YIL: 4
SAYI: 48
ARALIK 2001
 

önceki

yazdır


 

 

KAMU ALACAKLARINDA İPTAL DAVASI

 

            GİRİŞ

            Kamu hizmetlerinin yürütülmesi, bu hizmetlerin finansmanı için gerekli olan vergi ve benzeri fonların düzenli ve zamanında sağlanmasını zorunlu kılmaktadır. Salınan mali yükümlülüklerin, bütün yükümlülerce olumlu olarak kabul edilip gereğinin yapılması her zaman olanaklı görülmemektedir.

            Kamunun ihtiyaç duyduğu finansman kaynaklarının güvence altına alınması ve bu kaynakların kanunlar çerçevesinde hazineye mümkün olan en kısa zamanda intikali amacıyla uygulanan takip usulleri ile; tarh ve tahakkuktan sonra vadesinde ödenmeyen kamu alacağının tahsili amacıyla ödeme emri çıkartılarak borçluya tebliğ edilmektedir. Böylece, borçlunun tutumuna göre ya borç kalkmakta ya da alacaklı kamu idaresi tarafından cebri tahsil yollarına başvurulmaktadır.

            Tahsil ile ilgili olarak, ödeme emri dışında dava konusu yapılabilecek işlemler iki grupta toplanabilir: Birinci grubu, cebri tahsil ile ilgili idari işlemler dolayısıyla vergi yargısının görev alanına giren davalar oluşturmaktadır. Bunlar, tecil talebinin reddine karşı açılacak davalar; haciz işlemi uygulamasından doğacak davalar; ihtiyati haciz ve ihtiyati tahakkuk gibi güvence önlemleri ile ilgili davalardır. Bu davalar bakımından görevli ilk derece yargı mercii, vergi mahkemesidir.

            Cebri tahsil uygulaması ile ilgili ikinci gruptaki davalar ise, mülkiyete ilişkin olup bunlar adli yargının görev alanına girmektedir. Bu tür davalar arasında haciz sonucu satılan taşınmazlarda ihalenin feshi için açılan davalar ve kamu alacağı bakımından güvence sağlayan önlemler arasında sayılan tasarrufların iptaline ilişkin davalar bulunmaktadır. Hükümsüz sayılan tasarrufların iptalinde hazine (alacaklı kamu idaresi) davacı, üçüncü kişiler ise davalı durumundadırlar.

            Bu çalışmanın konusunu oluşturan iptal davası ile; 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkındaki Kanunun 24-31. maddelerinde sayılan belli işlemlere girişen kamu borçlusunun gerçekleştirdiği bir kısım temlik işlemleriyle, borç yüklenimlerinin adli yargıda açılacak davalar ile hükümsüz saydırılması suretiyle kamu alacağının tahsilinin sağlanması öngörülmektedir. Buna göre, belli zamanaşımı süreleri içinde kalmak koşuluyla; kamu borçlusunun yaptığı bağışlar, ivazsız tasarruflar, belli yakınlıktaki kimselere temlik edilip de bağışlama sayılan tasarruflar, kamu alacağının tahsilini olanaksız kılmak için yapılan işlemler iptal ettirilip hükümsüz sayılabilir. Böylece kamu alacaklısı, borçlunun mal varlığında sayılan, iptal konusu işlemlere konu değerler üzerinden alacağını tahsil etme olanağına kavuşmaktadır.

            Bu çalışmada iptal davaları 6183 sayılı Kanun ve konuyla ilgili Yargıtay kararları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Devletin, kamu gücüne dayanan gelirlerinin zorla tahsilini düzenleyen bu takip usulü, özel takip usulünden tamamen ayrı olmasına ve 6183 sayılı kanunda boşluk bulunması halinde İcra İflas Kanunu hükümlerinin kendiliğinden uygulanamamasına karşın, özel takip usulü ile paralellik taşımaktadır. Bu nedenle, değerlendirme yapılırken zaman zaman İcra İflas Kanunu uygulamalarına da değinilecektir.

 

            1. GENEL OLARAK

            Vergi ilişkisinin tahsil aşamasını kurallara bağlamak ve kamu alacaklarının tahsilinin güvence altına alınmasına yönelik olarak yürürlüğe konulan 6183 sayılı Kanunun hareket noktası her ne kadar devletin çıkarının korunması ise de, henüz tamamlanmamış bir vergilendirme sürecinde vergilerin kanuniliği ilkesi gereği olarak ve aynı zamanda tahsil aşamasında da hukuka aykırı işlemlere karşı bireyleri korumaktır. Bu ilke, tarh ve tahakkuk aşamasını olduğu kadar, tahsil aşamasını da kapsamaktadır. Kanunla konulmuş olmasına rağmen bir verginin tahsili sırasındaki keyfilik, hukuk devleti ilkesini zedeleyecektir. Bu nedenle, vergilerin tahsili kanunlarla belli kurallara bağlanmıştır. Özel hukuk ilişkilerinden doğan borçların yerine getirilmesini bile, gerektiğinde, bir kısım şekil koşullarına bağlayan kanun koyucunun, bu borçların yerine getirilmemesi durumunda cebri icra yoluyla devletin araya girmesini öngörürken; devletin kendi alacağı söz konusu olduğunda ve özellikle ilişkinin bir yanını kamu gücünün oluşturduğu bir durumda düzenleme yoluna gitmemesi düşünülemez[1]. Bu çerçevede, gerek özel hukuk ilişkilerinden doğan gerekse tahsil aşamasına gelmiş kamu alacaklarının takip usulleri ile ilgili olmak üzere farklı takip usulleri getirilmiştir.

            Esas itibariyle icra hukuku, hakkın zorla yerine getirilmesine ilişkin kuralları kapsamaktadır. Her borcun, ilke olarak, kanunda veya sözleşmede belirtilen zamanlarda ödenmesi gerekmektedir. Zamanında rıza ile ödenmeyen borç, İcra ve İflas Kanunu’nda saptanan şekil ve usuller çerçevesinde, Devlet eliyle, borçlunun varlığından alınır ve alacaklıya verilir. İcra ve İflas Kanunu, genel takip sistemi ile ilgili hükümleri kapsamaktadır. Kamu hizmetlerinin devamlı olarak yapılması zorunluluğu, bu hizmetlerin karşılığını oluşturan ve onların finansmanında kullanılan vergi, resim, harç ve benzeri kamu gelirlerinin belli süreler içinde ve kısa zamanda tahsilini zorunlu kılmaktadır. Tahsil aşamasına gelmiş kamu alacaklarının, özel hukuk ilişkilerinden doğan alacaklardan mahiyet itibariyle farklı olması, kamu alacaklarının takip ve tahsilinde genel takip sisteminden ayrı ve daha kolay, seri ve etkin yöntemleri içeren özel bir takip sisteminin varlığını gerektirmiştir. Daha önceki dönemde kamu alacaklarına ilişkin olarak özel bir takip yöntemi olan Tahsili Emval Kanunu tatbik edilmekte iken; 01.01.1954 tarihinden geçerli olmak üzere 6183 sayılı Amme Alacaklarının Takip Usulü Hakkındaki Kanun yürürlüğe girmiştir.

            Özel hukuk alanında biçimsel ve zorlayıcı hükümleriyle oluşturulan takip hukuku (İcra ve İflas Kanunu) ile kamu hukuku açısından icra hukukunu oluşturan Amme Alacaklarının Takip Usulü Hakkındaki Kanun arasındaki en önemli fark; 6183 sayılı Kanun kapsamında sayılan kamu kuruluşlarına ait alacakların tahsilinde bu kuruluşlar, devlet gücünü bizzat kullanabilmektedirler. Özel hukukta ise, alacaklılara devlet kuvvetinin yardımını isteme hakkı tanınmıştır.

            Bununla beraber, kamu alacaklarının tahsilinde uygulamanın geniş ölçüde genel icra usullerine paralel bir istikamet takip edilmiş olduğu da bir gerçektir. Bu itibarla 6183 sayılı Kanunun hazırlanmasında İcra ve İflas Kanunu hükümlerinden kamu alacaklarının mahiyet ve bünyesine aykırı düşmemek koşuluyla İcra İflas Hukuku sahasında saptanan prensiplerden faydalanılmış; genel takip esaslarıyla, anılan kanun arasında uyum sürekli olarak korunmuştur.

            6183 sayılı Kanunun 24 - 31. maddeleriyle İcra ve İflas Kanunu 277-284. maddelerinde düzenlenen iptal davaları; borçluların alacaklılarına zarar veren bazı tasarruflarının hükümsüz hale gelmesini sağlayan bir dava şeklidir. Nitekim İcra ve İflas Kanununun 277. maddesine paralel olarak 6183 sayılı Kanunun 24. maddesi hükmü ile getirilen kural “bu Kanunun 27, 28, 29 ve 30. maddelerinde yazılı tasarruflar ve muamelelerin iptali için” şeklinde ifade edilmektedir.  Her iki kanunda uygulanacak yöntem ve amaç aynı olmasına karşın, kamu alacakları nedeniyle açılacak iptal davalarının koşulları ve sonuçları 6183 sayılı Kanunda düzenlendiğinden ¾ve diğer kanunlara herhangi bir göndermede bulunulmadığından¾ özellikleri bakımından öncelikle uygulanmalarında zorunluluk vardır.

 

            2. İPTAL DAVASININ ANLAMI VE ÖZELLİĞİ

            6183 sayılı Kanunun iptal davası açılması ile ilgili 24. maddesi hükmü; “Kamu borçlusunun bu kanunun 27, 28, 29 ve 30’uncu maddelerinde yazılı tasarruf ve işlemlerinin iptali için genel mahkemelerde dava açılır ve bu davalara diğer işlere takdimen genel hükümlere göre bakılır.” şeklindedir.

Bu madde ile kamu borçlusunun, Kanunun 27, 28, 29 ve 30. maddelerinde öngörülen kamu alacağının tahsiline engel olunması amacına yönelik tasarruf ve işlemlerine genel mahkemelerde iptal davası açma hakkı verilmektedir. “6183 sayılı Kanundan doğan ihtilafların hallinde kural olarak idari yargı görevlidir. Adli yargının hangi işlerde bakmaya görevli olduğu 6183 sayılı Kanunun  24. 68. ve 99. maddelerinde açıkça belirtilmiştir” [2].

