukuk devleti ilkesinin evrensel ölçütlere uygun olarak gerçekleştirilmesi, geliştirilmesi ve korunmasıyla olanaklıdır. Bugün özgürlükçü demokrasilerdeki temel anlayış, devletin birey için varolduğudur. Bu anlayış, bireyin toplumsal yaşamın her alanında öne alınmasını ve önde tutulmasını gerektirmektedir. Kuşkusuz böyle bir sonuca varılması, yalnızca sözünün edilmesiyle değil, hukuksal ve yönetsel düzenlemelerin bu amaca yönelik olarak gözden geçirilmesi ile olanaklıdır. Buna ek olarak eğitim sistemimizin de bu temele oturtulması, diğer bir deyişle bu anlayışın bir yaşam biçimine dönüştürülmesi gereklidir. Sonuçta hukuk devleti, bireylerin hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı, yönetenlerin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine bağlı olduğu, böylelikle bireylere hukuk güvenliğinin sağlandığı devlettir. Bundan da anlaşılacağı gibi, demokrasi ile hukuk devleti, biri olmadan diğeri düşünülemeyecek iki temel kavramdır.

            Türkiye'nin kimi sorunlarının temelinde kurallara uymamak ve kurumsallaşamamak yatmaktadır. Kuralların yönetilenler için olduğu, yönetenlerin kurallara uymama özgürlüğünün bulunduğu anlayışı birçok sorunun kaynağıdır. Sonuçta demokratik yaşam, kurallara uymama özgürlüğü kazanma yarışına dönüşmektedir. Yolsuzluklardan kayırmacılığa, trafik sorunundan organize suç olgusuna birçok aksaklığın arkasındaki temel nedenlerden biri budur. O nedenle, yönetim sorumluluğu üstlenenlerin öncelikle kurallara uyma ve uyulmasını gözetme konusundaki duyarlılığı büyük önem taşımaktadır. Toplumsal ve siyasal yaşamda demokrasi anlayışının ve geleneğinin gelişmesi ölçüsünde bu sorunların üstesinden gelinmesinin yolu açılmaktadır.

            Hukuk devleti kavramının işlerliği yönünden devletin hukuka bağlılığı ile yasama ve yürütme erklerinin bağımsız yargı tarafından denetimi önemli ve zorunlu ilkelerdir.

            Bu anlamda, yargının bağımsızlığını pekiştirecek ve zaman kaybının bireyler yönünden yol açtığı zararları ortadan kaldıracak biçimde adalet düzeneklerinin hızlı işlemesini sağlayacak bir yargı reformunun üzerinde durulması gerektiği inancındayım.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün çağdaş uygarlık düzeyine erişmemiz yönündeki yönergesiyle uyumlu olacak biçimde Anayasamızda Türk Ulusu'nun gereksinmelerine yanıt oluşturacak iyileştirmelerin yapılması ve evrensel ölçütlerin hukuk sistemimize kazandırılması zamanı gelmiştir. Gerçekleştirilecek anayasal değişiklikler Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinde uyması gereken kıstasların karşılanması gereğiyle de örtüşmektedir. Bu değişiklikleri Avrupa Birliği istediği için değil, fakat halkımızın hakettiği düzenlemeler olduğu için gerçekleştirmemiz gerekmektedir.

            Türkiye'nin çağdaş demokratik uluslar topluluğu içindeki saygınlığını artırmak yönünde Anayasamızın gözden geçirilip, özgürlükçü, katılımcı, güvenceli, devlet organları arasında görev ve yetkileri dengeleyen, hukuk devleti ilkesini üstün kılacak bir anayasa oluşturulmasına gereksinme bulunmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Uyum Komisyonu çalışmalarının yeni yasama yılında olgunlaştırılıp sonuçlandırılması için siz değerli milletvekillerine tarihi bir sorumluluk düşmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu tarihi sınavdan başarıyla çıkacağına ilişkin güçlü inancımı bu fırsattan yararlanarak vurgulamaktan ayrı bir mutluluk duymaktayım.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Türkiye, insan hakları alanında evrensel normlara uyum sağlamak için Anayasa ve yasalarında gerekli değişiklikleri yapmak zorundadır. Uygarlık düzeyinin bir göstergesi olarak kabul edilen ve uluslararası alanda büyük gelişme gösteren insan hakları hukuku verileri hukukumuza yansıtılmalı, uluslararası sözleşmeler karşısında Anayasa ve yasa kuralları gözden geçirilerek, sözleşmelerde öngörülen evrensel standartlar hukukumuza kazandırılmalıdır.

            Anayasa'ya göre, Cumhurbaşkanı, yalnız "yürütme organı" içinde değil, yargı yönünden de üstün bir konuma ve önemli yetkilere sahip bulunmaktadır. Yasaların iptali isteminde bulunabileceğinden Anayasa'ya uygunluğun yargısal denetiminde de önemli bir yetkiye sahiptir.

            Kimi yüksek mahkeme üyelerini ve özellikle Anayasa Mahkemesi üyelerini devletin ve bu bağlamda yürütme organının da başı olan, Cumhurbaşkanı'nın seçmesi yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

            "Hukuk Devleti" ya da "hukuka bağlı devlet", yönetenlerin de yönetilenler gibi hukuk ile bağlı kılınmasını öngörür. Devletin üstün otoritesinin hukuka bağlılığının sağlanmasının ilk koşulu, yargı denetiminin devletin tüm organlarını kapsamasıdır.

            Anayasa'nın 105. maddesinde, Cumhurbaşkanı'nın resen imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine yargı mercilerine başvurulamayacağı; 125. maddesinde, Cumhurbaşkanı'nın tek başına yapacağı işlemlerin yargı denetiminin dışında tutulacağı; 159. maddesinde, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamayacağı; 129. maddesinde, uyarma ve kınama cezalarının yargı denetimi dışında bırakılacağı belirtilmiştir.

            Kişilerin hukuksal durumlarını etkileyebilecek olan, Cumhurbaşkanı'nın Devletin başı sıfatıyla değil, yürütmenin başı sıfatıyla tek başına yapacağı işlemler ve diğer konulardaki sınırlamalar hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

            Yasama ve yürütme organlarının işlemlerinin hukuka uygunluğunu denetlemekle görevli yargıçların güvenceli ve yargının bağımsız olması hukuk devletinin en önemli gereklerindendir.

            Anayasa'nın 140. maddesinde, "Hakimler, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre görev ifa ederler." denilmesine karşın adli ve idari yargıda görev yapan yargıçlar ve savcılar, Adalet Bakanı'nın başkanlık yaptığı, Müsteşar'ın doğal üyesi olduğu ve diğer üyelerin Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun gözetim ve denetimi altındadırlar. Adalet Bakanı, yargıç ve savcıları gerekli gördüğü yerlerde geçici olarak görevlendirebilir. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun atama, yükselme, yer değiştirme, disiplin ve her türlü özlük işleri hakkında aldığı kararlara karşı yargı yerlerine başvurulamaz. Ayrıca, Yargıtay, Danıştay ve Uyuşmazlık Mahkemesi üyelerini seçmekle görevli Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşum ve çalışma biçiminden doğan pek çok sakıncalar yargıç bağımsızlığı ve dolayısıyla hukuk devleti ilkesini zedelemektedir.

            Hukuk devletinin, hukukun üstünlüğü ilkesinin gerçekleşmesini zorlaştıran, Anayasa yargısına ilişkin kimi sorunlar bu güne kadar hala aşılamamış bulunmaktadır.

            Anayasa'nın geçici 15. maddesinin son fıkrası bunlardan en önemlisini oluşturmaktadır. Fıkraya göre, Milli Güvenlik Konseyi dönemi içinde çıkarılan yasalar ile kanun hükmünde kararnamelerin Anayasa'ya aykırılığı savlanamaz. Böylece, 12 Eylül 1980 ile 7 Aralık 1983 tarihleri arasında çıkarılan yasaların ve kanun hükmünde kararnamelerin Anayasa'ya uygunluk denetimi yapılamamaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce Anayasa değişiklikleri yapılırken geçici 15. maddenin son fıkrasının yürürlükten kaldırılmasına da olanak bulunamamıştır.

