![]() |
|||||
|
Dr. Reyhan LEBA |
|
ÖZET
Ayrıca küreselleşmenin hedef aldığı sosyal devletin, küreselleşme sürecindeki konumunun ne olacağı konusu (özellikle de günümüzde tüm dünyada baş gösteren gelir dağılımı bozukluğu, işsizlik ve yoksulluk manzaraları dikkate alındığında) oldukça önem taşımaktadır. Makalede, küreselleşme sürecinde ulus-devletin önemine ve sosyal devletin geleceğine ilişkin değişik bir bakış açısı ortaya konmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, ulus-devlet, sosyal devlet.
1. GİRİŞ
Bu bakımdan, yaşadığımız süreç içerisinde ulus-devlet ve sosyal devletin hala yerine getirmeleri gereken önemli görevlerinin olduğu söylenebilmektedir. Bu makalede, öncelikle küreselleşme ve ulus-devlet konusu üzerinde durulmakta ve ardından, küreselleşme ve sosyal devlet konusu ele alınmaktadır.
2. KÜRESELLEŞME VE ULUS-DEVLET
Aşırı küreselleşmecilere göre dünya tek pazara doğru gitmekte, ulusal ekonomilerin yerini uluslararası üretim ağlarından oluşan küresel ekonomi almaktadır. Bu görüşü savunanlar, küreselleşme sürecinde giderek ulus-devletin işlevlerini üstlenecek yeni toplumsal örgütlenme biçimlerinin geliştiğini ileri sürmektedirler. Bu bakımdan küreselleşmeyi, ulus-devletin ölümü olarak yorumlamaktadırlar. Küreselleşme karşıtlarına göre ise, ulusal ekonomilerin ortadan kalkmakta olduğu doğru değildir. Yalnızca ulusal ekonomiler arasındaki bağlar ve ilişkiler artmaktadır. Bu koşullarda, düzenleyici ve yönlendirici işlevleriyle ulus-devletin önemi azalmakta değil, artmaktadır. Dönüşüm süreci tezini savunan üçüncü eğilim, ilk iki eğilimden farklı olarak kesin yargılara varmaktan kaçınmaktadır. Buna göre, küreselleşmenin çok boyutlu bir dönüşüm sürecinin bir boyutu olduğu ve halen yaşanmakta olan bu karmaşık sürecin nasıl sonuçlanacağını şimdiden kestirmenin mümkün olmadığı ifade edilmektedir. Bu görüşe göre, yeni dünya düzeninde ulusal sınırlara bağımlı olmayan kurumlar, uluslarüstü şirketler, uluslararası niteliği bulunan toplumsal örgütler ve düzenleyici kurumların önem kazanması, sistemi salt devlet odaklı olmaktan çıkarmaktadır. Buna karşın, ulus-devletin önemi azalmış değildir. Yaşanan karmaşık süreçte ulusla strateji belirlemek ve küresel düzene uyum sağlamak için ulus-devletin görevleri daha da ağırlaşmaktadır.(2) Küreselleşmenin olmazsa olmaz koşulu, pazarın özgürlüğüdür. Ancak bu özgürlüğün, genellikle gelişmekte olan ülkeleri devlet korumacılığından yoksun bırakmak için kullanıldığı ileri sürülmektedir. Bu bakımdan, gerçekte korumacılığın (ulusal çıkarlar açısından ticaret ve sermaye ihracına devlet eliyle müdahale) devam ettiği belirtilmektedir. Bu görüşe göre, en gelişmiş ülkeler dahi, gerek açık gerekse dolaylı şekilde korumacılık yapmaktadırlar. Örneğin, Regan yeniden yapılanma süreci ile adeta sembolleşmiş bir devlet adamıdır. Ama uygulamada durum oldukça farklı olmuş, Başkan Regan döneminde serbest ticaretin şampiyonluğunu yapan Amerika, ulusal çıkarları söz konusu olduğunda oldukça korumacı bir dış ticaret politikası izlemiştir. ABD tarafından 1989 yılında Japonya'ya uygulanan baskı, bu korumacı tutumun ilginç bir örneğini oluşturmaktadır. Bu nedenle, yoksul ülkelere karşı yapılan dış ticaret şampiyonluğunun, ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda hemen arka plana atıldığı ve karşı tarafa ağır politik baskılar uygulanabildiği görülmektedir.