            Yargıtay’a göre, “6183 sayılı Yasanın öngördüğü iptal davaları ile güdülen amaç; bir kamu alacağının tamamının ya da bir kısmının tahsiline olanak bırakmamak amacıyla borçlu tarafından yapılan tek taraflı hukuksal işlemlerle, borçlunun amacını bilen veya bilmesi gereken kimselerle yapılan bütün hukuksal işlemlerin tarihleri ne olursa olsun hükümsüzlüğünü sağlamak ve bu yol ile kamu alacağını tahsil etmektir” [3]. Diğer bir ifadeyle, yapılan işlemin iptaliyle birlikte, davacının (tahsil dairesi) dava konusu edilen mal üzerinden, hakkını cebri icra yoluyla almasıdır. Eğer davanın konusu gayrimenkul ise davacı, davalı üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan taşınmazın haczini ve satışını isteyebilir.   

            İptal davası, dava konusu edilen malın aynına ilişkin aynî bir dava olmayıp kişisel bir davadır. Alacaklıdan mal kaçırmaya yönelik taşınmaz satışının iptali davasında aynî nitelikte karar verilemez, sadece satış sözleşmesinin iptali karar altına alınabilir[4]. İptal davası sonucunda, tasarrufa konu olan mal alıcının mal varlığında kalmaya devam etmekle beraber, davacı o malı haciz ettirip sattırma ve satış bedelinden de alacağını elde etme imkanına kavuşmaktadır.

            Kanunun 24. maddesi gereğince, kamu alacağından dolayı açılan iptal davalarına, bu davalar öncelikli nitelikte olduğundan, hem diğer davaların önüne geçirilerek  hem de adli tatilde bakılacaktır[5].

            3. İPTAL DAVASINDA MUHATAP

            İptal davası, alacaklı kamu idaresi veya alacağın tahsilini üstlenen tahsil dairesi tarafından açılır. 6183 sayılı Kanunun 25. maddesinde ise, kamu alacağından kaynaklanan iptal davalarının kimlere karşı açılacağı düzenlenmiştir. Bu madde, İcra ve İflas Kanununun 282. maddesine paralel bir şekilde düzenlenmiş olmasına rağmen, 6183 sayılı Kanunda kamu alacağından dolayı iptal davası açılacak kişiler arasında ‘borçlu’ sayılmamıştır. 25. madde hükmüne göre; “İptal, borçlu ile hukuki işlemde bulunan veya borçlu tarafından kendilerine ödeme yapılan kimselerle, bunların mirasçılarına ve kötü niyet sahibi diğer üçüncü kişilere karşı istenir”. Maddeye göre, kamu alacağından dolayı haklarında iptal davası açılabilecek olanlar (davalılar) şunlardır:

Asıl borçlu ile iptal konusu işlemi yapan kimseler,

Asıl borçlu tarafından kendilerine ödeme yapılanlar,

Asıl borçlu ile iptal konusu işlemi yapan kimselerin mirasçıları,

Asıl borçlu ile kötü niyetli üçüncü kişilerdir.

            Yukarıda belirtilen her dört halde de, haklarında iptal davası açılacak kimseler ile borçlu (hasım) arasında zorunlu dava arkadaşlığı mevcuttur.  Diğer bir deyimle, alacaklı, iptal davasını bu kişilere yöneltmek zorundadır. Böyle olunca, iptal davasının hem borçlu hem de lehlerine tasarruf yapılan kimseler veya mirasçıları aleyhine iptal davası açılması gerekmektedir. Çünkü, bu tip davalardan borçlu da etkilenmektedir. Her şeyden önce tasarrufun iptal edilecek bölümü hakkında borçlunun savunmasının alınması ve göstereceği kanıtların toplanıp tartışılması gerekir. Konuyla ilgili Yargıtay kararları aşağıdadır:

            “25. maddede husumetin kimlere yöneltileceği gösterilmiş olup, anılan maddeden de anlaşılacağı gibi, bu kişiler arasında zorunlu dava arkadaşlığı bulunduğundan, davada bunların tümüne husumetin yöneltilmesi gerekir. 25. maddede her ne kadar borçlunun da davada hasım olarak gösterileceğine dair bir kayıt yoksa da  tasarrufun iptali davası sonucunda verilecek olan kararın borçlunun haklarını ilgilendirmesi nedeniyle onun da davada hasım olarak gösterilmesi gerekir. Yargıtay 15. HD.’sinin yerleşmiş içtihatları da bu doğrultudadır. (Yrg. 15. HD. 26.09.1990 gün, 1949/3600 ve 05.11.1992 gün, 4450/5134 sayılı kararlar). Davada borçlunun da hasım gösterilerek husumet tevcih edilmesi gerekirken bu yön göz ardı edilerek eksik hasımla davanın görülerek sonuçlandırılması usul ve yasaya aykırı bulunmuştur” [6]

            “İptali istenen tasarruf, davalılar ile vergi borçlusu arasında oluşmuş bir hukuki işlemden kaynaklanmıştır. Böyle bir tasarrufun iptal edilmesi yalnız davalı olanların değil, hukuki işlemde taraf olan vergi borçlusunu da yakından ilgilendirir. O halde, 6183 sayılı yasaya göre açılacak iptal davalarında, iptali istenen tasarrufu oluşturan tarafların hepsinin davalı olarak gösterilmesi de zorunludur” [7].

“Kural olarak zorunlu dava arkadaşlığı söz konusu olduğu yerde hasmın ayrıca dava edilmesine gerek olmayıp, dava dilekçesinin kendisine tebliği ve duruşma için davetiye çıkarılması suretiyle davaya dahil edilmesi mümkündür. Eğer bunlardan yalnız birisi hakkında dava açılmışsa, kanundan kaynaklanan görevi nedeniyle hakim bu hususu re’sen dikkate almalı, ilgilinin davaya dahil edilmesi için davacıya süre tanımalı ve bu yolla eksik husumet tamamlanmalıdır” [8].

            Kamu alacağını ödemek istemeyen yahut tahsiline engel olmak isteyen bir kimsenin mallarını kaçırması veya hileli ve muvazaalı yollara başvurması halinde bu alacağın tahsilinin tehlikeye girmesi normal bir sonuç olur. İşte kanun koyucu 25. madde ile iptal davasında kimlerin muhatap tutulacağını başka bir deyişle bu davanın kimler aleyhine açılabileceğini göstermektedir.

            Kötü niyetli üçüncü kişiler, kendilerinden öncekilerin tasarruflarının iptal davasına konu olabileceğini bilen veya bilmesi gereken kişilerdir. Üçüncü kişilerin kötü niyetli olduğu davacı tarafından her türlü kanıtla ispat edebilir[9]. Açıktır ki, üçüncü kişilerin kötü niyet sahibi olduğunun ispatı da davacıya düşmektedir. Madde, İcra ve İflas Kanununun 282. maddesine tekabül etmekle birlikte, bu maddeye 282. maddenin “iptal davası iyi niyetli üçüncü şahısların haklarını ihlal etmez” hükmü alınmamıştır. Dolayısıyla, kamu borçlusunun bu kanunun 27, 28, 29 ve 30. maddelerde sayılan tasarruf ve muameleleri yaptığı kimselerle, yine aynı maddelerdeki tasarruf ve muameleler sebebiyle ödeme yaptığı kimseler aleyhine iyi niyetleri olsun olmasın dava açabilecektir.

İptale neden olabilecek bir tasarruf dolayısıyla kamu borçlusundan bir mal alan kimse, bu malı borçlunun bu durumunu bilen veya bilmesi gereken birisine temlik ederse, temellük eden aleyhine de iptal davası açılabilecektir. Bu kimselerin mirasçıları aleyhine de kötü niyetleri olsun olmasın iptal davası açılabilir. Ancak, alacaklı kamu idaresi, bu şekilde açmış olduğu dava ile tasarruf ve muamelelerden faydalanan üçüncü şahıslarla bunların mirasçılarından, yaptıkları muameleyi iptal ettirerek alacağını tahsil ettiği takdirde; adı geçenlerin yüklendikleri kamu alacaklarını, genel hükümler çerçevesinde asıl borçludan talep edebilirler.

            Bir malın, üçüncü kişiler arasında kötü niyetle ve zincirleme olarak devredilmesinde ise, bu şahıslardan her biri aleyhine iptal davası açılabilir.

            İflas halinde iflas masası, mirasın resmi tasfiyesinde de tasfiye memurları davaya muhatap olurlar. Başka bir ifade ile, açılacak davada iflas masası ve tasfiye memurları davalı durumda bulunacaklardır. Ancak borçlu iflas etmiş olduğundan, iptal davasında davalı olarak gösterilemez[10].

 

            4. İPTAL DAVASININ KONUSU

            6183 sayılı Kanun, kamu alacağını güvenceye alırken, şüphe uyandıran durumlarda ve veya kötü niyet açık olan hallerde uygulanacak bazı düzenlemeler yapmıştır. Hükümsüz sayılan bu tasarruflar, aynı zamanda iptal davasının konusunu oluşturmaktadır. Kanunun 24. maddesinde bu amaçla yapılan düzenleme ile, iptale konu olan tasarruflar; ivazsız tasarruflar, ivazsız sayılarak hükümsüz olan tasarruflar ve geçersiz sayılan başka tasarruflar olmak üzere üç grupta toplanmıştır:

1) İvazsız tasarruflarla bağışlama sayılan tasarruflar, Kanunun 27 ve 28. maddelerinde düzenlenmiştir. 

2) Hükümsüz sayılan diğer tasarruflar, ödeme güçsüzlüğü içinde iken yapılan tasarruflardır. Bu işlemler ise, 29. maddede düzenlenmiştir.

3) Sonuncu grupta ise, kamu alacağının tahsiline olanak bırakmamak amacıyla, kamu alacağını ödemeyen kişilerce yapılan tasarruflardır.

30. maddede düzenlenen bu işlemler, borçlunun olağan durumlarda yapmayacağı şekilde mal varlığını azaltıcı yöndeki girişimleridir.