            Anayasa Mahkemesi'nce denetlenemeyen normların ikincisi, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleridir. Anayasa'nın 148. maddesine göre, "olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasa'ya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz."

            Anayasa'nın 121. ve 122. maddelerinde de olağanüstü hal ve sıkıyönetim süresince, Cumhurbaşkanı'nın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu'nun bu durumların gerekli kıldığı konularda kanun hükmünde kararnameler çıkarabileceği öngörülmektedir. Böylece, bu rejimlerde, temel haklara ve özgürlüklere ilişkin getirilebilecek sınırlama ve yasaklamalar yargı denetimine bağlı olmamaktadır. Oysa, anayasal bir rejim olan olağanüstü yönetim usullerinde de hukukun üstünlüğü ilkesi geçerli olmak zorundadır. Nitekim, Anayasa'nın 15. maddesinde, savaş, seferberlik ve sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının durumun gerektirdiği ölçüde durdurulabileceğinin öngörülmesine karşın, olağanüstü hal kanun hükmünde kararname kurallarının 15. maddeye göre yargısal denetimini yapmak olanağı bulunmaktadır.

            Çağdaş demokratik uluslar topluluğuna katılabilmemiz için Anayasa'nın gözden geçirilip, özgürlükcü, çoğulcu, katılımcı, güvenceli, devlet organları arasında görev ve yetkileri dengeleyen "hukuk devleti" ilkesini sözde bırakmayıp yaşama geçiren bir "Anayasa" oluşturulması gerekir.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Devlet organlarının hukuka bağlanması ve hukukla sınırlanması erkler ayrılığı ilkesi ile gerçekleşir. Devlet organlarının üstün kurallara bağlılığı sağlandığı ölçüde de hukuk devleti gelişir. Hukuk devletinde, yasama organı da dahil olmak üzere, devletin tüm organları üstünde hukukun mutlak egemenliği vardır; yasakoyucunun işlemlerinde kendini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması gerekir.

            Anayasa'nın 6. maddesinde, egemenliğin, kayıtsız koşulsuz ulusun olduğu, Türk Ulusu'nun egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanacağı, hiçbir kimse ya da organın kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı belirtilmiş, yasama, yürütme, yargı organlarının görev ve yetkilerine de 7., 8. ve 9. maddelerinde yer verilmiştir. Bu düzenlemeye göre, Anayasa'da, başlangıç
bölümünde de vurgulandığı gibi güçler ayrılığı ilkesi benimsenmiştir.

            Güçler ayrılığı ilkesine göre, yasama, yürütme ve yargı organları kendi alanlarında ulusa ilişkin egemenliği kullanırlar; birbirlerinin görev ve yetki alanlarına karışmazlar.

            Anayasa'nın 7. maddesinde, yasama yetkisinin Türk Ulusu adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kullanılacağı, bu yetkinin devredilemeyeceği; 8. maddesinde de, yürütme yetki ve görevinin, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılacağı ve yerine getirileceği belirtilerek bu iki organın görev ve yetki alanları ayrılmıştır.

            Anayasa'nın 87. maddesinde, yasa koymak, değiştirmek ve kaldırmak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkileri arasında sayılmıştır. Parlamenter demokratik rejimin temeli olan yasama organları, iktidar ve muhalefetiyle tüm ulusun temsilcilerinden oluşan organlardır. Yasal düzenleme gereksiniminin yasama organınca karşılanması temel anayasal kuraldır. Devletin amacı ve varlık nedeniyle bağdaşmayan ve belirli zamanlar için oluşan geçici çoğunluğa dayanılarak çıkarılan yasalar kamu vicdanında olumsuz etkiler yaratır.

            Anayasa'nın 87 ve 91. maddelerinde, Bakanlar Kurulu'na belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilebileceği, yetki yasasının, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin amacını, kapsamını, ilkelerini ve süresini göstereceği belirtilmiştir.

            Yasama yetkisi asli bir yetki olup, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ilişkindir. Bakanlar Kurulu'na verilecek kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi ise, kendine özgü, ayrık, konu, amaç ve kapsam yönünden sınırlı ve türevsel bir yetkidir. Bu yetki verilirken, Anayasa'da öngörülen öğelerin belli içeriğe kavuşturularak somutlaştırılması, konunun belirginleştirilmesi ve verilen yetkinin açıkça sınırlandırılarak çerçevenin çizilmesi gerekmektedir. Ayrıca, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisinin, önemli konular, ivedi ve zorunlu durumlar için verilmesi koşuldur.

            Kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisinin ivedi ve zorunlu olmayan durumlar için verilmesi, hemen her konuda düzenleme yetkisi tanınarak uygulamaya yaygınlık ve süreklilik kazandırılması yasama yetkisinin devri anlamına gelir ve Anayasa ile bağdaşmaz.

            Bu durum, yasama ve yürütme erkleri arasındaki dengenin bozulmasına, yürütme organının yasamaya karşı üstün konuma gelmesine, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi ayrık ve türevsel bir yetki iken, bu yetkinin asli yetkiye dönüşmesine neden olur.

            Ayrıca, Anayasa'nın 91. maddesinde, "Sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasa'nın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez." ve 163. maddesinde, "Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname ile bütçede değişiklik yapmak yetkisi verilemez." denilerek, kanun hükmünde kararname ile düzenlenemeyecek konular belirtilip bir "yasak alan" yaratılmıştır. Yasak alana giren konuların yalnızca yasa ile düzenlenmesi olanaklıdır.

            Bütün bunlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin "yasama yetkisinin devredilmezliği" ilkesine özenle sahip çıkması gerektiğini göstermektedir.

            Anayasa'nın 11. maddesinde, Anayasa hükümlerinin Devletin tüm organlarını bağlayan üstün kurallar olduğu belirtilirken ve 104. maddesinde, Cumhurbaşkanı'nın Anayasa'nın uygulanmasını gözetmesi ve Anayasa'nın ilgili maddelerine uyarak görev yapması ve yetki kullanması öngörülürken, amaçlanan, hukuk devleti ilkesine geçerlilik kazandırılmasıdır. Cumhurbaşkanı'nın, daha önceki Cumhurbaşkanları döneminde olduğu gibi, kanun hükmünde kararnameleri Anayasa'ya ve hukuka uygunluk yönünden değerlendirirken amacı, Yürütmenin organlarından biri olan Bakanlar Kurulu'nu ya da Devlet işleyişini engellemek değil, tam tersine yardımcı olup, Anayasa'ya ve hukuk devleti ilkesine uygunluğu sağlamaktır.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Anayasa değişikliği bağlamında zaman zaman gündeme gelen bir konu da ölüm cezasının kaldırılmasıdır. Bu konuda bir Anayasa değişikliğine gereksinme bulunmamaktadır. Aynı sonucun Türk Ceza Yasası'nın ölüm cezası gerektiren suçların, ölüm cezası dışında, örneğin ağırlaştırılmış ömür boyu hapis ile cezalandırılmasını sağlayacak bir gözden geçirmeye bağlı tutulmasıyla elde edilebileceğini belirtmek isterim. Böylelikle, uzun yıllardır uygulanmayan ölüm cezası yasal olarak yürürlükten kaldırılmış olacaktır.

            Sayın Başkan,
            Yüce Meclisimizin Değerli Üyeleri,

            Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğüne, üniter özelliğine, anayasal, demokratik, parlamenter düzenine kasteden ve 1984'ten bu yana toplumsal ve ekonomik yaşamımız yönünden önemli bir tehdit oluşturan bölücü terör hareketine karşı Devletin verdiği savaşım öncelikli bir konu olma özelliğini korumuştur. Bu süre içerisinde terörün yol açtığı zararın boyutları, ne yazık ki çok büyük olmuştur. 15 Ağustos 1984'ten bugüne kadar Türkiye genelinde meydana gelen 36.320 olayda güvenlik güçlerimiz 5851 şehit ve 11.917 yaralı vermiştir. Sivil halkın uğradığı saldırılar sonucu 5435 vatandaşımız yaşamını yitirmiş, 6141 vatandaşımız da yaralanmıştır. Teröristlerden 25.587'si operasyonlarda ölmüş, 850'si yaralanmış, 9217'si de yakalanmıştır. 2476 terörist ise teslim olmuştur. Gelinen noktada terörün şiddet boyutu ezici bir güç kullanımı ile baskı ve denetim altına alınmıştır.