(3) Öte yandan, çok sayıda ülke üzerinde yapılan karşılaştırmalı sayısal araştırmaların bulguları göstermektedir ki; küreselleşme sürecine paralel olarak, azgelişmişlerin, geri kalmışların gelişerek en önde gidenleri yakalaması yani "yetişme, yakalama" kuramı geçerli olmamaktadır. "Yakalamanın" ulus-devlet bağlamında kendine özgü koşulları vardır. İş piyasa koşullarına, piyasanın görünmez eline bırakıldığı ölçüde en gelişmiş ülkeleri yakalama şansı neredeyse yoktur. Ayrıca, pazarın görünmez eliyle geçmişte gelişmişliğin kotarıldığı hiçbir örnek ülke bulunmamaktadır. Bu nedenle, devletin çok somut, çok net politikalar geliştirmesine gereksinim duyulmaktadır. Teknolojik gelişmenin eski yapıları alt-üst ettiği hızlı değişim ortamında gelişmekte olan ülkelerin bunu başarması gerekmektedir.(4) Bir süre Dünya Bankası'nda da çalışmış olan Amerikalı iktisatçı John Weeks devlet müdahalesi konusundaki görüşlerini şu şekilde açıklamaktadır: "Doğrusu ben, hala birçok insanın, ülkelerin başarısının, sözümona piyasa dostu iktisat politikaları sayesinde olduğuna inanmalarına şaşıyorum".(5) Bu bakımdan, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin, Asya başarısının kaynaklarından önemli dersler çıkarabilecekleri vurgulanmaktadır. Bu dersler cesaret verici olmayabilir, ancak ulusal ekonomik yönetimin ve dayanışmacı kamu politikalarının uluslararası rekabeti sağlamak açısından taşıdıkları değeri kanıtlamak-tadır.(6) Politik küreselleşmenin son aşaması, ekonomik gelişmelere bağlı olarak ulus-devletin yavaş yavaş otoritesinin azalması ve sınırları olmayan bir dünyanın kurulması olarak tanımlanmaktadır. Ancak, halen küreselleşen dünyada özellikle gelişmekte olan ülkelerde güçlü bir devlete gereksinim duyulmaktadır. Bununla beraber, günümüzde devletin girişimcilerden tamamen bağımsız hareket etmesi beklenmemektedir.(7) Bilindiği gibi, teknoloji yaratıldığı anda çok büyük bir rant yaratmakta, tekel yaratmakta ve çok büyük bir getiri sağlamaktadır. Ancak, teknoloji rantının gelişmiş ekonomilerde yoğunlaştığı görülmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde ulus-devletin görevi, "Bu gelişmede etkin olarak nasıl yer alabilirim" sorusunu sormak ve ulusal düzeyde, makro düzeyde bunu çözmeye uğraşmak olmalıdır.(8) Örneğin Japonlar, ekonomik yarışmada iletişim ve bilişim teknolojilerinin belirleyici olacağını çok önceden görmüşlerdir. Dolayısıyla, ekonomik yarışın robotik, enformasyon teknolojileri ve bilgisayar uygulaması alanlarında kazanılacağının farkına varmışlar ve söz konusu alanlara büyük yatırımlar yapmışlardır. Ayrıca, araştırma sonucu elde edilen yenilikleri hızla üretime uygulamışlardır. Bütün bu işler etkin bir devlet katkısı ile yürütülmüştür. Çünkü böylesine bir atılım tüm toplum ve ekonomi düzeyinde çaba gerektirmektedir ve bu derece büyük çabaları en rasyonel bir biçimde sonuçlandıracak, planlama ve koordinasyonu üstlenebilecek, devletin dışında bir kurum bulunmamaktadır.(9) Küreselleşen dünyada bir yandan içeriden ve dışarıdan gelen baskılarla devletin otoritesi ve etkinliği sarsılırken öte yandan, hem bu riskler ile uğraşmak hem de girişimcilere ve firmalara küresel pazarın sunduğu olanaklardan yararlanmada destek olmak bakımından devletin görevi daha da önemli hale gelmektedir. Ayrıca, küresel ekonomide kabul görmüş ve uygulanan ahlaki, yasal ve ekonomik kurallara gereksinim vardır. Halihazırda bunu sağlayacak kurumlar mevcut değildir. Bu durumda devletin egemenliğinin ve öneminin sona ermesi düşünülemez. Devletin düzenleyici rolünün önemi de göz ardı edilemez niteliktedir.