            5. İPTAL DAVASININ KOŞULLARI

            İptal davasından amaç, kamu alacağının tahsiline olanak bırakmamak için borçlu tarafından yapılan bir takım hukuksal işlemlerin iptali ile kamu alacağının elde edilmesini sağlamaktır. Bununla birlikte, söz konusu iptal davalarının açılabilmesi için öncelikle kesinleşmiş bir kamu alacağının varlığı ve alacağın tahsili için asıl borçlu nezdinde yapılan takibatta sonuç alınamamış olması gereklidir. O halde, iptal davalarında, bu unsurların gerçekleşip gerçekleşmediğinin öncelikle saptanması gerekmektedir. Çünkü, bu koşullar gerçekleşmedikçe, iptal davasını açma hakkından söz edilemeyecektir. Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin bu yoldaki uygulaması, yerleşmiş ilke kararı niteliğinde olup, bir değişiklik söz konusu değildir (Yargıtay 4. HD. 30.05.1977 tarih, 11500/3670 ve 10.03.1980 tarih 11612/3080 sayılı kararları)[11]. Yapılan takipte, borçlunun, iptal davasına konu olabilecek tasarrufları dışında kalmış mal varlığından tahsil imkanı bulunduğunda veya teminat alınabildiğinde iptal davası açılması için neden yoktur. Bu bağlamda, iptal davası açma hakkının, kamu alacağını tahsili amacı ile sınırlı sayılması; diğer taraftan davaya konu olan ivazsız tasarrufun ödeme süresinin başladığı tarihten geriye doğru iki yıl içinde yapılmış olması gerekmektedir.

 

            5.1. Kesinleşmiş Bir Kamu Alacağının Varlığı Gereklidir

            İptal davasının sonuçları yalnız kamu borçlusunun değil, borçlu ile ilişkide bulunan üçüncü kişilerin de haklarını etkilediğinden, alacağın yükümlü veya vergi sorumlusu tarafından ödenmesi  ya da zorla tahsil olanağı mevcut olduğu sürece, iptal davasının açılmasına gerek yoktur.

            İptal davası açılabilmesi için her şeyden önce kesinleşmiş ve ödenebilir hale gelmiş bir kamu alacağının bulunması şart olmakla birlikte; alacaklı kamu idaresinin kesinleşmiş ve ödenebilir hale gelmiş olan bu kamu alacağının tahsili için yapmış olduğu takibatın sonuçsuz kalması ve kamu alacağının teminata bağlanamamış olması gerekmektedir. Dolayısıyla, ihtiyaten tahakkuk ettirilerek ihtiyati haciz kararı ile ihtiyati haciz uygulanan kamu alacakları kesinleşmediğinden iptal davasına konu olmayacaklardır[12].

            O halde, Kanunda öngörülen nedenlere dayalı olarak iptal davasının adli yargıda açılabilmesi için, her şeyden önce kesinleşmiş ve istenebilir hale gelmiş bir kamu alacağının kanıtlanmasına bağlıdır. Alacağın varlığı, sözü edilen davanın koşuludur[13]. Diğer bir ifade ile, kamu alacağının ödenmesini engelleyen işlemin iptali amacıyla dava edilebilmesi için, tarh ve tebliğ edilmek suretiyle kesinleşmiş vergi, resim, harç ve diğer mali yükümlülüklerin mevcut olması gerekmektedir. Bu bağlamda, kamu alacağından dolayı alacaklı idare tarafından açılan iptal davasında, borçlu tarafından vergi mahkemesinde kamu alacağının (borcun) bulunmadığı hakkında açılan davanın sonucunun beklenmesi gerekmektedir[14].

 

            5.2. Alacağın Tahsil Olanağı Kalmamalıdır

            İptal davasının açılabilmesi için, tahsil dairesinin tüm kanun yollarını uygulamasına rağmen alacağını elde edememiş olması gerekmektedir. Takibat aşamasında borçlunun mevcut varlığının yeterli olmayacağı anlaşıldığında iptal davası açılabilecektir.

            6183 sayılı Kanunun 76. maddesinin ilk fıkrasında, borçlunun haczedilebilir mallarının bulunmaması veya elde edilen malların takdir edilen rayiç değer toplamının kamu alacağını karşılamadığı durumlarda, borçlunun aciz halinde sayılacağı kabul edilmiştir. Ancak, alacağın elde edilememiş olmasının kanıtı için aciz fişi gerekir mi ya da borçlunun aciz halinde olduğu nasıl anlaşılacaktır?

            Özel hukuk alanına giren takiplerde alacağın tahsil edilememiş olmasının kanıtı, geçici ve kesin aciz belgesinin ibraz edilmesidir.  Aciz belgesi, borçlunun haczi olanaklı tüm mallarının takdir edilen rayiç değerlerine göre alacağı karşılayamayacak durumda olduğunu kanıtlayan bir tür senettir. Bu belgenin elde edilmesi için, haciz mallarının tamamen satılmış olması gerekmez. Haciz sırasında takdir edilen değerlerine ve bu değerlerin toplamına göre borçlunun tüm alacakları karşılanmıyorsa, kalan miktarı göstermek bakımından da aciz belgesi düzenlenebilir. Borçlu istese de anılan koşullar gerçekleşmedikçe alacaklıya aciz belgesi verilemez. Aciz belgesinin diğer bir işlevi, ister geçici olsun ister kesin olsun, içerdiği borç miktarının kabul edildiğini kanıtlayan bir senet gücü olmasındandır. Ayrıca, bu belgeyi elde eden alacaklı bakımından takip hukuku çerçevesinde diğer alacaklılara karşı üstün bir hak sağlayan özelliği vardır ve yeni bir kovuşturma yapılmadan dahi hacze katılma olanağı sağlamaktadır[15].

            6183 sayılı Kanunun uygulanmasında özel hukuk alanına giren takipte olduğu gibi, borçlunun mal varlığının, alacağı tamamen karşılamadığını kanıtlayan geçici ve kesin aciz belgesine yer verilmemiştir. Ancak, uyuşmazlık konusu edilen durumlarda, genel mahkemeler, tahsil dairelerinden kamu alacaklarının ne şekilde tahsil edilemediğinin kanıtlanmasını talep edebilirler. Diğer taraftan, tahsil daireleri, borçlunun hacze kabil başka bir malı bulunmadığını belirleyen haciz tutanağını, 6183 sayılı Kanunun 75. maddesine göre düzenlenen aciz fişi ile belgelendirebilecekleri gibi, mal bildiriminde bulunulmadığını da kanıt olarak gösterebilirler.

            6183 sayılı Kanunda tahsil dairesinin tüm kanun yollarını uygulamasına rağmen alacağını elde edemediğini öncelikle kanıtlamasının zorunlu ve gerekli sayılmamasının nedeni; borçlunun aciz halinde olduğunu belirleyen haciz tutanağının, aciz fişinin tüm sonuçlarını doğurmasındandır. Borçlunun haczedilen menkul mallarının borcunun tamamını karşılamadığını gösteren haciz tutanağı, geçici aciz belgesi niteliğindedir ve alacaklıya tasarrufun iptali davası açabilme olanağı sağlar. Bu durumda, haciz sırasında, borçlunun borcuna yetmeyecek miktarda malı saptanmış ise, düzenlenen haciz tutanağı geçici aciz belgesi olarak kabul edilecektir. Çünkü, iptal davasının ön koşulu, davanın açıldığı tarihte aciz belgesinin ya da aciz fişinin varlığı değil[16], borçlunun gerçekten aciz halinde olmasıdır. Her iki belge de sadece bu maddi olguyu kanıtlamak için kullanılmaktadır.

            Bu koşullar çerçevesinde, iptal davası açılabilmesinin diğer bir koşulu olan kamu alacağının, zorla dahi olsa, tahsil olanağının kalmaması; borçlunun aciz halinde olduğunun saptanmasını ya da 27. ve 28. maddeler kapsamına giren iptal davalarında süresi içinde mal beyanında bulunulmaması ile borçlunun haczedilebilir malı olmadığının beyan edilmesi veya beyan edilen malların satış bedelinin borcunu karşılamaya yetmediğinin saptanmasını gerekli kılmaktadır. Böylece, 6183 sayılı Kanunun uygulanması açısından;

Mal beyanında bulunulmaması,

Malı olmadığının bildirilmesi,

Beyan edilen malın kamu borcuna yetmediğinin anlaşılması,

karşılıksız tasarrufların iptali için açılacak davaya yeterli sayılmaktadır. Borçlunun mevcut varlığının yeterli olup olmayacağı açısından kesin sonucun beklenmesine gerek yoktur. Bu durumda, alacaklı kamu idaresi tarafından adli yargıda iptal davası açılabilmesi iki şekilde mümkün olabilir.

1) Özel hukuk hükümlerindeki ‘aciz belgesi’ yerine 6183 sayılı Kanunun 75. maddesinde tanımlanan ‘aciz fişi’ nin ibraz edilmesi. Bu fiş, geçici veya kesin aciz belgesi yerine geçecek ve tıpkı bunlar gibi iptal davası açmanın ön koşulu sayılacaktır. Dolayısıyla, borç ödemeden aciz belgesi, tahsil dairesine iptal davası açabilme yetkisi vermektedir.

2) Süresi içinde mal beyanında bulunulmaması veya borçlunun haczedilebilir malı olmadığının beyan edilmesi ya da beyan edilen malların satış bedelinin borcunu karşılamaya yetmediği anlaşılması halinde; yapılan haciz sırasında düzenlenen haciz tutanağının geçici aciz belgesi olarak kabul edilip, ayrıca ‘aciz belgesi’  veya ‘aciz fişi’ aranmaksızın haklarında iptal davası açmaya hak kazanılması.

            Ancak, yinelememiz gerekir ki, kamu alacakları için açılacak iptal davalarında aciz belgesi dava koşulu değildir. Burada, özel hukuk alanına giren iptal davalarından farklı olarak kanun koyucu, kamu alacağının tahsilini kolaylaştırmak açısından önemli bir ayrıcalık getirmiştir. Kanun koyucu, borçlunun bu tutumunu ödemede güçsüzlüğe düştüğünün karinesi olarak kabul etmektedir.

 

5.3. İvazsız Tasarrufun Ödeme Gününden Geriye Doğru İki Yıl İçinde Yapılmış Olması Gereklidir

            İptal davası açılabilmesi için her şeyden önce, kamu alacağının kesinleştikten sonra istenebilir hale gelmesi ve zorunlu kovuşturma ve takip yolları sonunda tahsil edilemeyeceğinin anlaşılması gerekmektedir.