            Devletin resmi dili, bayrağı, sınırları, egemenlik hakları her türlü tartışmanın üstünde olup, bunların korunması Devletin meşru hak ve görevidir. Hiçbir devletin kendi anayasal düzeninin yıkılmasına ve ülkenin bölünmesine hoşgörüyle yaklaşmasına olanak yoktur.

            Amacı ne olursa olsun terörizmin hiçbir türünün haklı görülmesi düşünülemez. Günümüzün ciddi tehditlerinden biri olan terörizmin ve terör eylemlerine katılanların ve bunu destekleyenlerin uluslararası toplum tarafından en güçlü biçimde kınanmaları gerekir. Bu tehlike karşısında uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesi, terör eylemlerine parasal desteğin önlenmesi ve teröristlerin adalet önüne çıkartılmasını öngören uluslararası sözleşme ve kararların tam olarak uygulanması gerekmektedir. Tüm ülkeleri bu yönde özendirmeye ve onların terör örgütlerinin ve bağlantılı kimi paravan kuruluşların etkinliklerine engel olmaları yönünde çaba harcamaktayız.

            Bölücü Terör Örgütü'nün 1999 yılında aldığı kimi unsurlarıyla yurt dışına çekilme kararına ve eylemlerin terörle savaşımda sağlanan başarılar sonucu azalmasına karşın bu tehdit karşısında uyanık olmamız gerekliliği ortadan kalkmış değildir. Ülke huzuru, güvenliği ve iç barış yönünden terör eylemlerinin Türkiye'nin gündeminden tamamen düşmesi zorunludur. Diğer ülkelere düşen sorumluluk da teröre destek sonucunu doğuracak, sağduyudan uzak yaklaşımlara yönelmemeleridir. Teröre şu veya bu biçimde verilen destek ve teröristlere gösterilen hoşgörünün sonunda ters tepeceği ve bu ülkelerin kendi çıkarlarına zarar vereceği bilinmelidir. Bunun geçmiş dönemlerden örnekleri az değildir.

            Terörle savaşımda son derece başarılı operasyonlar sürdüren Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ve diğer tüm güvenlik güçlerinin büyük bir özveri ve sorumluluk duygusuyla görevlerini yerine getiren mensuplarına, ilgili kamu yöneticilerine ve bu tehlike karşısında sergilediği birlik, beraberlik ve dayanışma için ulusumuza takdir duygularımı dile getirmeyi bir görev bilirim. Bu vesileyle aziz şehitlerimizi rahmet, kahraman gazilerimizi minnetle anıyorum. Şehit ve gazilerimizin yakınlarına sabır ve güç diliyorum. Yüce Meclisimize de, bu ülkenin kahraman askerlerine ve güvenlik güçlerine terörle mücadelede her zaman sağladığı destekten dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.

            Terörün etkileri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde, eskiden beri diğer bölgelerle var olan gelişmişlik farklılıklarına ek olarak, yoğun bir yıkıma yol açmış ve bu bölgelerimizdeki ekonomik ve toplumsal geri kalmışlık bir ölçüde teröre altyapı oluşturan önemli bir etken olmuştur. Bugün terörle savaşımda sağlanan başarı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizin yurdun diğer bölgeleriyle her alanda bütünleşmesinin sağlanması amacıyla gerçekçi ve uygulanabilir yeniden imar ve onarım önlemlerinin harekete geçirilmesi için elverişli bir ortam yaratmış bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kamu yönetimi, ekonomi, sağlık, eğitim, kültür ve toplumla ilişkiler alanlarında bir dizi önlem içeren bir Eylem Planını bölgede uygulamaya koymuştur. Bunun yanısıra, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı da bölgenin kalkındırılması için önemli hükümler içermektedir. Sözkonusu önlemlerin, yeterli kaynak sağlanarak ivedilikle ve başarılı bir biçimde uygulanmasını Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği yönünden yaşamsal önemde görmekteyim. Devlete karşı terör yoluyla bir sonuç alınamayacağının Terör Örgütü'nün kendisi tarafından da geç de olsa anlaşıldığı günümüzde, geçmişin karamsarlığının yerini öz güvene ve geleceğe umutla bakılabilen bir ortama bırakmış olması ulusça memnunlukla karşıladığımız olumlu bir gelişmedir.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Devletin siyasal, toplumsal, hukuksal ve ekonomik düzenini değiştirerek, dini esasları temel alan teokratik bir düzen kurulmasını amaçlayan irtica, devlete sızma özelliği ve silahlı eylem yeteneğiyle ulaştığı yüksek tehdit düzeyi ile toplumumuzda haklı kaygılar uyandırmaktadır. Anayasa'da belirtilen demokratik, laik sosyal yapımızı yıkmayı amaçlayan her tehdidi olduğu gibi, irtica tehdidini de önlemek Devletin ana görevleri arasındadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin değiştirilemez temel niteliklerinden olan laiklik ilkesinin yol gösterici olacağı Anayasamızda belirtilmiştir. Yine Anayasamızda, kimsenin, Devletin sosyal, ekonomik, siyasal ya da hukuksal temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma ya da siyasi ya da kişisel çıkar ya da nüfuz sağlama amacıyla her ne biçimde olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemeyeceği ve kötüye kullanamayacağı öngörülmektedir.

            Demokrasilerin kendini koruma hakkı tartışma götürmez bir olgudur. Demokratik toplum düzeninin bireye sağladığı haklar yanında, yüklediği görev ve sorumluluklar da bulunduğu unutulmamalıdır. Türkiye'de karşı karşıya bulunulan dış destekli irtica faaliyetlerine karşı, Anayasa ve demokratik hukuk düzeni çerçevesinde, devletin tüm kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruluşları tarafından anayasal düzenimizin temelini oluşturan laikliğin korunması ve bu bağlamda dinin siyasal amaçlarla kullanılmasının önlenmesi ve ulusal eğitimin bu tür hareketlerin etkisinden kurtarılması amacıyla toptan savaşım verilmektedir. Bu savaşımda, toplumun aydınlatılması özel bir önem taşımaktadır. İrticaya karşı bu savaşım, temel dayanağını ve gücünü Atatürk ilke ve devrimlerinden, Anayasa ve yasalardan ve ulusumuzun çağdaş değerler ve uygarlık yönünde gelişme azim ve kararlılığından almaktadır. Bu kararlılık karşısında, karanlık düşüncelerin esin kaynağı olduğunda kuşku bulunmayan boşa çabaların başarısızlığa mahkum olması kaçınılmazdır. Bu savaşımın, halkın dini inançlarına karşı çıkmak gibi gösterilmesi de başlıbaşına bir din sömürüsüdür. Demokratik laik düzenin, inanç sahibi insanlarımızın birey olarak dini yükümlülüklerini yerine getirmelerine engel oluşturmadığını, yeri gelmişken vurgulamak isterim.

            İrtica ile savaşımda başarılı olunmasında, tehdidin boyutları hakkında sağlıklı tanıya ve tehdidin ortadan kaldırılmasına ilişkin anlayış birliğine varılmasına gereksinme duyulmaktadır. Yüce Meclisimizin ve temsil ettiği halkımızın bu konudaki duyarlılığı ve yasa uygulayıcılarının görev bilinci ve sorumluluğu bu savaşımın güvencesidir. İrtica ile savaşımda gereksinme duyulan ve Yüce Meclisimize sunulan tasarıların ivedilikle yasalaşması ve etkin biçimde uygulamaya konması bu konuda başarıya ulaşmamızı sağlayacaktır.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Yıkıcı-bölücü ve irtica yönelimli eylemler bağlamında önemli bir konuya değinmekte yarar görüyorum: Şu anda Türkiye genelinde yayın yapan 1196 radyo kanalından 261'inin ve 359 televizyon kanalından 66'sının, yayın ilkelerine aykırı olarak ideolojik amaçlı yayın yaptığı belirlenmiştir. Bunun altında, yıkıcı ve bölücü öğelerin, kitle ile iletişimde özel radyo ve televizyon yayınlarının oynadığı önemli rolden yararlanma amacı yatmaktadır. Bu durum, ülkemizde özgür yayın haklarının kötüye kullanılmasına üzücü bir örnek oluşturmaktadır. Yıkıcı, bölücü ve irticai yayınlara karşı, zaman yitirilmeden gerekli adımların atılabileceğini düşünüyorum.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Ulusal ve uluslararası düzeyde örgüt oluşturarak, yasalara aykırı biçimde, haksız çıkar veya yüksek kazanç sağlamayı amaçlayan örgütlü suçlar, birçok ülkede olduğu gibi toplumumuzda da savaşım vermemiz gereken bir sorun olmaya devam etmektedir. Kamuoyunda haklı olarak kaygılara yol açan ve toplumsal istikrarı tehdit eden örgütlü suçlara karşı her türlü yasal olanaktan yararlanarak sürdürülen savaşım önemli bir konu olma özelliğini korumaktadır.