(10) Ulus-devletin, eskiden olduğu anlamda tek egemen güç olduğunu söylemek biraz zordur. Ulus-devletle ilgili değişikliklerin olduğu muhakkaktır ve ulus-devletler, birkaç özel örnek dışında dünyada eskisi kadar kendi içine kapalı değillerdir. Dolayısıyla, ulus-devlet, tanımı gereği kendi içine kapalı ve dış dünyayla ilişkisi olmayan bir siyasi birim değildir. Ulus-devleti dışa kapanma olarak görenler, dünya ile ekonomik bütünleşme artınca, ulus-devlet ortadan kalkıyor yorumunu yapmaktadırlar. Oysa bu doğru değildir. Çünkü, büyük topluluklar açısından en azından seçimle işbaşına gelme yönünden bakılacak olursa, tek meşru güç hala ulus-devlettir. Aynı zamanda, yönettiği insanların dolaylı, dolaysız oluruna dayanan tek siyasal güç hala ulus-devlettir. Yani, halkın tek denetleyebildiği güç, demokrasiler işlediği sürece ulus-devlet olmaktadır. Ayrıca, ulus-devletin bir yönetim işlevi vardır. Birçok uluslararası kuruluştan söz edilmektedir ancak, bunların hiçbirinin yaptırım gücü yoktur. Çünkü hiçbiri bu anlamda anayasal kuruluş değildir. Sonunda yasa yapılacaksa, bunun klasik yasama işlevini de, yürütme işlevini de hala ulus-devlet yerine getirmektedir. Dolayısıyla, dünyada bunları yerine getirecek bir başka güç ne olmuştur, ne de çok yakında olacak gibi gözükmektedir.(11) Öte yandan, ulus-devletin etkisinin azaldığı bir ortamda etnik temele dayanan milliyetçiliğin, köktendinci akımların, yabancı düşmanlığının güç kazanması da söz konusu olabilmektedir.(12) Ayrıca, küreselleşme içinde "toplamın çıkarı her tek ülkenin ya da firmanın çıkarı ile özdeştir" ilkesinin gerçekle pek uyuşmadığı görülmektedir.(13) Bu bakımdan, ekonomik küreselleşme sürecinin gittikçe artan şekilde ekonomik eşitsizlik yarattığına dikkat çekilmektedir. Bugünün dünyasında küreselleşmenin yadsınamaz bir gerçek olduğu, daha eşit ve adil düzen özlemlerinin ulusal devleti ve ulusal ideolojileri aşması gerektiği söylenebilir. Nitekim, yeni dünya düzeninde bütün ülkelerin birbirlerine bağımlılığından söz edilmektedir. Ancak, karşılıklı bağımlılığın mantıksal olarak eşitlik düşüncesine dayanması zorunludur. Aksi takdirde, bu durum ideolojik bir aldatmacayı ifade edecektir. Bu nedenle, ulusal sınırları aşan ve bütün insanlığı birleştirip, bütünleştiren karşılıklı bağımlılığın düzgün işleyebilmesi için eşitlik sorununun çözülmesi gerekmektedir. Oysa ki, bugünkü hali ile yeni dünya düzeni ideolojisi ya da karşılıklı bağımlılık ilişkisine baktığımızda, giderek büyüyen bir eşitsizliği ürettiği görülmektedir. Eşitlik ise bir anda sağlanacak birşey değildir ve bir süreç içerisinde gerçekleşecektir.(14) Küreselleşme sürecinin, olumlu sonuçlarının yanında mevcut haliyle güvensizliği, eşitsizliği, toplumsal adaletsizliği artırdığı ve toplumsal dayanışmayı zayıflattığı ifade edilebilmektedir. Dolayısıyla, sürecin bu haliyle devam etmesi olası görülmemektedir. Nitekim, günümüzde adaletsiz küreselleşmeye karşı küresel tepkiler artmaya başlamış-tır.(15) Bütün bu nedenlerden, önümüzdeki dönemde, artan tepkilerin de etkisiyle küre-selleşmeye insani yüz kazandırma (ya da sosyal sorumlu küreselleşme) çabalarının hız kazanacağı üzerinde durulmakta ve sosyal sorumlu küreselleşme sürecinde hala ulusal kurumlara önemli bir işlev düşeceği belirtilmektedir.(16) Toplumsal adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin giderildiği küresel bir uygarlık kuruluncaya kadar, yaşanılan süreçte ulus-devletlerin yerine getirmeleri gereken önemli işlevlerinin olduğu görülmektedir. Bu nedenle de, "ulus-devlet" küreselleşme sürecinde önemini koruyacak gibi gözükmektedir.