            Diğer taraftan, kesinleşmiş ve istenebilir aşamaya gelmiş kamu alacaklarının tahsil edilemeyeceğinin anlaşılması halinde, kamu borçlusunun yaptığı bağışlamaların iptali; diğer bir ifade ile, kamu borçlusunun hukuki işlemleri sonucu üçüncü kişilerin ellerinde bulunan mallara ilişkin tasarrufların iptali;

Borcun tasarruf tarihinden önce doğmuş olmasına[17]; ve

Borçlunun ivazsız tasarruflarının ödeme süresinin başladığı tarihten geriye doğru iki yıl içinde yapılmış olması koşuluna bağlıdır.

Kural olarak kamu alacaklarının ödeme gün ve süreleri kanunlarla belirlenmiş olup, bazı hallerde özellikle ödeme günü kanunda açıklanmayan kamu alacakları Maliye Bakanlığı tarafından yapılacak tebliğden itibaren bir aylık ödeme süresine bağlıdır. Ödeme süresinin son günü ise, kanuni anlamda kamu alacağının vade günü olmaktadır[18]. Ödeme süresinin başlamasından sonra, yapılan karşılıksız işlemler ile bağışlamalar ise, borcun doğum tarihine bakılmaksızın iptal konusu olup hükümsüzdür.

            6183 sayılı Kanunun 27. madde hükmü gereğince, ödeme süresinin başladığı tarihten geriye doğru iki yıl içinde yapılan tasarrufların iptalinde, iki aşamalı bir uygulamanın varlığı gözden uzak tutulmamalıdır. İlk aşamada, bağışlamanın yapıldığı tarihte vergiyi doğuran olayın gerçekleşip gerçekleşmediği aranacaktır. Ancak, kamu alacağı kesinleşmedikçe iptal davasının açılması olanaksızdır. Burada, kamu alacağının kesinleşmesi dava açmanın koşulunu teşkil eder. O halde, tasarrufun yapıldığı tarihte henüz vergiyi doğuran olay gerçekleşmemiş ise, artık iki yıllık sürenin aranmasına gerek yoktur. İkinci aşamada, tasarruf tarihinden itibaren iki yıllık sürenin geçip geçmediğinin incelenmesi gerekmektedir. Eğer tasarrufun yapıldığı tarihte vergiyi doğuran olay henüz ortaya çıkmamışsa; süre ne olursa olsun, işlemin iptali dava edilemez. Çünkü üçüncü kişi, onun mal varlığını görerek ve vergiyle bir ilgisi olmadığını düşünerek borçlu ile bir işlemde bulunmuştur. Aksi halde, kişiler arasında bir güvensizlik, hukuksal işlemlerde de duraksamalar yaratılmış olur. Gerçekten de, vergi dairesinin alacağının henüz doğmadığı bir tarihte, üçüncü kişinin bedelini ödeyerek satın aldığı bir malın, çok sonra alacaklı sıfatını kazanan idareden kaçırıldığını düşünmek, kendi mantığı içinde dahi çelişkilidir[19]. Dava açma sınırı olan iki yıllık süre, hak düşürücü olduğundan, mahkemelerce kendiliklerinden gözetilerek hesap edilmektedir.

 

            6. BORÇLUNUN GEÇERSİZ SAYILAN TASARRUFLARI

            6183 sayılı Kanun, kamu alacağını güvence altına alırken, şüphe uyandıran durumlarda ve veya kötü niyeti açık olan hallerde uygulanacak bazı düzenlemeler yapmıştır. Bu düzenleme ile, borçlunun bazı tasarrufları geçersiz sayılmakta, borçlu ile ilişkisi olan bazı kişilere de belli koşullarda yükümlülükler getirilmektedir.

 

            6.1. İvazsız Tasarruflar ve Bağışlama Sayılan Tasarruflar

            Kanun, borcunu zamanında ödemeyen kamu borçlusunun ivazsız tasarruflarına engeller koyarak, kamu alacağının tahsilini güvenceye almıştır. Bu gruba giren tasarruflar, ivazsız tasarruflardan ve genelde verilmesi alışılmış hediye ya da hibe ölçüsünü aşan bağışlamalardan ibarettir. Bu işlemler 6183 sayılı Kanunun 27 ve 28. maddelerinde düzenlenmiştir. İvazsız tasarrufların hükümsüzlüğü başlığı altında ifade edilen 27. madde hükmü şöyledir: “Kamu alacağını ödememiş borçlulardan, süresinde veya hapsen tazyikine rağmen mal beyanında bulunmayanlarla, malı bulunmadığını bildiren veyahut beyan ettiği malların borcuna yetmeyeceği anlaşılanların ödeme süresinin başladığı tarihten geriye doğru iki yıl içinde veya ödeme süresinin başlamasından sonra yaptıkları bağışlamalar ve ivazsız tasarruflar hükümsüzdür.” 27. madde aşağıdaki unsurları içermektedir:

1) Borçlu, kamu alacağını kısmen veya  tamamen ödememiş olacaktır.         

2) Usulen veya hapsen tazyik edilmesine rağmen mal beyan edilmemiş veya beyan edilen mal, borcu karşılayamamış bulunacaktır.

3) İvazsız tasarruf, ödeme süresinin başlamasından önceki iki yıl içinde yapılmış olacaktır.

            Sayılan unsurlar birlikte bulunmalıdır. Birisinin yokluğu, borçlunun ivazsız tasarrufunun hükümsüz sayılmasına engeldir. Madde hükmü çerçevesinde ivazsız tasarrufların geçersiz sayılması amacıyla iptal davası açılabilmesi için her şeyden önce, kamu alacağının kesinleştikten sonra istenebilir hale gelmesi ve zorunlu kovuşturma ve takip yolları sonunda tahsil edilemeyeceğinin anlaşılması gerekmektedir. İptal davası açılabilmesi için ikinci koşul, borçlunun ivazsız tasarruflarının ödeme süresinin başladığı tarihten geriye doğru iki yıl içinde yapılmış olması koşuludur. Ödeme süresinin başlamasından sonra yapılan karşılıksız işlemler ile bağışlamalar ise borcun doğum ve tarihine bakılmaksızın iptal konusu olup hükümsüzdür.

            Kamu borçlusunca bağışlamada bulunulan kimsenin iyi niyetli veya kötü niyetli olmasının tasarrufun iptalinde herhangi bir önemi bulunmamakla birlikte; kötü niyetli kişiler, mallarını güvendiği kişilere bağışlayarak, borçlarının ödenmesini olanaksız kılmak istemektedirler. Bu kişilerin böylesi kötü niyetli tasarruflarının hükümsüz kılınması amacıyla getirilen bu madde ile kanun koyucu; borcuna yetecek miktarda mal beyanında bulunmadığı halde ivazsız tasarruflarla ve bağışlamalarla mallarını kaçıran ve kamu alacağını ödemekten kaçınan ve böylece icrai takibatı sonuçsuz bırakan kötü niyet sahibi borçluların bu yoldaki tasarruflarını önlemek istemektedir.

            İvazsız tasarruf, Borçlar Kanununun 234-247. maddelerinde ‘Hibe’ adıyla hükme bağlanmıştır. 234. maddede, bağışlama; hayatta olan kimseler arasında yapılan bir tasarruf olduğu ifade edilmektedir. Diğer bir ifade ile bağışlama; bir kimsenin, karşılığında bir ivaz taahhüt edilmeksizin malının tamamını veya bir kısmını diğer bir kimseye temlik eylemesi sözleşmesidir.

            İvazsız tasarruf ise; karşılık alınmadan yapılan bir hukuki işlemdir. Borçlunun karşılıksız olarak alacağında vazgeçmesi, bir mal vermeyi taahhüt etmesi, miras hissesinden feragat etmesi gibi işlemler ivazsız tasarrufa örnek teşkil eder.

            Bağışlama ve ivazsız tasarrufların hükümsüz sayılması ile, kamu alacakları kötü niyet sahibi borçlulara karşı korunmuş olmaktadır. Bununla birlikte, ivazsız tasarruftan faydalanan kimselerin iyi niyetli olması durumu değiştirmez. Ancak bunun için maddede öngörülen sürelere dikkat etmek gerekmektedir.

            Bu madde ile güdülen amaç kamu alacağını korumak ve tahsil etmek olduğuna göre, bu maddeye dayanılarak dava açıldıktan sonra borçlu borcunu karşılayacak miktarda mal bildiriminde bulunursa, dava sebebi ortadan kalkar[20].

            Kanunun 28. maddesi, diğer bazı tasarrufları da bağışlama saymıştır. Mal kaçırmanın kolay yolu olan bağışlama yolunu kapatan kanun, dolaylı bağışlamalara engel olmak için ‘Bağışlama sayılan tasarruflar’ başlığı altında bu tasarrufları 28. madde ile hüküm altına almıştır.

“27’nci maddenin uygulanması bakımından aşağıdaki tasarruflar bağışlama hükmündedir:

            1. Üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) kan hısımlarıyla, eşler ve ikinci dereceye kadar (bu derece dahil) sıhri hısımlar arasında yapılan ivazlı tasarruflar,

            2. Kendi verdiği malın, sözleşmenin yapıldığı sıradaki değerine göre borçlunun ivaz (karşılık) olarak pek aşağı bir fiyat kabul ettiği sözleşmeler,

3. Borçlunun kendisine yahut üçüncü bir kişi menfaatine hayatta kalma koşuluyla irat ve intifa hakkı tesis ettiği sözleşmeler.”

            27. maddede, bağışlama olarak kabul edilen bazı tasarrufların hükümsüz olacağı kabul etmiştir. 27. maddenin uygulanması bakımından, 28. maddede bağışlama olarak kabul edilen ve bu gerekçeyle hükümsüz olan  tasarruflar bir bir sayılmaktadır. Dolayısıyla, bunların bağışlama ile ilgili hukuki şartlara sahip olup olmadıklarına bakılmaksızın mahkemelerce hükümsüzlüğüne karar verilebilecektir. Böylece, borçlu ile üçüncü kişi  dışında kalan alacaklı idarenin bu işlemlere yabancı olması nedeniyle kanıtlamadaki zorluklar bir ölçüde giderilmiş olmaktadır.

            Diğer taraftan 6183 sayılı Kanunun 28. maddesinde sayılan tasarruflar mutlak surette iptale tabi olduğundan alacaklıyı zarara uğratma kastı aranmaz ve bu tasarrufların iyi veya kötü niyetle yapılıp yapılmadıklarının araştırılmasına da gerek yoktur[21] .