            Örgütlü suçlara karşı yönetsel ve yasal önlemleri içeren bir Eylem Planı çerçevesinde sürdürülen savaşımda, son yıllarda başarılı sonuçlar elde edilmiştir.

            Küreselleşen dünyanın ortak sorunlarından biri olan yolsuzluk, ortaya çıktığından bu yana kamu kesimini ilgilendiren bir olgu olarak ele alınmakta, toplumsal düzeni ve kamu kaynaklarını aşırı derecede yıpratan bir toplumsal hastalık olarak kabul edilmektedir. Her ülkenin içinde bulunduğu koşullara göre farklılıklar gösteren yolsuzluk olayı, ülkemizde, üzerinde özenle durulması gereken bir boyut kazanmıştır.

            Günümüzün küreselleşen dünyasında ülkelerdeki yolsuzlukların uluslararası bağlantıları olabilmekte ve ortaya çıkan olumsuzluklar gelişmiş-az gelişmiş ayrımı yapmaksızın tüm ülkeleri etkilemektedir.

            Yolsuzluklar yalnızca günümüz toplumlarına özgü olaylar değildir. Yolsuzluğun, devlet örgütünün ortaya çıkışından beri varolduğu ileri sürülmektedir. Hemen her toplumda değişik biçimlerde kendini gösteren bu toplumsal olayın yapısal, etik, bürokratik ve ekonomik nedenleri vardır.

            Türkiye'de yolsuzluğun sosyo-ekonomik nedenleri; hızlı nüfus artışı, çarpık kentleşme, eğitim eksikliği, çalışanlar arasındaki ücret uçurumu ve yetersizliği, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve bütün bunların neden olduğu toplumdaki etiksel çöküntü biçiminde sıralanabilir.

            Toplumun etik ve hukuksal kurallarını ihlal eden yolsuzluk yanında, dar bir çevreye büyük çıkarlar sağlanmasına olanak veren, kamu kaynaklarını belirli çevrelerin çıkarına dönüştüren, kıt kaynakların kamu yararına eşitlik ve adalet ilkelerine uygun, akılcı kullanımına engel olan tüm siyasal ve yönetsel yozlaşmaları da yolsuzluk kapsamında ele alıp değerlendirmek zorunlu duruma gelmiştir.

            Bireysel etik düşüklükleri ile sosyo-ekonomik koşullardan kaynaklanan rüşvet olgusunun, yolsuzluk olaylarında hep ilk sırayı işgal etmesi, çoğu kez, sorunu büyük boyutları ile görmeye engel oluşturmaktadır. Kuşkusuz rüşvetle savaşım büyük önem taşımaktadır. Ancak, bu savaşım, bizi rüşvet olaylarının çok üzerinde büyük kaynakların yitirilmesine neden olan siyasal, yönetsel ve ekonomik yolsuzluklarla savaşım amacından uzaklaştırmamalıdır.

            Yolsuzluğun olumsuz etkileri, önce demokrasinin temelini oluşturan hukuk devleti ilkesi alanında görülür; hukuka bağlılık ve güven yok olur.

            Bunun yanısıra yolsuzluk, yasal otoriteye karşı duyulan saygıya büyük zarar verir; siyasal otorite ile halk arasında yabancılaşma başlar.

            Ekonomik yolsuzluğun en belirgin örneğini oluşturan kayıt dışı ekonomi ve genel anlamda vergi kaçırma olgusunun boyutları çok yüksek düzeylere ulaşır.

            Yolsuzluk ortamında büyük kaynakların yitirilmesi söz konusudur.

            Kamuda çalışanların ücret rejimi de yolsuzluğun bir başka nedenidir. "Eşit işe eşit ücret" ilkesiyle düzenlenen personel rejimi, aradan geçen 30 yılı aşkın zaman içinde bozulmuş, bürokratik kademeler ve sınıflar arasında uçurumlar oluşmuştur. Bunun yanında bir hususu önemle vurgulamak gerekir ki, ücret çalışmanın ölçüsü olmamalıdır. Kamu hizmeti kutsal bir görevdir. Bu hizmette yer alan tüm görevliler, en alt kademesinden en üstte bulunanlara kadar, eğer görevlerini en iyi biçimde yerine getirirlerse, bu bilince ulaşırlarsa bundan ülkemiz ve halkımız kazançlı çıkar; bu işin onuru da görevlerini hakkıyla yapmanın vicdan rahatlığını taşıyan kamu görevlilerinin olur.

            Yolsuzluk, toplum yaşamının, demokratik rejimin ve birey etiğinin büyük aşınmaya uğramasına, bunların sonucunda da sosyal çöküntüye neden olur.

            Yolsuzlukların önlenmesinde, Devletin, gereklilik, verimlilik, tutarlılık ve etkinlik ilkelerine göre yapılandırılması, kamu personel rejiminin iyileştirilmesi, kamu hizmetinin aksatılmadan yürütülüp bu hizmetlere hız kazandırılması, kamu yönetiminin nitelikli hizmet sunacak biçimde saydamlaştırılması, yönetim üzerindeki siyasal baskıların azaltılması önemli rol oynayacaktır.

            Yolsuzlukların önlenmesinde denetim, kuşkusuz önemli bir etmendir. Tüm kamu birimleri ile işlemlerinin geleneksel düzenlilik denetimi yanında iç denetim ve verimlilik denetimleri ile uygulama ve karar alma süreçlerinde denetlenmesi olanaklarının artırılması, yolsuzlukların en alt düzeye indirilmesinde yardımcı olacaktır. Ayrıca, kamu ihaleleri, dış ticaret, kamu borçlanmaları, bankacılık, sermaye piyasaları, yatırım teşvikleri, özelleştirme gibi yüksek yolsuzluk riski taşıyan alanlarda saydamlığın sağlanması, yolsuzlukların ortadan kaldırılmasında etkin olacaktır.

            Yolsuzluğu önlemenin bir yolu da, yönetsel işlem, düzenleme ve kararların yasalara uygunluğunun sağlanmasıdır. Ancak, yasalara uygunluğun her zaman tek başına yolsuzluğu önlemeye yetmediği de bir gerçektir. Uygulayıcıların niyetleri, bu yönden, en az yasaya uygunluk kadar önemli ve etkendir.

            Yolsuzlukla savaşımda alınması gereken önlemler, hazine birliği ilkesinin benimsendiği, bütçenin samimiyet ve denklik ilkelerine uygun hazırlanabildiği, ekonomik ve sosyal gelişmeleri olumlu etkileyecek bir gelir-gider yapısına kavuşturulabildiği ve özellikle bütçe, fon, döner sermaye ve vakıf dağınıklığının giderilebildiği ölçüde başarılı olacaktır.

            Yolsuzlukları önlemek için saydam bir Devlet yapısı oluşturulmalıdır. Bu amaçla halkın bilgi alma, bilgiye ulaşma ve bilgilendirme hakkı güvence altına alınmalıdır. Yönetimde saydamlığın sağlanması, açıklık ve etkin bir denetim yolsuzluk yapılmasını büyük ölçüde engelleyecektir.

            Ulusumuzun yaşam biçimi olarak benimsediği demokratik rejimimizin çağdaş kural ve kurumlara, kamu yönetiminin saydamlığa kavuşturulması, halkımızın, bürokratların ve politikacıların temiz toplum yaratmak azim ve kararlılıkları, yolsuzlukla savaşımda varolan ve alınacak önlemlerin başarı şansını artıracaktır.