3. KÜRESELLEŞME VE SOSYAL DEVLET
E. Lee'nin de belirttiği gibi, küreselleşme beraberinde daha küçük bir hükümet, daha az kamu harcamaları, daha düşük vergiler, yeniden dağıtım önlemlerine yönelik daha zayıf bir siyasi destek, piyasaların daha geniş çaplı kuralsızlaştırılmasını, özellikle emek piyasasındaki yeni yapılanmaları getirmektedir. Buna karşılık küreselleşme, eşitsizliğin daha da büyümesine neden olduğundan, "kaybedenlerin" daha fazla desteklenmesi gereğini doğurmaktadır.(18) Ulus ötesi sermayenin dünyası ile bir ulusal bütünün dünyası aynı değildir. Ulus ötesi sermayenin "ülkesi", her ülke nüfusunun alım gücüne sahip % 20'sinden oluşan bir kesimi kapsamaktadır. Onun iş stratejisi, bir ülkenin alım gücü olmayan % 80'ini ya da iş stratejisi dışında kalan üretken güçleri yok saymaktadır. Oysa ulusal bütünler, alım gücü olan ile olmayanların birlikte oluşturdukları % 100'lük ulusal bütün gerçeğini atlayamayacaklarından, toplumsal eşitlik sorununu görmezden gelemeyeceklerdir.(19) Nitekim, Avrupa'da son seçimlerde sosyal demokrat partilerin iktidara gelişini küresel değişimlere bağlayan görüşler yaygındır. Buna göre, işsizliğe, yoksulluğa, sosyal devletin küçülmesine yol açan küreselleşme rüzgarlarına ve neo-liberal politikalara karşı Avrupa'da ilk önemli başkaldırı Fransa'da görüldü. Fransız halkı, bu politikalara karşı çıkarak son yapılan seçimlerde sol ittifakı ezici bir çoğunlukla iktidara taşıdı. Benzer bir gelişme, yakın tarihte İngiltere'de yaşandı. İngiliz halkı eğitim, sağlık, gelir dağılımındaki adaletsizliklere tepki olarak muhafazakar partiyi iktidardan etti. 18 yıllık muhafazakar iktidarın yıkılmasına yol açan Tony Blair'in liderliğindeki İngiliz İşçi Partisi ise seçimin galibi oldu.(20) ABD'nin bireyciliği güçlendirmek, devleti piyasadan geri çekmek, rekabet koşullarını pazar ekonomisi koşullarında tutmak için başlattığı harekete tepkisiz kalınmamaktadır. Hem siyasal alanda sosyalist-sosyal demokrat partilerin halk oyuyla iktidara taşınması, hem grevler, hem de günlük olaylar küreselleşme adına sosyal refah devletinin yerini özel kurumlara bırakmasını ya da gelişmekte olan ülkelerde hedef olmaktan çıkmasını güçleştirmektedir. Yoksulluk görüntüleri, evsiz-barksız insanlar, dilenciler azgelişmiş ülkelere özgü görüntüler olmaktan çıkıp, gelişmiş ülkelerin zengin toplumlarında da görülür olmuştur.(21) Sosyal devletin yıkılmasına karşı etkin direnç en fazla Batı Avrupa'da görülmektedir. Çünkü, dünyada en gelişmiş biçimiyle sosyal devlet bu bölgede uygulanmaktadır. Aynı zamanda bu bölgede yüksek işsizlik oranı da gözlenmektedir. ABD'nin ve Avrupa'daki muhafazakar kesimin teoremi, bu ikisi arasında yakın ilişki olduğu yönündedir. Dolayısıyla, sosyal refah devleti devreden çıkarsa AB'de işçi maliyetinin düşeceği ve işsizliğin azalacağı ileri sürülmektedir. Öte yandan, ABD ve İngiltere gibi ülkelerin yüksek işsizlik oranında bu sayede düşüş sağlandığı belirtilmektedir. Söz konusu iki değişken (sosyal refah devletinin