            28. maddenin bağışlama saydığı ve 27. maddeye göre hükümsüz kabul edilen işlemler üç grupta toplanabilir. Bunlar:

1) Belli yakınlıktaki kan ve sıhri hısımlara yapılan devirler ve satışlar, bağışlama sayılmaktadır. Bu fıkra hükmü İcra ve İflas Kanununun 278. maddesindeki  “Ana, baba ile evlat ve karı koca arasında yapılan ivazlı tasarruflar” şeklinde ifade edilen hükmünden daha geniş tutulmuştur. Burada, borçlunun belirli derecedeki akrabalarının bu yakınlıkları, borçlunun durumunu bilmelerine karine oluşturmaktadır.

            Gerçekten de kamu borçlusunun vergiyi doğuran olayın ortaya çıkmasından sonra ödeme güçsüzlüğüne düşeceğine yakın bir dönemde özellikle akrabalarıyla yaptığı karşılıksız (bedelsiz) işlemlere geçerlilik süsü vermekte ve karşılıklı (ivazlı) olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, maddede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, ayrıca muvazaanın varlığının kanıtlanması gerekmeyip, iptale karar vermek gerekecektir[22]. Ancak, iptaline karar verilen tasarruf, kamu alacağını aşmamalıdır.

            Diğer taraftan, İcra ve İflas Kanununun 278. maddesi “evlat edinen ile evlatlık arasında yapılan ivazlı tasarruflar” deyimi maddeye eklenmiş ve böylece tasarrufta bedel gösterilmiş olsa dahi, kural olarak işlemin bağışlama sayılacağı kabul edilmiştir. 6183 sayılı Kanunun 28. maddesinde bu konuya yer verilmediği için kamu borçlusunun evlatlığı ile yapmış olduğu ivazlı tasarrufun iptali söz konusu olduğunda 28. madde değil, genel bir hüküm içeren 30. maddenin uygulanması gerekir[23]

2) Aşırı ucuz olarak diğer kimselere varlıkların satışı ve devri. Buna göre, borçlunun verdiği mal karşılığı aldığı ivazlar malın verildiği sıradaki (sözleşmenin yapıldığı sıradaki) değerine göre çok düşük ise, bu şekildeki tasarruflar da bağışlama sayılmaktadır. Ancak, dava açılmadan önce bu uyumsuzluğun saptanması ve belgelendirilmesi gerekmektedir[24]. Nitekim, konuyla ilgili olarak Yargıtay tarafından verilen kararlarda, kamu borçlusunun yapmış olduğu satış veya devrin gerçek değerlerinin saptanmasına ilişkin olarak bilirkişi incelemesini gerekli görmekte, bilirkişi tarafından saptanan rayiç bedeller göz önünde tutularak karar verilmektedir[25]. Yargıtay’ın konuyla ilgili bir uyuşmazlıkta verdiği karar da aynı yöndedir.

            “Satış sözleşmesinde kamyonun gerçek satış bedeli 8.500.000.- lira olarak gösterilmiştir. Aynı senedin başında aracın kasko sigorta değeri 47.720.000.- lira olarak görülmektedir. Bu durumda mahkemenin aracın satış tarihindeki gerçek değerinin ne olduğunun tespiti bakımından bilirkişi incelemesi yaptırması ve noter satış senedindeki ile bilirkişinin tespit edeceği miktar arasındaki fahiş bir nispetsizliğin bulunması halinde davanın kabulü aksi takdirde reddine karar vermesi gerekirken eksik incelemeyle davanın reddedilmesi doğru görülmemiştir. Bu sebeplerle, borçlunun dava konusu kamyonu mal kaçırmak amacıyla satış gibi gösterdiği, bunun delili olarak da satış bedelinin düşüklüğünü gösteren alacaklı davacı idare yararına karar verilmiştir” [26].

            3) Kamu borçlusunun yaptığı, kendisine veya diğer kişilere yaşam boyu gelir veya yararlanma hakkı veren sözleşmeler de bağışlama sayılmaktadır. Bu madde ile kanun koyucu; borçlunun tamamı haczedilebilir mallarını kısmen haczedilebilir irat haline dönüştürmesini önlemek amacını gütmektedir[27].

            Kamu alacaklısı tarafından ivazsız ve bağışlama sayılan tasarrufların hükümsüz sayılması için açılan iptal davalarının devam ettiği sırada, borçlu tarafından vergi mahkemesinde dava açılması halinde vergi mahkemesinde görülen davanın sonucunun beklenmesi gerekmektedir. Nitekim konu ile ilgili Yargıtay kararı da bu yöndedir.

            “İvazsız tasarruflar ve bağışlama sayılan tasarruflar ile ilgili olarak açılan iptal davasının devamı sırasında borçlu tarafından vergi mahkemesinde dava açması halinde, vergi mahkemesinde devam eden davanın sonucunun beklenmesi ve oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekmektedir. Dava süresince vergi tahsilatı durdurulduğuna göre; iptal davasının açıldığı tarihte vergi alacağının kesinleşmediğinden bahisle dava reddedilmemeli ve sonucu beklenilmelidir” [28].

 

            6.2. Geçersiz Sayılan Diğer Tasarruflar

            Kötü niyetli borçluya karşı kamu alacağını korumak amacına yönelik olarak getirilen diğer önlemler, Kanunun 29. maddesinde belirtilmektedir. Bu önlemler, kamu borçlusunun, kamu alacaklısından varlık kaçırmasını engellemeye yöneliktir.

            “Kamu alacağını ödemeyen borçlulardan süresinde veya hapsen tazyikine rağmen mal beyanında bulunmayanlarla, malı bulunmadığını bildiren veyahut beyan ettiği malların borcuna yetmediği anlaşılanların ödeme süresinin başladığı tarihten geriye doğru iki yıl içinde veya ödeme süresinin başlamasından sonra yaptıkları tasarruflardan aşağıda belirtilenler hükümsüzdür:

            1. Borçlunun teminat göstermeyi önceden taahhüt etmiş olduğu haller müstesna olmak üzere borçlu tarafından mevcut bir borcu temin için yapılan rehinler,

            2. Borca karşılık para veya bilinen ödeme araçlarından farklı bir şekilde yapılan ödemeler,

            3. Vadesi gelmemiş bir borç için yapılan ödemeler.”

            29. madde esas itibariyle İcra ve İflas Kanununun 279. maddesine uygunluk arz etmektedir. Her iki madde de borçlunun bazı alacaklılardan mal kaçırma çabalarını boşa çıkarmayı amaçlamaktadır. Ancak aralarında süre itibariyle farklılık fardır. 279. madde bir yıla kadar yapılan tasarrufları geçersiz sayarken 29. madde bu süreyi iki yıla çıkarmaktadır. Diğer taraftan 279. maddeye son fıkra olarak eklenen ‘Kişisel hakların güçlendirilmesi için tapuya verilen şerhler’ in de  hükümsüz sayılması, bu maddeyi 29. maddeye göre daha da güçlendirmiştir.

 

            İptal davasına konu edilen bu tasarruflar, borçlunun ödemede güçsüzlüğünün gündemde bulunduğu bir dönemde yapılmış olup, bir kısım alacaklarını diğerlerine üstün tutarak onları kayırmayı önlemektedir. Gerçekten zorunluluk bulunmadığı halde, borçlunun alacaklısına rehin vermesi, nakit ödeme yerine mal temlikinde bulunması, özellikle henüz ödeme günü gelmemiş bir borcu ödemesi tasarrufun bu amaçla yapıldığını göstermesi bakımından hükümsüz sayılmıştır. Ancak, İcra ve İflas Kanununa göre, iyi niyetli olduğunu kanıtlayan üçüncü kişiler, iptal davasından etkilenmeyecekleri halde, 6183 sayılı Kanunun 29. maddesine göre, üçüncü kişiler iyi niyetli olsalar dahi, yani borçlunun kastını bilmeseler dahi, iptal davasına konu olan tasarruf iptal edilecektir.

 

            Borçlu tarafından yapılan tasarruf, kamu alacağının ödeme süresinin başladığı tarihten önce yapılmış ise, bu tarihten başlamak üzere geriye doğru iki yıl süre içinde gerçekleşmiş olması zorunludur. İki yıl süre içinde yapılan tasarruflar iptale tabi tutulabilir. Diğer taraftan, tasarruf, vergiyi doğuran olaydan önce yapılmış ise iptal yoluna gidilemez.

 

            Bütün bu hükümsüz sayılan işlemler ve fiiller 29. maddenin birinci fıkrasındaki iki yıl içinde veya ödeme süresinin başlamasından sonra yapılmış tasarrufları ifade etmektedir. Birinci bent hükmü, borçlunun mevcut bir borcu temin için sonradan verdiği rehinleri hükümsüz saymaktadır. Ancak borçlu, böyle bir borcu teminat karşılığı yapmış ve bunu da daha önce taahhüt etmişse bu sözleşme, hüküm ifade edecektir. İkinci bent hükmü, borca karşılık para veya alışılmış ödeme araçlarından (çek, emre muharrer senet gibi) başka bir şekilde (emtia, eşya ve gayrimenkul mal gibi) yapılan ödemeleri, üçüncü bent ise, vadesi henüz gelmemiş bir borç için yapılan ödemeleri hükümsüz saymaktadır[29].

 

            Bu madde kapsamına giren olaylar hakkında beş yıllık hak düşürücü süre ve kötü niyet esasına dayanan 30. madde hükmü uygulama olanağı bulunmamaktadır. Maddenin uygulama koşullarını özetlemek gerekirse[30] :

1) Kesinleşmiş bir kamu alacağının varlığı gereklidir.

2) Borçlunun mal beyanında bulunmamış ya da malı bulunmadığını bildirmiş veya varlığını bildirdiği malın borcuna yetmediği anlaşılmış olmalıdır.

3) Maddede sayılan tasarrufların ödeme süresinin başlamasından geriye doğru iki yıl içinde veya ödeme gününün başlamasından sonra yapılmış bulunmalıdır.

4) Bu tasarruflar, kamu borcunu doğuran olayın gerçekleşmesinden sonra yapılmış olmaları zorunludur.

5) Hükümsüz sayılan tasarruflar, maddede belirtilenlerden ibarettir.