            Ülkemizin demografik gelişiminde Cumhuriyet'in ilanından günümüze kadar önemli dalgalanmalar olmuştur. Cumhuriyet'in kuruluşundan 1960'lı yıllara kadar, çağdaş ilkeleri gerçekleştirecek yeni insanın yetiştirilmesi için nüfus artırıcı politikalar uygulanmıştır. Bu dönemde, farklı dünya anlayışı ve ufku olan insanı yetiştirme çabasındaki eğitim kurumlarının amacı, "Cumhuriyet, ulus, çağdaşlaşma" üçlüsünü gerçekleştirmek olmuştur. 1960'lı yıllarda nüfus artışını özendirme yerine demokrasi ve insan hakları çerçevesinde sağlıklı ve eğitimli nüfus artışını öngören politikalar yürürlüğe konulmuş ise de, bu politikaların başarısı için gerekli kaynak ayrılamamıştır. Sonraki yıllarda alınan önlemler ve halkın bu yönde eğitilmesi yeterli olamamıştır. 1999'a kadar her yıl yüzde 2'nin üzerinde gerçekleşen nüfus artışı, 1999 yılında yüzde 1,5'a düşürülmüştür. Gelişmiş ülkelerde bindelerle anlatıldığı ve ülkemizin kaynak yetersizliği gözönünde bulundurulursa bu oranın ne kadar yüksek olduğu
yeterince vurgulanmış olur.

            Hızlı nüfus artışı ekonomiye büyük sorunlar yüklemektedir. Gelir dağılımının bozulmasında, işsizlikte, kalkınmanın gerçekleştirilemeyişinde, sağlıksız kentleşmede, eğitim ve sağlık sorunlarının büyümesinde aşırı nüfus artışı önemli etmendir; toplumun sosyal ve kültürel gelişimini etkilemektedir.

            Nüfus artışının olumsuz bir etkisi, gelir dağılımındaki dengesizliği artırmasında görülür. Devlet İstatistik Enstitüsü'nün 1994 yılına ilişkin son istatistiklerine göre, Türkiye genelinde yüzde yirmilik bölümlerden en altta yer alan grupta ulusal gelirden alınan pay yüzde 4.9, alt orta grupta yüzde 8.6, orta grupta yüzde 12.6, üst orta grupta yüzde 19 ve üst grupta yüzde 54.9'dur. Gruplar arasındaki uçurumun yorumu gerektirmeyecek kadar açık olması, gelir dağılımındaki dengesizliği ve adaletsizliği tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir.

            Yüksek nüfus artışı, işgücü sunumunu artırmaktadır. Bu artışa yanıt verecek çalışma alanı yaratabilecek yeni yatırımlar gerçekleştirmek çoğu kez kaynak yetersizliğinden dolayı gerçekleştirilememektedir. Bu yüzden, gelişmekte olan ülkeler, artarak süren işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalmaktadırlar.

            Nüfus artışındaki yükseklik, bir yandan tüketim eğilimini artırıp üretmeden tüketmeye, öte yandan yatırımlara aktarılacak fonların azalmasına, yatırımların niteliklerini etkileyerek, kaynakların, kişilerin yaşam düzeylerini ve toplumun gönencini yükseltecek ekonomik yatırımlar yerine demografik yatırımlara yönelmesine neden olmaktadır.

            Nüfus artış hızının yüksek olması sağlıksız bir kentleşmenin de temel nedenidir. Nüfus artışı özellikle kırsal alanda daha yoğun biçimde yaşanmaktadır. Kırsal alandaki bu yoğun artış, ekonomik nedenlerle ve özellikle 1980'lerden sonra güvenlik nedeniyle kentlere doğru hareketlenmiştir. Kentlerde yaşayanlar 1935'te nüfusun yüzde 23.5'unu oluştururken, 1997'de bu oran yüzde 65'e yükselmiştir. Sağlıksız kentleşme, ekonomik ve sosyal birçok sorunu birlikte getirmektedir. Kent yerleşmelerinde yaşayan insanların farklı kültürel nitelikleri ve yaşam biçemleri ikili toplum yapısının oluşmasına neden olmuştur. Kentlerdeki çarpık yapılaşma da bu sağlıksız kentleşmenin sonucudur. Ayrıca, kırsal kesimden gerçekleştirilen göç olgusu üretimin düşmesine neden olmuştur.

            Nüfusun büyüklüğünü, artış hızını, coğrafi dağılımını ve niteliğini etkileyerek toplumun öngörülen ereklere ulaşmasını sağlamak ve ekonomik gelişmişlik düzeyini artırmak olanaklıdır. Bunun için iyi hazırlanmış programlarla oluşturulan nüfus politikalarına gereksinim vardır. Nüfus planlamasını gerçekleştirip nüfus artışı denetime alınmadan büyük projeleri yaşama geçirme olanağı yoktur.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Konuşmamın başında da işaret ettiğim gibi, çağdaş demokrasilerde devlet birey için vardır. Devlet yurttaşına hizmet götürmek, onun gereksinmelerine yanıt olacak uygulamalarda bulunmak ve toplumsal yaşantıyı düzen içinde işleyecek biçimde örgütlemek durumundadır. Bu bağlamda, devletin toplumsal yaşamdaki rolünün, vatandaşlarımızın saygısının pekişeceği bir etkinlik düzeyine ulaştırılması yönünde Türkiye'nin devlet yapısında gerekli düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Bürokratik işlemlerin azaltılıp kolaylaştırılması ve dolayısıyla çabuklaştırılmasına gereksinme vardır.

            Günümüzde, kamu yönetimine yöneltilen temel eleştiriler; verimsizlik, yavaşlık, kaynak kullanımında savurganlık, aşırı merkeziyetçilik, kadrolarda şişkinlik, halkla ilişkilerde yetersizlik, değişen koşullara uyum sağlama esnekliğinden ve yönetsel saydamlıktan yoksunluk, görev, yetki ve sorumluluk dengesinin iyi kurulamamış olması, eşgüdüm eksikliği gibi konular üzerinde odaklanmaktadır.

            Dünya genelinde ve ülkemizde yaşanan sosyo-ekonomik gelişmeler ile bilim ve teknolojideki hızlı değişim, uluslararası rekabet ve küreselleşme olgusunun da etkisiyle, kamu yönetiminin merkezi ve yerel düzeydeki örgütlenmesi ve işleyişinin yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmakta, kamu yönetim anlayışını, işleyişini, insan kaynaklarını, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri bütüncül bir yaklaşımla ele alan, köklü bir değişikliği gerektirmektedir.

            Kamu yönetiminin yeniden düzenlenmesinde öncelikle devletin bir bütün olarak işlevinin, doğrudan, dolaylı, gözetici, denetleyici, yol gösterici ya da izleyici olarak içinde yer alacağı etkinliklerin belirlenmesi gerekmektedir.

            Çağın teknolojik gelişmelerine, hizmetin kapsamı ve yürütülüş biçimine ilişkin yeni anlayışlar ve gereksinmelere göre kamu yönetiminin tümüyle gözden geçirilerek, etkinlik, verimlilik, açıklık gibi ilkeler çerçevesinde yeniden düzenlenmesi, devletin önemli konularından birini oluşturmaktadır.

            Devletin etkinliğinin artırılmasında önemli bir ögenin devlet memurlarının özlük haklarına ilişkin bir devlet personel reformunun ivedilikle gerçekleştirilmesi olduğunda kuşku bulunmamaktadır.

            Kamuda, norm kadrolara ve nesnel ölçütlere dayalı, gerekli nicelik ve nitelikte personel çalıştırmaya yönelik bir işe alma politikasının izlenmesi, atamalarda mesleki bilgi ve liyakatın esas alınması, çok sayıda ödeme kalemini içeren mevcut karmaşık ücret sistemi yerine, eşit işe eşit ücret ilkesine dayalı bir sisteme geçilerek ücret dengesizliğinin giderilmesi, sendikal hakların geliştirilmesi sağlanmalıdır.

            Anayasa'nın 127. maddesinde, yönetimin bütünlüğü ilkesi çerçevesinde, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve yerel gereksinmelerin gereği gibi karşılanması amacıyla, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerinde idari vesayet yetkisine sahip olması öngörülmüştür.