getirdiği yüksek işçi maliyeti ve işsizlik oranı) arasında yakın ilişki bulunması olasıdır. Ancak, burada neden-sonuç ilişkisi olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Ayrıca bu, bazı ülkeler için geçerli olsa da genel bir durum değildir. Örneğin, Almanya çıplak işçi ücretleri ve buna ek sosyal yüklerin dünyada en yüksek olduğu ülkeler arasında yer almasına karşın, işsizliğin AB'de en yüksek olduğu ülke İspanya'dır. Dolayısıyla, gözlenen ilişkinin niteliği o kadar da kesin değildir. Çünkü arada teknoloji düzeyi ve verimlilik gibi ilişkiyi etkileyen başka öğeler de bulunmaktadır.(22) Küreselleşme sürecinde hükümetlerin ekonomiye doğrudan müdahale etme olanaklarının azaldığı görüşüne karşın, birçok ülkede hükümet harcamalarının azaldığını ileri sürmek de yanıltıcı olacaktır. Örneğin, OECD ülkelerinde toplam ulusal üretim içerisinde hükümet harcamalarının payı halen % 40 dolayındadır. Dolayısıyla, hükümetler ulusal gelirin önemli bir bölümünün yönetiminde halen söz sahibi bulunmaktadırlar.(23) Öte yandan, kendi başına kamu harcamalarının büyümeyi veya ekonomik performansı zayıflattığını gösteren açık bir kanıt bulunmamaktadır. Hirst ve Thompson'un belirttiği üzere: "Slemrod, bir yandan vergilendirme ile devlet harcamaları, öte yandan da gayri safi yurtiçi hasıla büyüme oranları ile refah arasındaki ilişkileri inceleyen kapsamlı araştırmasında (1995), yüksek devlet harcamaları ile zayıf ekonomik performans arasında sistematik veya kuvvetli bir ampirik ilişki bulamamıştır".(24) Taylor-Gooby'de, yapılan ampirik çalışmalarda refah devleti harcamalarının ekonomik performansı artırdığı veya azalttığı yönünde kesin sonuçlara varılamadığını vurgulamaktadır.(25) Bu durum, ekonomik gelişme sürecinin sosyal gelişme ile bütünlüğünün sağlanması bakımından oldukça önem taşımaktadır.(26) Aynı şekilde, devlet küçülmezse sermaye ülkeyi terk eder gibi bir genellemenin de doğru olmadığı ileri sürülmektedir. Buna göre, ulusal gelirinden bütçe harcamalarına ayrılan payın en yüksek olduğu ülkelerden biri Danimarka'dır ve söz konusu pay % 60 dolayındadır. Ancak, Danimarka'dan sermaye kaçmamaktadır. Dolayısıyla, sermayenin kaçması-kaçmaması tartışmalarında devleti yok etmek gibi bir mantığın hiç geçerli olmadığı ya da böyle bir kuralın bulunmadığının altı önemle çizilmektedir.(27) Ayrıca, önümüzdeki dönemde, yeni liberal, küreselleşmeci süreçlerin yarattığı ekonomik ve toplumsal sorunlara karşı yeni dayanışma formları arayışlarının daha güçleneceği ve bununla birlikte, kamu alanına ve hizmetlerine duyulan ilginin de artacağı belirtilmektedir.(28) Bununla beraber daha şimdiden, devletin, küreselleşmenin beraberinde getirdiği gelir ve tüketim dengesizliklerini ayarlayarak, gelir dağılımını düzeltmesi gerekliliği üzerinde durulmaktadır.