            Borçlunun kamu alacağının doğumundan önce oluşan bir borcuna herhangi bir teminat göstermemişse ya da sözlü olarak teminat göstermişse yapılan bu anlaşma, aynı borçlunun kamu borcunu ödememesi nedeniyle, daha önce verdiği teminatın hükümsüz olmasına neden olacaktır. İyi niyetli bir mükellef, yakın bir dostundan borç alırken ona teminat vermeyi sözlü olarak taahhüt etmiş olduğu takdirde, kamu borcunu ödemediği için sözünü yerine getirmek üzere sonradan verdiği teminat geçersiz sayılabilir. Bu nedenle mükelleflerin, teminat vermeyi sonraya bıraktığı halleri yazılı belgeye bağlamaları ve bu belgenin muvazaalı olduğu iddiası ile karşılaşmamaları için gereken önlemleri almaları gerekmektedir. İş hayatında pek çok güvenilir kişi, teminatı daha sonra vermek üzere borçlanmaktadır. Bu ilişkiler, sonradan taraflara zarar vermemek için, belgelerle sağlam esaslara bağlanmalıdır.

 

            6.3. Borç Ödemeyi Engelleyen Tasarruflar

            Kamu alacağının tahsiline imkan bırakmamak amacıyla yapılan tasarruflar kanunun 30. maddesinde hüküm altına alınmakta ve bu tasarruflar geçersiz sayılmaktadır. “Borçlunun malı bulunmadığı veya borca yetmediği takdirde kamu alacağının bir kısmının veya tamamının tahsiline imkan bırakmamak maksadıyla borçlu tarafından yapılan tek taraflı işlemlerle borçlunun amacını bilen veya bilmesi gereken kimselerle yapılan bütün işlemler tarihleri ne olursa olsun hükümsüzdür.”

            Bu madde İcra ve İflas Kanununun 280. maddesine tekabül etmektedir. Ancak aralarında bazı farklar vardır. 280. maddede borçlunun hükümsüz tasarrufları;

1) İyi niyetli ve basiretli tacire uymayan tasarruflar ile

2) Alacaklısını zarara sokmak kastı ile yapılan tasarruflar

olmak üzere ikiye ayırarak, bunlar hakkında farklı hükümler vermektedir. İlk tasarrufların butlanı; borçlu aleyhine olaydan itibaren iki yıl içinde haciz ve iflas başvurusu yapılması halinde mümkün olabilir. İkinci tasarruflar için butlan kararında zamanın önemi yoktur.

            30. madde hükmü ile kamu alacağının tahsiline imkan bırakmamak maksadıyla yapılan tasarruflar kapsanmaktadır. Malı bulunmayan veya mevcut malı borcuna yetmeyen kamu borçlusunun, kamu alacağının kısmen veya tamamen tahsilini önlemek ve engellemek maksadıyla yaptığı bir taraflı tasarruflar mutlak olarak hükümsüz sayılmaktadır. Nitekim Yargıtay da bu konuda;

            “İptal davasına konu olan kamu alacağının kesinleştiği belirgin olan davada, şirketin finansal zorluklar nedeniyle davalıya devredildiği anlaşılmaktadır. Davalının, borçlunun vergi borcu bulunduğunu ve kamu alacağının tahsiline imkan vermemek için tasarrufa giriştiğini bildiği veya bilmek durumunda olduğunun kabulü gerekir. Aksi durumun benimsenmesinin hayatın olağan akışına uygun düşmeyeceği apaçık ortadadır. Kaldı ki, vergi borcu devrolunan ticari işletme ile ilgili olup ticari işletmenin devir alınmış olunması nedeniyle davalı Borçlar Kanununun 179. maddesi uyarınca borçtan sorumludur.” [31]

şeklinde karar vererek, kamu alacağının tahsilini engellemek amacıyla yapılan bir taraflı muamelelerin hükümsüz olduğu; borçlu ile ilişkiye giren üçüncü kişilerin ise, yapılan tasarrufların  hangi amaçla yapıldığını bildiği ya da bilmek durumunda olduğu kabul edilmektedir.

            Bir taraflı muameleler, karşı tarafın irade beyanına lüzum kalmaksızın sadece kamu borçlusunca yapılan hukuki tasarruflardır. Örneğin, haksız bir ödeme emrine itiraz etmemek, poliçede protesto çekmemek, davada kabul veya çekilme, yeminden çekinme ve sulh gibi hukuki muamelelerdir. Konuyla ilgili olarak Danıştay Yedinci Dairesinin 1990/1491 sayılı kararında[32], borçlu ve ortaklarının kamu alacağının tahsiline imkan bırakmamak üzere kendi mal varlıklarını kaçırmak amacıyla yeni kurulan şirket ortaklığına koyduğu sermayenin iptali istenen muamele ve tasarrufun konusunu teşkil ettiği, kamuya olan borcunu ödemeyen kişinin, başka bir şirkete koyduğu sermayenin, yeni şirketin değil borçlunun olduğu, dolayısıyla bu tasarrufun iptal edilerek sermayenin ihtiyati haciz konusu  olacağı kabul edilmiştir.

            Öte yandan, kamu borçlusunun, kamu alacağının tahsiline imkan bırakmayacak şekilde, kasıtla hareket ettiğini bilen veya bilmesi lazım gelen kimselerle yaptığı bütün hukuki muameleler tarihleri ne olursa olsun hükümsüz olduğu ifade edilmektedir[33]. Bu kimseler İcra ve İflas Kanununun 280/3.maddesinde; borçlunun karı veya kocası, usul veya füruu ile üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) kan ve sıhri hısımları, evlat edineni veya evlatlığı olarak belirlenmesine karşın, Amme Alacaklarının Takip Usulü Hakkındaki Kanunun 30. maddesinde bu konuda bir sınırlama getirilmemiştir. Bu madde ile getirilen korunma hükmü, diğer korunma hükümlerinden farklı olarak kötü niyete dayalı bütün işlemlerin tarihleri ne olursa olsun iptale mahkum olduğunu vurgulamaktadır [34]. Ancak bu maddede İcra ve İflas Kanununun 280. maddesinde alacaklı yararına öngörülen kötü niyet karinesi yer almadığından, kamu borçlusu ile muamelelerde bulunan kişilerin kötü niyetli olduklarının, alacaklı tahsil dairesi tarafından ispatı gerekmektedir. Bu üçüncü kişilerin borçlunun eşi, usul ve füruu ve üçüncü dereceye kadar sıhri hısım oluşu durumu değiştirmemektedir. Yargıtay’ca, ticari bir işletmenin veya işyerindeki emtianın tamamının veya bir kısmının borçlu tarafından devrinde, satın alanın borçlunun alacaklılarına zarar kastını bildiği; benzer şekilde, ticaret terk eden tacirin işyerini iş ortağına, yanında çalışan kalfasına, işçisine devretmesi halinde bu kişilerin iyi niyetli olmadıkları kabul edilmektedir[35].

            Diğer taraftan, maddedeki tasarrufların geçersizliği, 26. maddedeki dava zamanaşımı süresi ile sınırlıdır. Yani 26. maddedeki beş yıllık dava zamanaşımı süresi dolmuşsa dava açılamaz. Söz konusu süre, hak düşürücü bir süre olduğundan; dava sırasında ileri sürülmemiş olsa dahi mahkemelerce re’sen dikkate alınması gerekmektedir.

 

            6.4. Hükümsüz Sayılmada Zamanaşımı

            Kanun koyucu, borçlu tarafından yapılan tasarrufların geçersiz sayılması amacıyla açılacak iptal davalarını belirli bir süre ile sınırlamıştır. Bu sınırlamaya ilişkin 26. madde hükmü şu şekildedir: “27, 28, 29 ve 30’uncu maddelerde sözü geçen tasarrufların meydana geldiği tarihten beş yıl geçtikten sonra anılan maddelere dayanılarak dava açılamaz.”

            27, 28, 29 ve 30’uncu maddelerde öngörülen tasarrufların vukuu tarihinden beş yıl geçtikten sonra anılan maddelere dayanılarak iptal davası açılması mümkün değildir. Başka bir ifade ile, bu beş yıllık süre; maddenin kesin  ifadesine göre hak düşürücü bir süredir. Bu süreyi kesen veya durduran nedenler kanunda belirtilmemiştir.

            Madde ile ilgili olarak üzerinde durulması gereken diğer bir husus, beş yıllık sürenin aynı kanunun 27 ve 29. maddelerinde belirtilen iki yıllık süreler ile çatışması durumunda hangi süreye öncelik tanınacağı, ya da her iki sürenin birlikte uygulanıp uygulanmayacağı sorunudur. Ancak belirtmek gerekir ki, 27 ve 29. maddelerde yer alan süreler 26. maddeye göre daha özeldir ve bu sürelere bağlı olarak yapılan iptallerde 26. maddedeki hükmün uygulama olanağı kalmamaktadır. Nitekim Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin kararı da bu yöndedir[36].

 

            7. İPTAL DAVASINDA GÖREVLİ MAHKEME VE YETKİ

            Kamu alacağının ödenmesini engellemek için borçlunun malvarlığını tamamen veya kısmen elden çıkarmasını önleyen iptal davaları, dava konusu miktara göre[37] sulh hukuk ve asliye hukuk mahkemesinde açılır. Bu saptamaya, iptal davalarının genel mahkemelerde görüleceğine ilişkin 24. madde hükmü kaynaklık etmektedir. Dolayısıyla, ister alacaklı kamu idaresi, ister üçüncü kişiler tarafından açılmış olsun, iptal davalarının adliye mahkemelerinde görülmesi zorunludur. Alacaklı kamu idaresi genel mahkemelerde müstakil bir şekilde iptal davası açabileceği gibi, açılmış bir istihkak davasına karşılık dava olarak da iptal davası açabilir. Diğer bir ifade ile, tahsil dairesinin yaptığı hacze karşı üçüncü kişiler istihkak davası açmışlarsa ve alacaklı kamu idaresi hacizli malın borçluya ait olduğu iddiasında ise, karşılık dava şeklinde iptal davası açılabilecektir.

            İptal davasında adliye mahkemelerinin görevleri, alacağın miktarına göre saptanmaktadır. Sözü edilen genel mahkeme, kesinleşerek ödenmemiş kamu alacağının miktarı ile iptal konusu tasarruf değerinden hangisi az ise ona göre değişen sulh hukuk veya asliye hukuk mahkemesidir[38].