            Yerel yönetimler, seçimle oluşturulan, yasalarca belirlenmiş yetkileri, özel gelirleri, personel kadrosu, yönetim birimleri, karar ve yürütme organları bulunan özerk kamu tüzel kişileri olarak tanımlanmakla birlikte, Anayasa ve ilgili birçok yasamızdaki kurallarla merkezi yönetime tanınan yetkiler, yerel yönetimlerin yönetsel özerkliğine sınırlamalar getirmiştir. Merkezi yönetim, yerel yönetim arasındaki görev dağılımında, ağırlık merkezi yönetimden yanadır. Bu durum dikkate alınarak, yerel yönetimlere yetki, mali kaynak ve girişim gücü verecek bir yerel yönetim reformundan uzun süredir sözedilmektedir. Bu yeniden düzenleme çalışmasının, geciktirilmeden yapılması önem taşımaktadır.

            Yerel yönetimler içinde en küçük birim olan köylerin işlevleri artırılmalı, kendi kendilerine yeterli bir örgütlenmeye kavuşabilmeleri için özgelirlerini artırıcı düzenlemeler yapılmalıdır.

            İl özel idarelerinin yetkilerini, görevlerini, örgüt yapısını ve bütçe gelirlerini açıklıkla belirleyen yeni bir yasal düzenleme gereklidir.

            Devlet toplumsal yaşamda gereksinme duyulan hizmetlerin tümünü karşılayabilecek durumda değildir. Aslında bunu beklemek de gerçekçi ve doğru olmaz. Çağdaş demokrasilerde, devletin hizmetlerini tamamlayacak ya da var olan boşlukları dolduracak ve toplumsal denetim rolü oynayacak sivil toplum örgütleri ortaya çıkmıştır. Bu örgütler, demokraside gereksinme duyulan ögeler olmaya başlamışlar ve önemleri giderek artmıştır. Ülkemizde de son yıllarda yararlı ve başarılı çalışmalar yapan sivil toplum örgütlerinin sayısı oldukça artmış ve sivil toplum hareketinde epey yol alınmıştır. Bu örgütlerin, kimi konularda kamuoyuna özlem duyulan ilgi ve duyarlılığı kazandırmakta etkili oldukları mutlulukla gözlenmektedir. İçten dileğim, Türkiye'de güçlenen sivil toplum hareketine anayasal güvence sağlanmasıdır.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Hukuk devleti ilkesini temel alan demokrasilerin gücü ile toplumların ulaştığı ekonomik gelişmişlik düzeyi arasında koşutluk bulunduğunu görmekteyiz. Demokratik toplum, çoğulcu demokrasi ile temel hak ve özgürlükleri içermekte ve güvenceye almaktadır. Bu öğelerden birinin eksikliği ya da içeriğinin yetersizliği toplum düzeninin demokratikliğinin tartışılmasına neden olmaktadır.

            Bugün ekonomik yönden gelişmiş, ulusal geliri yüksek, sanayileşmiş Batılı ülkelerde demokrasilerin işleyişinde herhangi bir sorunla karşılaşılmamaktadır. Batı demokrasilerinin en büyük özelliği temel hak ve özgürlükler ile demokratik toplum düzeninin korunması arasında gerekli dengeyi sağlamış olmalarıdır. Bu dengeyi sağlayamayan toplumlarda demokrasi yeterli güvenceden yoksun demektir. Ekonomik kalkınmada göreceli olarak geri kalmış ülkelerde ya demokrasinin hiç var olmadığını ya da tam işlemediğini, zaman zaman ciddi sorunlarla karşılaşıldığını görmekteyiz. Ekonomik gelişim çabalarımızın önemi, yalnız halkımızın gönenci yönünden değil, fakat demokrasimizin daha da güçlenmesi ve sağlıklı işleyişi yönünden de kendini hissettirmektedir.

            Devlet, tüm kurum ve kuruluşları ile birlikte daha sosyal ve daha demokratik yapılanmalı, sosyal adalete ve demokrasiye evrensel düzeyde geçerlilik kazandırılmalıdır.

            Çağdaş demokrasiler çoğulcu ve katılımcı özellikleriyle öne çıkarlar. Katılımcılık özelliği, siyasal partileri demokrasilerin vazgeçilmez öğesi yapmıştır. Anayasamız da, çağdaş bir anlayışla siyasal partilerin, demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez öğeleri olduğunu belirtmiştir. Demokrasilerde, çok partili yaşam asıldır. Çağdaş demokrasiyi, çok partili siyasal yaşamın yarattığını söylemek yanlış olmaz.

            Demokrasinin gelişimi ile çok partili siyasal yaşam birbirine bağlıdır. Demokrasiler çok partili siyasal rejimin egemen olduğu toplumlarda filizlenip gelişebilir.

            Anayasa'da, siyasal partilerin önceden izin almadan kurulacakları, Anayasa ve yasalar çerçevesinde etkinliklerini özgürce sürdürecekleri belirtilmiştir. Bundan amaç, siyasal partilerin etkinlikte bulunurken eylemli engellerden ve karışmalardan uzak olmasının sağlanmasıdır.

            Anayasamıza göre, yurttaşlar, siyasal parti kurma ve yöntemine göre partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahiptirler; siyasal partilerin etkinlikleri, parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları demokrasi ilkelerine uygun olmalıdır. Seçme, seçilme ve siyasal etkinlikte bulunma, siyasal parti kurma, siyasal partilere girme ve partilerden çıkma özgürlükleri, demokratik süreçte siyasal katılma yönünden son derece önemlidir.

            Siyasal partilerin etkinlikleri, çalışmaları ve özellikle parti içi düzenlemelerinin demokrasi ilkelerine uygun olması anayasal gerekliliktir. Kendi iç yapılarında ve uygulamalarında demokrasinin gereklerine uygun davranmayan, demokratik kuralları geçerli ve etkin kılmayan siyasal partilerin, "demokratik devlet" ilkesini tüm kural ve kurumlarıyla gerçekleştirmesini beklemek güçtür.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Yaşadığımız dünya, özellikle 1980'li yıllardan itibaren çok hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Önce ticaret daha sonra sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ile başlayan bu değişim süreci, bilgisayar ve iletişim teknolojilerindeki başdöndürücü gelişmelerle büyük bir ivme kazanmıştır. Küreselleşme olarak adlandırılan bu süreç önce ekonomik alanda kendini göstermiş daha sonra sosyal ve kültürel alanda da etkili olmaya başlamıştır.

            Özellikle bilgisayar ve bilgi iletişimi teknolojilerinin gelişmesi ile hem üreticiler hem de tüketiciler bakımından bilgiye ulaşmak çok daha hızlı ve kolay duruma gelmiş ve bunun sonucunda rekabet ve rekabet koşulları da küreselleşmiştir.

            Küreselleşme olgusu, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi kavramların öneminin artmasına, demokrasinin gelişmesine yol açmaktadır. Bu alandaki gelişmelerin 21. yüzyılda daha da artacağı, dünya nüfusunun giderek daha büyük bir kesiminin demokrasinin sağladığı insanca yaşama ve kendini geliştirme olanaklarından yararlanacağı olası sayılmaktadır.

            Böyle bir ortamda başlıca iki öğe ön plana çıkmaktadır: İnsan ve bilgi.. Bu iki öğeyi bir araya getirebilen ekonomiler kalkınma yarışında diğerlerine göre daha avantajlı duruma geleceklerdir. Bir yandan insanın siyasal, hukuksal ve sosyal alanda birey olarak önemi, diğer yandan da iyi eğitilmiş, bilgi teknolojilerini kullanabilen, üretkenliği yüksek, nitelikli işgücü olarak insan öğesinin kalkınma sürecindeki rolü artmaktadır. O halde bu iki öğeye ağırlık veren kalkınma stratejileri 21. yüzyılda başarılı olacaktır. Yani demokratik sosyal ve hukuksal değerler sistemini geliştiren, bu sistemde yaratıcı düşünceye sahip bireyler yetiştiren, bu bireyleri bilimsel teknolojik gelişmeleri izleyecek, hatta bu gelişmelere katkıda bulunabilecek bir eğitim sistemi ile destekleyen, başta bilgi ve iletişim teknolojileri olmak üzere kalkınma için gerekli ekonomik sosyal ve kurumsal altyapıyı kuran ve bilim ve teknoloji alanındaki araştırma geliştirme etkinliklerine ağırlık veren ülkeler kalkınma yarışında bu koşulları sağlayamayan ülkelerle arayı açacaklardır.