(29) Nitekim, DPT'nin Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde hazırlattığı Küreselleşme Özel İhtisas Komisyonu Raporu'nda da, küreselleşme sürecinin dengesiz bir şekilde geliştiği vurgulanmakta ve bunun ülkeler arasında olduğu kadar ülkelerin içindeki gelir dağılımını da olumsuz yönde etkilediği belirtilmektedir. Ayrıca, son dönem küreselleşme sürecinde sık sık ortaya çıkan finansal krizlerin yükünün de büyük ölçüde düşük gelir gruplarının üzerine yüklendiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla, gerek küreselleşmenin olumsuz yanlarının hafifletilebilmesi, gerek küreselleşme sürecinin sürdürülebilirliği açısından devletin sosyal politikalar ve bölüşüm alanlarında da aktif bir rol oynamaya devam etmesinin kaçınılmazlığı üzerinde durulmaktadır. Aynı raporda, devletin kendi kaynaklarının kıt olduğu ve küreselleşmenin sınırlar getirdiği göz önüne alınsa bile, en düşük gelir gruplarının refahlarını artırmaya yönelik bir sosyal politika uygulamasının öneminin yadsınamayacağına dikkat çekilmektedir.(30) Prof. Dr. Nusret Ekin'de, "Türkiye küreselleşmeye uyum sağlamalıdır", "küreselleşmeye uyum sağlanması sosyal amaçların reddi demek değildir" dedikten sonra, sosyal devletin yeniden tanımlanması, verimlilik ve yatırımların yeniden artırılması, toplumda üretim gücünden yoksun gruplara yönelinmesi gerekliliğini vurgulamaktadır.(31) AB'nin sosyal politika gündeminde de, tüm sosyal tarafların işbirliği ve yardımları ile çağın değişen koşullarına uygun yeni biçimler alınması gerekliliğine yer verilmektedir. Bu bakımdan, ülkelerin rakipleriyle yarışabilmeleri ve dünya ticaretindeki paylarını artırabilmeleri için yapılması gerekenin, vergi gelirlerinin milli gelir içerisindeki payını artırmak olduğu üzerinde durulmaktadır. Böylece eğitim, sağlık, güvenlik gibi toplumsal verimliliği yükseltici hizmetlerin gelişmesinin sağlanacağı belirtilmektedir. Bu hizmetlerin yetersiz olduğu bir ülkede işgücünün verimliliğini artırma olanağı son derece sınırlı kalacağından, ülkelerin rekabet şansı ve olanağının da azalacağı ifade edilmektedir.(32) Kuramsal olarak piyasanın, salt ekonomik açıdan bile tek ve rakipsiz rasyonel kaynak kullanımını sağlayan mekanizma olduğu söylenememektedir. Bu bakımdan sosyal devlet, özellikle çalışan kesimler için refah ve güvence sağlayıcı fonksiyonları yerine getirmekte ve böylece kapitalizmin çaresiz bıraktığı bireyi koruyucu önlemleri yaşama geçirmektedir. Yani, kapitalist sistemin doğası gereği yol açtığı bireyin sorunları ve riskler devlet tarafından karşılanmak suretiyle sistemin sürekliliği sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle sosyal devlet, hem uygulamada (yani toplumsal gerçeklik alanında) hem de moral değerler bakımından ortadan kaldırılması çok zor hatta olanaksız bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.(33) Ayrıca, sosyal devlet politikaları geniş bir demokratik kon-sensusa dayandığından, sosyal devletin ortadan kaldırılmasının sendikaların ve dolayısıyla demokrasinin ortadan kaldırılması ile aynı anlama geleceği ifade edilmektedir.(34) Dünyaya baktığımızda, sosyal devletin geleceği için "gerçek yapılacak işler"in onun ortadan kalkması ile ilgili değil de, daha çok gelecekte tekrar yapılanması ile ilgili olduğu görülmektedir.