            6183 sayılı Kanunda, iptal davaları yönünden yetki kuralı getirilmemiştir. Bu nedenle, tasarrufların iptaline ilişkin olarak açılacak iptal davalarında yetki, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 9. ve devam eden maddelerine göre çözümlenmektedir. Anılan kanun hükmüne göre her dava kanunda aksine hüküm bulunmadıkça açıldığı tarihte davalının ikametgahı sayılan yer mahkemesinde görülür[39].

 

            8. İPTAL DAVASININ SONUÇLARI

            6183 sayılı Kanunun 31.maddesi, iptal davasının kabul edilmesi halinde alacaklı kamu idaresi yararına ne gibi sonuçlar doğuracağını düzenlemektedir. Burada, kamu alacaklısı idarenin açtığı iptal davasını kazanması halindeki koşullar değerlendirilmektedir. Madde hükmüne göre:

            “27, 28, 29 ve 30’uncu maddelerde sözü edilen tasarruf ve işlemlerden faydalananlar elde ettiklerini elden çıkarmışlarsa takdir edilecek bedelini vermeye bu kanun hükümleri dairesinde mecburdurlar. Bunlar karşılık olarak verdikleri şeyden dolayı alacaklı kamu idaresinden bir talepte bulunamazlar.”

            Madde esas itibariyle üçüncü kişilerin hakları ile uymaya zorunlu oldukları hususları düzenlemektedir. Anılan madde hükmüne göre, 27-30. maddeler uyarınca hükümsüz sayılan tasarruf ve muameleler alacaklı kamu idareleri tarafından iptal ettirildikleri takdirde bunlardan faydalanan üçüncü kişiler elde ettikleri şeyleri aynen iade etmek durumundadırlar. Ancak, o şeyleri ellerinden çıkarmış olanlar bu şeylerin takdir edilecek bedellerini 6183 sayılı Kanun hükümleri dairesinde vermek, yani ödemek mecburiyetindedirler. Kamu borçlusunun yaptığı tasarrufların geçersiz sayılması ile ilgili iptal davasının sonuçları, esas itibariyle üçüncü kişilere yönelik olmakla beraber, iptal davası kamu borçlusu ve üçüncü şahıslar hakkında farklı sonuçlar doğurmaktadır[40].

 

            8.1. Kamu Borçlusu Açısından

            31. maddede, tasarrufun iptali halinde borçlu mallarının ne şekilde ve ne miktarda geri verileceğine dair bir hüküm mevcut değildir. Buna karşın, İcra ve İflas Kanununun 283. maddesinde “davacı, iptal davası sabit olduğu takdirde, bu davaya konu teşkil eden mal üzerinde cebri icra yoluyla hakkını almak yetkisini elde eder ve davanın konusu gayrimenkul ise, davalı üçüncü şahıs üzerindeki kaydın tashihine mahal olmadan o gayrimenkulün haciz ve satışını isteyebilir” hükmüne yer verilmiştir. Görülüyor ki, davaya konu mal ister borçlu ister üçüncü kişi elinde olsun iptal davasının kabulü halinde alacaklı bunu derhal haczettirmek hakkına sahiptir.

            6183 sayılı Kanunda benzer bir hüküm yoksa da, alacaklı kamu idaresi iptal davasının kesinleşmesi ile, üçüncü kişide bulunan taşınır mala derhal haciz uygulayarak satışı yoluna gidebilir.

            Ancak, davanın konusu taşınmaz ise, taşınmazın mülkiyeti üçüncü kişiye geçmiş ve tapu kütüğüne yazılmış olduğundan alacaklı kamu idaresinin alacağının  temin için taşınmaz tapusunun iptalini istemesi mümkün değildir; çünkü, bu konuda bir hüküm mevcut değildir. Bu nedenle, 6183 sayılı Kanunda yer alan 31. maddenin yorumlanmasında İcra ve İflas Kanununun 283. maddesinden yararlanılması gerekmektedir[41]

            6183 sayılı Kanunda takip hukukuna giren iptal davaları, borçlunun üçüncü kişilerle yaptığı tasarruflarla ilgilidir. “İptal davaları, aynî nitelikte dava olmayıp, borçlu tarafından yapılan tasarrufun alacaklıya karşı geçersiz olduğunun saptanmasına ilişkindir. Bu nedenle, tasarrufa konu edilen malın mülkiyetini değiştirici nitelikte bir hüküm kurulamaz. Diğer bir ifade, ile iptal davası sonucu davaya konu edilen malın mülkiyetine ait sicil kaydının iptali ve borçlu adına tesciline dair verilecek karar, Yasa hükmüne aykırılık teşkil eder. Mahkemece davadaki taşınmaz hakkında borçlu tarafından yapılan tasarrufun iptaline karar verilmesi ile yetinilmesi gerektiği halde, tapunun iptali ve borçlu adına tesciline hüküm kurulması yanlıştır” [42]. Üçüncü kişilere geçen mülkiyetin iptali değil, borçlunun giriştiği işlem davaya konu edilmektedir. Yapılan tasarruf iptal edilince alacaklı da doğal olarak hakkını taşınır veya taşınmaz malın bedelinden elde edebilir ve böylece iptal davasından güdülen amaç gerçekleşmiş olur. “Kural olarak iptal davasına konu edilen tasarruflar muvazaalı sözleşmelerden farklı olarak hukuken geçerlidir. Diğer bir ifade ile, muvazaalı sözleşmelerde, görülen sözleşme değil, tarafların gerçek iradelerine uygun bulunan sözleşme tarafları bağlayıcı olduğu halde, takip hukukunda düzenlenen tasarruflar özel hukuk ilişkisi açısından geçerliliğini korumaktadır. Bu nedenledir ki, alacaklının gerçek alacak ve ayrıntılarına yetecek miktardaki tasarrufun iptali, bunun dışında kalan kısım geçerliliğini koruyacağından, olduğu gibi bırakılması gerekmektedir. Yasa koyucu bu özelliği gözeterek iptal davasının varlığı halinde davaya konu teşkil eden mal üzerinde icra kovuşturması yapabileceğini, davanın konusu taşınmaz mal olduğu takdirde ise, üçüncü kişi üzerindeki kaydın düzeltilmeksizin taşınmazın haciz ve satışının istenebileceğini öngörmüştür” [43].

 

            8.2. Üçüncü Kişiler Açısından

            Tasarrufun konusu taşınmaz mülkiyeti olup da tapu kaydı üçüncü kişi adına yazılmışsa, bunun satışı için iptal davasının kesinleşmesi ve kaydın borçlu adına düzenlenmesine gerek olmadan satışa çıkarılabilmesi olanaklıdır.

            İptal davalarından amaç, alacağın tahsiline yeter derecede olmak üzere tasarrufun iptaline hükmetmektir. Diğer yandan, taşınmazın tapu kaydı ya da motorlu araçların trafikte kayıt ve tescili idari bir işlemdir; yargı yerinin bu konuda bir karar vermesi istenemez. Dolayısıyla, kesinleşen vergi borcunun ödenmesi için, üçüncü kişi lehine kaydı yapılmış tapunun iptaline ve borçlu adına düzeltilmesi yanlıştır. Yapılması gereken, vergi ve ayrıntılarına yetecek miktardaki tasarrufun iptaline karar verilmesidir. Nitekim, Yargıtay kararları da bu görüş doğrultusundadır:

            “6183 sayılı Amme Alacaklarının Takip Usulü Hakkındaki Kanunun 24 ve bunu izleyen maddelerinde düzenlenen iptal davalarından amaç, kamu alacağının tahsiline yetecek miktardaki tasarrufun, kamu idaresini bağlamayacağına hükmettirmektir. Çünkü, bu gibi tasarruflar muvazaalı sözleşmelerden farklı olarak geçerli ve tarafları bağlayıcı niteliktedir. Böyle olunca, kamu idaresi alacağını tahsil ettikten sonra, tasarruftan artan olursa, borçlu, artan kısmı,  tasarrufta bulunduğu 3. kişiye bırakmak zorundadır. Örneğin, tasarrufun konusu taşınmaz mülkiyeti olduğu takdirde, bunun alacaklı idarenin satış komisyonu aracılığı ile satışı yapılacak kamu alacağı, satış masrafları vs. varsa diğer ayrıntıları alacaklı kamu idaresine ödenecek, geriye kalan olursa borçluya değil, tapu maliki 3. kişiye geri verilecektir. Tapunun iptaline ve borçlu adına yeniden tesciline karar verilmesi halinde, iptal davalarında bu tür bir sonuç, amacı aşacağı gibi, borçlu ile 3. kişi arasında mevcut olan ve hukuken geçerli bulunan sözleşme gereğince borçluya düşen edimin tümü ile yerine getirilmesi olanaksız duruma gelmiş olur” [44]

            Borçlu ile üçüncü kişiler arasında iptale konu olan tasarruflar hukuken geçerli sözleşmelerdir. Borçlunun kamu alacağının ödenmesini olanaksız bırakmak amacıyla böyle bir tasarrufta bulunması nedeniyle, bu tasarrufun hükümsüz kılınması için alacaklı kamu idaresinin açtığı iptal davası ile, taşınmazın satılarak bundan kamu alacağının tahsili sağlanabilmekte; ancak, tapu kaydının borçlu lehine düzeltilmesini isteyememektedir. Aksi halde, tapunun iptali ve borçlu adına yeniden tescili halinde, alacak miktarı aşılmış olabilir. Bu durum, iptali istenen tasarrufun alacak miktarı ile sınırlı olması koşuluna ve hukuken geçerli bir tasarrufun bir bölümünün de iptal edilmesine neden olur. Bu nedenlerle, satış bedelinde artan kısmın hukuken taşınmazın maliki durumunda olan üçüncü kişiye ödenmesi gerekmektedir.

            İptale konu tasarruf taşınır mülkiyetine ilişkin ise, tahsil dairesi bunu haciz ve satışa çıkarmak hakkını elde etmiş olur. İptale konu olan mal elden çıkarılmış, yani borçlu ile işlemde bulunan üçüncü kişi tarafından başkasına devredilmiş olması halinde; üçüncü kişinin, elden çıkardığı malın takdir edilecek bedelini tahsil dairesine ödenmesi gerekmektedir. Burada, üçüncü kişinin elden çıkardığı malın bedeli, kanun hükümleri çerçevesinde saptanacaktır. Üçüncü kişiler karşılık olarak aynen verdikleri veya bedelini ödedikleri şeylerden dolayı alacaklı kamu idarelerinden her hangi bir talepte bulunamazlar. Ancak, ödemek durumunda oldukları bedel nedeniyle kamu borçlusuna rücû hakkını kullanabilecektir.