            Bununla birlikte, küreselleşmenin en belirgin özelliği, gelişmiş ülkelerin daha hızla gelişmesine karşılık, geri kalmış ülkelerin daha da geri kalması, dünyanın varsıl ve yoksul kesimleri arasındaki uçurumun giderek genişlemesidir.

            Ülkeler, küreselleşmenin olumlu yanlarından daha çok yararlanmak, olumsuz etkilerini de en aza indirmek için, bir yandan ulusal politikalar oluşturmaya çalışırken bir yandan da, son Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun kanıtladığı gibi, uluslararası düzlemde ortak çözüm arayışına girmektedirler.

            Yirminci yüzyıl sona ererken dünya küresellleşme olgusuyla karşı karşıya kalmıştır. Soğuk Savaş'ın sona ermesi uluslararası politika alanında bu süreci hızlandırmıştır. Küreselleşme, devletler ve uluslar için yeni sorunlar yaratmıştır. Ancak, aynı zamanda yeni olanakların, fırsatların ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Bugün önemli olan, küreselleşmenin herkes için yararlı sonuçlar doğurmasını, bu süreçten herkesin yararlanmasını sağlamaktır.

            Dünya gündeminin son yirmi yıllık bölümünü işgal eden küreselleşme olgusu, dünya ülkelerinin siyasal ve ekonomik bütünleşmesini amaçlayan yeni bir dünya düzenini anlatmaktadır. Kuşkusuz, gelişen dünya düzeninin dışında kalınması doğru görülemez. Ancak, ulusal egemenlik ve ulus devlet niteliklerinden ödün verilmeden dünya uluslar topluluğunun eşit haklara sahip onurlu bir üyesi gibi davranılması, anayasal düzenin gereğidir.

            Son yıllarda uluslararası örgütlenmelerin ve birliklerin ortaya çıkması ile ülkelerin bağımsızlık kavramı üzerinde kimi değişiklikler olacağı beklentisi doğmuştur. Küreselleşme ve buna bağlı uluslararası örgütlenmeler, bağımsızlıkta aşınma ya da ulusal egemenliği zedeleme anlamında alınamaz. Bu kavramlar, ülkelerin ortak insanlık ideali doğrultusunda birbirlerine KARŞILIKLI olarak AYNI ÖLÇÜDE gösterdikleri özveri ve anlayış sonucu gerçekleştirilen olguları, varılan uluslararası boyutu anlatır. Bu nedenle, devletlerarası ilişkiler ve işbirlikleri, bağımsızlığın ortadan kaldırılması ve ulusal egemenlikten vazgeçilmesi anlamına gelmemektedir.

            Ulusal egemenliğin geçerli olabilmesi ve bağımsızlıktan söz edilebilmesi için önemli olan nokta, dış ilişkileri düzenlerken, devletin karar verme yetkisini elden çıkarmayacak dengeyi koruyabilmektir. Devletin geleceği üzerinde doğrudan etkisi olan yaşamsal önemdeki kararlarda, yabancıların karışmasını önleyici kuralların getirilmesi, bağımsızlığın korunması yönünden zorunludur.

            Türkiye, ağır güncel ekonomik sorunlarına çözüm aramanın yanında, dünyada yaşanan hızlı teknolojik değişim sürecine uyum sancıları çekiyor.

            Cumhuriyet'in Kuruluşu sonrasında, gelişmiş ülkeleri yakalamayı, giderek onlardan üstün duruma gelmeyi ekonomik ve toplumsal politikalarının temeli yapan Türkiye, son Avrupa Birliği adaylığı ile bu doğrultusunu sürdürmeye çalışmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk'ün özenle vurguladığı "çağdaş uygarlık düzeyini yakalama", giderek onu geçme amacına da, yine O'nun belirttiği gibi, çağdaş "bilim ve tekniğin yol göstericiliğinde" ulaşacağız. Bu nedenlerle, Türkiye, küreselleşmenin olası zararlarını en aza indirmeyi, buna karşılık yararlarını arttırmayı içeren ulusal bir politika izlemelidir.

            Türkiye ekonomi, ticaret, iletişim, çevre ve dış politika gibi alanlarda küreselleşmenin yarattığı olanaklardan yararlanabilecek ve ortaya çıkan yeni sorunların üstesinden gelebilecek biçimde hazırlıklı bulunmak zorundadır. Günümüzün dünyası, tıpkı bireyler gibi ulusların da kendilerini sürekli olarak yenilemesini, geliştirmesini gerekli kılmaktadır. Türkiye'nin, yetişmiş insan gücü ve zengin kaynaklarıyla bu gelişimini başarıyla gerçekleştirip yeni binyılda en ileri ülkeler arasında yerini alacağına kuşkum yoktur.

            Son bir yıl boyunca, ülke ekonomisi bir dizi olumlu ve olumsuz gelişmeye tanıklık etmiştir. Ülke, bir yandan Marmara bölgemizde yaşanan depremlerin yaralarını sarmaya uğraşırken bir yandan da oldukça ağır bir Ekonomik İstikrar Programı'nın uygulanmasını yaşamaktadır. Bu sırada, Avrupa Birliği'ne aday üyelik yolunun açılması ve enerji alanında uluslararası anlaşmaların yapılması, ekonomi için yeni olanaklar ve sorumluluklar yaratmaktadır. Ulusal çıkarlar önde tutularak, dünyadaki gelişmelere, özellikle de Avrupa Birliği'ne uyum sağlanması için yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılması gerekmektedir.

            Bugün, kişi başına gelirimiz 3000 Doların altındadır; yüksek oranda işsizlik, gelir dağılımında aşırı dengesizlik, bölgelerarası gelişmişlik farkının daha da artması, tasarruf ve yatırım yetersizliği yaşanmaktadır. Üretim ve hizmet sektörlerinin uluslararası pazarlarda rekabet edebilecek etkinlik ve verimlilik düzeyini yakalama çabaları sınırlı kalmaktadır. Teknolojik yeterliliğimizi güçlendirme yönünde yeterli atılımlar yapılamamıştır. İç ve dış borç yükü ağırdır. Yıllardır yaşanan yüksek oranlı enflasyondan kurtulmanın kolay olmayacağı anlaşılmaktadır. Sağlıklı bir gelir-gider yapısına kavuşturulamayan devlet bütçesi, başta eğitim, adalet, sağlık ve ulaştırma olmak üzere en temel kamu hizmetlerinin toplumun gereksinmeleri ölçüsünde karşılanmasına olanak vermemekte, yetersiz kalmaktadır.

            Tüm bu olumsuzluklara karşın, genç ve devingen nüfusu, çağdaşlaşmayı amaç edinen, ileriye bakan, girişimci toplumsal yapısı, sanayileşme düzeyi, çoğu sektörlerde dış pazarlarda rekabet etme başarısı, bulunduğu coğrafyanın sağladığı, doğal kaynakları, tarihsel ve kültürel birikiminin olağanüstü zenginliği, laik, sosyal hukuk devleti temeline dayalı bir demokrasiyi yaşatmada gösterdiği direnme gücüyle Türkiye, ekonomik olarak da, geleceğe büyük umutlarla bakılması için yeterli donanıma sahiptir.

            Son yıllarda kalkınma ve gelişme kavramları yeni boyutlar kazanmıştır. Daha önce genellikle ulusal gelir, kişi başına düşen ulusal gelir gibi ölçütlerle açıklanan kalkınmışlık kavramı artık insan öğesine daha fazla ağırlık verilerek tanımlanmaya çalışılmakta ve bu bağlamda "yaşam kalitesi" kavramı önem kazanmaktadır. Toplumu oluşturan insanların yararlandığı eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hizmetlerin ve temiz içmesuyu, kanalizasyon, konut, içinde yaşanılan çevre gibi çeşitli altyapı hizmetlerinin nitelik ve nicelikleri ve bu hizmetlerden toplumun yararlanabilme derecesi gibi göstergeler, ulusal gelir düzeyi ile birlikte yaşam kalitesini belirleyen temel öğeler olmaktadır.