(35) Yani önemli olan konu sosyal devletin olup olmaması değil, tersine, ne çeşit bir sosyal devletin olacağıdır.(36) Çoğu yorumcular, yeni uluslararası ekonomik düzen altında, devletin müdahaleci olacağı konusunda ısrarlı davranmaktadırlar. Uluslararası rekabete dayanan koşullar altında bu tip müdahalelerin artırılabileceği vurgulanmaktadır. Aynı zamanda, yeni ekonomik düzende birden fazla ülkeyi ilgilendiren kuruluşların yükselmesinin sosyal devlet müdahalelerini çoğaltabileceğinden söz edilmek-tedir. Böylece, örneğin, Avrupa Topluluğu'nun her yerinde sosyal politikanın uyum sağlaması, Avrupa Parlamentosu'nun hükümleri ve Avrupa sosyal yönetmelik kanunu, sosyal yardımları artırmak konusunda belirli üye devletleri zorlayacaktır denilmektedir.(37) Sosyal Demokrat Vakıfların ortaklaşa düzenledikleri bir konferansta (Nisan 1997) yapılan konuşmada, Avrupa'nın sosyal devletten asla vazgeçemeyeceğinin altı çizilmekte ancak, sosyal güvenlik sisteminin finansmanına devlet katkısının azaltılıp çalışanların ödedikleri prim oranında bir sosyal güvenlik sisteminin geçerli olabileceği belirtilmektedir.(38) Öte yandan, temel sosyal sınıflardan aldıkları sabit destek sayesinde, birçok Avrupa ülkesinde var olan sosyal devlet şeklini yıkmanın kolay olmadığına dikkat çekilmektedir.(39) Sonuçta, daha adil, eşitlikçi ve insani bir toplum için devletin ekonomik yaşamda rol alması ile piyasa mekanizmasının bağdaştırılması gerektiği savunulmaktadır. Bu bakımdan, 1980'li ve 1990'lı yılların deneyi, en azından, bu görüşün tartışmaya değer olduğunu ortaya çıkarmış bulunmaktadır.(40)
4. SONUÇ
Küreselleşme karşıtlarının son olarak Cenova'da yapılan G-8'ler zirvesi sırasındaki protesto gösterileri ve ardından bir göstericinin ölümüyle sonuçlanan olaylar düşündü-rücüdür. Tüm dünyadan insanların oluşturduğu göstericiler, küreselleşmenin neden olduğu eşitsizlik ve yoksulluk artışı karşısında küreselleşmeyi sürükleyen güçlere karşı tepkilerini sert bir şekilde ortaya koymuşlardır. Günümüzde küreselleşmeye umut bağlayanlar dahi, küreselleşmeyle birlikte artan ekonomik eşitsizliklerin yaratabileceği bu tip tepkilerden endişe duymaya başlamışlardır. Küreselleşmeyi inkar etmek ne kadar imkansızsa, hiçbirşey yapmadan küreselleşmenin sağlayacağı olanaklardan yararlanmayı beklemek de o kadar hayalpe-restlik olacaktır. Bizim dışımızda oluşmuş bir küreselleşme gerçeği varken, yapılması gereken; küreselleşmenin zararlarından korunmak için yarışı eşit şartlarda gerçek-leştirmeye çalışmak olmalıdır. Ayrıca, ekonomik gelişme sürecinin sosyal gelişme ile bütünlüğünün sağlanması da ihmal edilemeyecek derecede önem taşımaktadır. Çünkü herşeyde olduğu gibi, bu sürecin temelinde de insan unsuru yer almaktadır. Bu çerçevede, yaşanılan küreselleşme sürecinde en azından bir süre daha ulus-devletin önemini koruyacağını ve sosyal devletin sona ermeyip, belki yeniden yapılan-dırılabileceğini söylemek mümkündür.
KAYNAKLAR
|