            Sayın Başkan,
            Değerli Milletvekilleri,

            Ülke ekonomisi, 1998'in ikinci yarısından başlayarak bir küçülme süreci yaşamış; toplam ulusal üretim, (Gayri Safi Milli Hasıla-GSMH) 1999'da, bir önceki yıla göre, yüzde 6,4 oranında azalmıştır. Bir başka anlatımla ekonomi, ulusal gelir hesaplarının düzenli tutulduğu yılların en ağır üretim ve gelir düşüşüne tanıklık etmiş; deprem ve İstikrar Programı bu sırada gündeme gelmiştir.

            Ülke ekonomisi, bu yılın başlarında uygulamaya konulan istikrar önlemleriyle bir onarım süreci yaşamaktadır. İstikrar sınırlamalarına karşın, toplam ulusal üretimin 2000 yılının ilk üç ayında yüzde 4,2; ikinci üç ayında da yüzde 4,3 oranında büyümesi olumludur ve ekonominin geleceği için umut vericidir.

            Ancak, ekonominin büyümesinin alt sektörlerdeki durumu incelendiğinde, yılın ilk altı ayında tarım ve sanayii sektörlerindeki büyümenin toplam içindeki payının düşük olması, inşaat sektöründe ise eksi büyüme yaşanmış olması dikkat çekicidir. Verilere göre ilk altı ayda, ekonominin hızla büyüyen kesimleri, dış alım yüzde 29,6 ve ticaret yüzde 10,4'tür. Ulaştırma-haberleşme ile diğer hizmet sektörleri de ülke ortalaması dolayında bir büyüme göstermektedir.

            Ekonomik büyümenin sektörel durumu ile sektörlerin çalışan sayılarının karşılaştırılması, çok kabaca da olsa gelir dağılımını gösterir. 1999 ve 2000 yılları verileri incelendiğinde toplam işgücünün yüzde 60 dolayındaki bir bölümünü oluşturan tarım, sanayii ve inşaat çalışanlarının ekonominin büyümesinden diğer sektörlere göre daha az pay aldıkları gözlenmektedir. Sonuç olarak, ekonominin gerçek üretici denilen tarım, sanayi ve inşaat sektörlerinin gelir artışının yavaşlığı, son bir yıl boyunca gelir bölüşümünün bu sektörlerde çalışanların zararına olarak değiştiğini kanıtlamaktadır, denilebilir.

            Gelir dağılımının üretici sektörlerin zararına bozulduğunun bir başka göstergesi, tarım üreticilerinin durumudur. Son bir yıl boyunca, çiftçilerin sattığı ürünlerin fiyatı, enflasyon oranının yüzde 20-25 altında kalmaktadır. Çiftçilerin geliri enflasyona yenik düşmektedir. Çiftçilerin satın aldığı akaryakıt, gübre gibi kimi girdilerin fiyat artışı da ortalama enflasyonun çok üzerindedir. Ek olarak bir çok ürünün satışında, ürün bedelleri zamanında ödenememekte, çiftçiler geç ödeme nedeniyle ayrıca kayba uğramaktadır.

            Özetle, ekonominin büyümesi çok olumlu olmakla birlikte, bu büyümenin üretim sektörleri açısından sağlıklı olmasına ve gelir dağılımının giderek bozulmasına yol açmamasına özen gösterilmesi önem taşımaktadır.

            Ekonominin tarım, sanayi gibi üretim sektörlerinin toplam sabit sermaye yatırımlarından aldığı pay son yıllarda azalma eğilimi göstermektedir. Geleneksel olarak kamu yatırımlarından yüzde 10'un üzerinde pay alan tarım sektörünün bu payı 1998-99'da yüzde 8'lere düşmüştür. Kamu kesiminin imalat sanayiinden el çekmekte; ancak, bu boşluk özel sektör tarafından doldurulamamaktadır. Özel sektörün toplam yatırımları içinde imalat sektörünün payı, 1996'da yüzde 26,2; 1997'de yüzde 22,9'dan son iki yıl, yüzde 20'lere düşmüştür. Kısaca, ekonominin üretim sektörlerinin yatırım payı azalmaktadır. Gerçekte son iki yıl boyunca, özel sektörün toplam yatırımları, sabit fiyatlarla azalmaktadır. Azalma, oranı bir önceki yıla göre, 1998'de yüzde (-) 3,8; 1999'da da (-) 11,6'dır. Aynı yıllarda kamu yatırımları yüzde 4-5 dolayında da olsa artmıştır.

            Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, ekonomide istihdam edilenlerin toplamı, 1999 Nisanı'nda 21 milyon 590 binden 2000 yılının ilk üç aylık döneminde 19 milyon 6 bine düşmüştür. Verilerin kanıtladığı acı gerçek, son bir yılda, 2 milyon 584 bin kişinin daha işsiz kaldığıdır. İşgücüne katılma oranına ilişkin varsayımlar bir yana, işsizlik oranı artmış, 7,9'dan 8,3'e yükselmiştir; eksik istihdam ile birlikte bu oran yüzde 17,4'ü bulmaktadır.

            Burada bir noktanın altı önemle çizilmelidir: Ülkemizde lise ve yüksek okul bitiren, yani eğitimli gençler arasında işsizlik oranı ülke ortalamasının çok üzerindedir. Gerçekten de 2000 yılı verileriyle eğitimli gençler arasında işsizlik oranı yüzde 23,7'dir; eksik istihdamla birlikte bu oran yüzde 31,6'ya yükselmektedir. Ülke ekonomisi, geçerli ücretten iş isteyen her üç eğitilmiş gençten birini işsiz bırakmaktadır. Bu yalnız gençleri kişiliksiz kılmakla kalmamakta, eğitime büyük paralar harcayan ailelerini de yıkıma sürüklemektedir. Bu büyük yaranın eğitim düzeninden başlayan ve ekonominin yeni iş alanları yaratmasına uzanan bir dizi ek önlemle birlikte ele alınması gerekmektedir.

            İşsizlik sorunu toplumumuzu hem ekonomik hem sosyal yönden çok olumsuz etkilemektedir. Ekonomik yönden, mevcut işgücünün kullanılmaması, dolayısıyla üretim düzeyinin düşük kalmasına neden olmaktadır. Sosyal yönden de, bireylerin geçimlerini insanca sağlayabilecek bir iş bulamamaları geleceğe umutla bakamamalarına, mutsuz ve karamsar olmalarına yol açmaktadır.

            Ekonominin temeli üretimdir. Üretmeyen, üretimini artıramayan ülke ekonomik yönden kalkınamaz. Toplumun ulaştığı ekonomik kalkınma düzeyi ile demokrasi ve hukuk devleti ilişkisini gözardı edemeyiz. Ülkedeki demokrasi, eğitim, sağlık ve hukuk düzeyi de kişi başına düşen gelirle orantılıdır. Güçlü bir ekonomik yapı, demokrasininde, eğitiminde, adaletinde güvencesidir. Bu nedenle ülkemizde, eğitim, sağlık, adalet ve demokrasi düzeyinin yükseltilebilmesi için her etkinlik alanında üretimi ve böylece kişi başına düşen geliri artırarak ekonomik gelişmişlik düzeyimizi yükseltmek zorundayız. Üretmeyen veya üretimini artırmayan kişi veya ulus yoksulluktan kurtulamaz.

            Avrupa Birliği'ne uyum çalışmalarının başlatıldığı dönemde Türkiye'nin siyasetinde, idari yapılanmasında ve ekonomisinde önemli dönüşümler yapması gerekmektedir. Türkiye'nin küreselleşen dünyada yerini alabilmesi, toplumun gönenç, huzur ve mutluluğu buna bağlıdır. İnsan hak ve özgürlüklerini korumada, yolsuzlukla savaşımda, adaleti sağlamada geri kalmamalıyız. Yolsuzluk ekonomisinin zenginler üretmesine ve bunların ülkede etkinlik kazanmasına olanak verilmemelidir.
 
 

 
SONRAKİ SAYFA