 

            9. SONUÇ

            6183 sayılı Kanunun 24-31. maddeleriyle İcra ve İflas Kanununun 277-284. maddelerinde düzenlenen iptal davaları, borçluların alacaklılarına zarar veren bazı tasarruflarının hükümsüz hale gelmesini sağlayan bir dava şeklidir.

            Birbirine paralel olarak düzenlenmiş her iki takip usulünde de uygulanacak yöntem ve güdülen amaç aynı olmasına rağmen, ‘kamu alacakları’ nedeniyle açılacak iptal davalarının koşulları ve sonuçları 6183 sayılı Kanunda düzenlendiğinden, özellikleri bakımından ‘öncelikle’ uygulanmalarında zorunluluk vardır. Bu öncelik, kamu alacağının ‘hazinenin üstünlüğü’ veya ‘kamu hukuku’ düşüncesine dayanmaktadır.

            6183 sayılı Kanunun öngördüğü iptal davaları ile, kamu alacağını ödememiş borçlulardan, süresinde veya hapisle tazyikine rağmen mal beyanında bulunmayanlarla, malı bulunmadığını bildiren veyahut beyan ettiği malların borcuna yetmediği anlaşılanların ödeme süresinin başladığı tarihten geriye doğru iki yıl içinde veya ödeme süresinin başlamasından sonra yaptıkları bağışlamalar ve ivazsız tasarruflar ile kamu alacağının bir kısmının ya da tamamının tahsiline olanak bırakmamak amacıyla borçlu tarafından yapılan tek taraflı hukuksal işlemlerle, borçlunun amacını bilen veya bilmesi gereken kimselerle yapılan bütün hukuksal işlemlerin tarihleri ne olursa olsun hükümsüzlüğünü sağlamak ve bu yol ile kamu alacağını tahsil etmek amaçlanmaktadır.

            Borçlu tarafından yapılan tasarrufun iptaliyle birlikte, davacı (alacaklı tahsil dairesi) dava konusu edilen mal üzerinden, hakkını cebri icra yoluyla almaktadır.

            Kamu borçlusunun 28 ve 29. maddelerde sayılan tasarrufları, ödeme süresinin başladığı tarihten geriye doğru iki yıl içinde veya ödeme süresinin başlamasından sonra yapması halinde hükümsüz sayılmaktadır. Buna karşın, kamu alacağının tahsiline olanak bırakmamak amacıyla yapılan tasarruflar, 30. madde ile, tarihleri ne olursa olsun hükümsüz sayılmaktadır. 28 ve 29. maddelerde sayılan tasarrufların iptalinde, kamu borçlusunun ya da onunla ilişkiye giren kişilerin kötü niyetli olup olmadığı önem taşımaz iken; 30. maddede borçlunun kötü niyetle yaptığı hileli tasarrufların iptali öngörülmektedir. Bu nedenle, borçlunun amacını bilen veya bilmesi gereken kimselerle yapılan bir taraflı bütün işlemler, tarihleri ne olursa olsun hükümsüz sayılmaktadır.

            Bununla birlikte, tasarrufun tarihi ne olursa olsun iptal davası açma hakkı, tasarrufun yapıldığı tarihten itibaren beş yıl geçmekle düştüğünden, alacaklı kamu idarelerinin iptal istemiyle ilgili olarak tasarrufun yapıldığı tarihten itibaren 5 yıl içinde dava açmaları gerekir.

            İptal davalarında yapılan tasarrufun tümünün eski duruma getirilmesi gibi bir uygulamaya yer verilmemiş, iptali gereken işlem, alacağın ve ayrıntılarının miktarı ile sınırlı tutulmuştur. Çünkü, iptal davası ile güdülen amaç, borçlu tarafından yapılan tasarrufun alacaklı kamu idaresini bağlamayacağına hükmettirmek; ve kamu alacağının tahsiline yetecek miktardaki tasarrufun hükümsüz sayılmasını sağlamaktır.

            İptal davaları aynî nitelikte dava olmadığından, borçlu tarafından yapılan tasarrufun alacaklıya karşı hükümsüz olduğunun saptanmasına ilişkindir. Bu nedenle tasarrufa konu edilen malın mülkiyetini değiştirici nitelikte bir hüküm konulamaz. Diğer bir ifade ile, iptal davası sonucu, davaya konu edilen malın mülkiyetine ait sicil kaydının iptali ve borçlu adına tesciline ilişkin verilecek karar, Kanun hükmüne aykırılık oluşturur. Mahkemece, davadaki taşınmaz hakkında borçlu tarafından yapılan tasarrufun iptaline karar verilmesi ile yetinilmesi gerekmektedir. Aksi halde, tasarrufun tümünün eski duruma getirilmesi, tapu kaydının veya trafik kayıt ve tescilinin değiştirilmesi gibi uygulamalar, iptal davasının amacını aşacaktır. Çünkü, bu gibi tasarruflar muvazaalı sözleşmelerden farklı olarak geçerli ve tarafları bağlayıcı niteliktedir. Dolayısıyla, davanın konusu menkul mal ise, alacaklı kamu idaresi taşınırın haczini isteyecektir; gayrimenkul ise, üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan taşınmazın haczini ve satışını isteyebilecektir.

            Uygulama açısından görülen sorunların başında, borçlunun kamu alacağının doğumundan önce oluşan bir borcuna herhangi bir teminat göstermemişse ya da sözlü olarak teminat göstermişse yapılan bu anlaşma, aynı borçlunun kamu borcunu ödememesi nedeniyle, daha önce verdiği teminatın hükümsüz olmasına neden olmasıdır. Bu durumda iyi niyetli bir mükellef, yakın bir dostundan borç alırken ona teminat vermeyi sözlü olarak taahhüt etmiş olduğu takdirde, kamu borcunu ödemediği için sözünü yerine getirmek üzere sonradan verdiği teminat geçersiz sayılacaktır. Bu nedenle mükelleflerin, teminat vermeyi sonraya bıraktığı halleri yazılı belgeye bağlamaları ve bu belgenin muvazaalı olduğu iddiası ile karşılaşmamaları için gereken önlemleri almaları gerekmektedir. İş hayatında pek çok güvenilir kişi, teminatı daha sonra vermek üzere borçlanmaktadır. Bu ilişkiler, sonradan taraflara zarar vermemek için, belgelerle sağlam esaslara bağlanmalıdır.

 



*Kırıkkale Üniversitesi İİBF Öğretim Görevlisi

[1] Mualla ÖNCEL, Nami ÇAĞAN ve Ahmet KUMRULU, Vergi Hukuku -Genel Kısım-, Cilt-1, 2.Bası, A.Ü.S.B.F. Yayınları: 548, Ankara, 1985, s. 181

[2] Yargıtay 15. HD. 26.10.1996 T. ve E.1996/637, K.1996/801

[3] Yargıtay 4. HD. 23.12.1982 T. ve E.1982/10311, K.1982/11654 (İçtihat Bülteni, Maliye Bakanlığı APKK Başkanlığı Yayın No: 1986/272, s. 175)

[4] Yargıtay 4. HD. 30.05.1977 T. ve E.1976/11500, K.1977/3670 (M.Cengiz ÜNLÜ,  Açıklamalı -İçtihatlı 6183 Sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun, Seçkin Yayınevi, Ankara, 1995, s. 262)

[5] Yargıtay 15. HD. 18.12.1990 T. ve E.1990/4505, K.1990/5592 (ÜNLÜ, a.g.e., s.258)

[6] Yargıtay 15.HD. 14.11.1996 T. ve E.1996/1126, K.1996/1085

[7] Yargıtay 4. HD. 23.12.1982 T. ve E.1982/10311, K.1982/11654 (İçtihat Bülteni, Maliye Bakanlığı APKK Başkanlığı Yayın No: 1986/272, s. 176)

[8] Yargıtay 15.HD. 21.10.1991 T. ve E.1991/4234, K.1991/4949

[9] ÜNLÜ, a.g.e., s. 263

[10] Yılmaz ÖZBALCI, Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkındaki Kanun Yorum ve Açıklamaları, Ankara, 1987, Feryal Matbaacılık Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi,  s. 248

[11] Yargıtay 4. HD. 23.12.1982 T. ve E.1982/10311, K.1982/11654 (İçtihat Bülteni, Maliye Bakanlığı APKK Başkanlığı Yayın No: 1986/272, s. 175)

[12] ÜNLÜ, a.g.e.,  s. 256

[13] Yargıtay 15. HD. 08.11.1982 T. ve E.1982/1849, K.1982/3637 (Edip ŞİMŞEK, Amme Alacakları Tahsil Usulü Kanun Şerhi, Uygulama ve İçtihatlar, 2. Baskı, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul 1996, s. 231)

[14] Yargıtay 15. HD. 29.06.1994 T. ve E.1994/6377, K.1995/76

[15] ŞİMŞEK, a.g.e., s. 210

[16] Yargıtay 15. HD. 26.06.1989 T. ve E.1989/2590, K.1989/3085 (ÜNLÜ, a.g.e., s.264)

[17] Yargıtay 15. HD. 12.03.1990 T. ve E. 1989/5428, K. 1990/1098 (ŞİMŞEK, a.g.e., s. 258)

[18] Yargıtay 15. HD. 29.06.1995 T. ve E. 1994/6377, K. 1995/76

[19] ŞİMŞEK, a.g.e., s. 209

[20] ÖZBALCI, a.g.e., s.250

[21] Yargıtay 13. HD. 25.06.1979 T. ve E.1979/3011, K.1979/3770 (ŞİMŞEK, a.g.e., s. 265)

[22] Yargıtay 13. HD. 18.04.1977 T. ve E.1977/1678, K.1977/2152 (ŞİMŞEK, a.g.e., s. 265)

[23] ŞİMŞEK, a.g.e., s. 259

[24] ÖZBALCI, a.g.e., s. 251

[25] Yargıtay 15. HD. 03.02.1987 T. ve E.1987/88, K.1987/314; Yargıtay 15. HD. 05.12.1988 T. ve E. 1988/3009, K.1988/4140 (ŞİMŞEK, a.g.e., s. 267-270)

[26] Yargıtay 15. HD. 28.09.1993 T. ve E.1993/5727, K.1994/1006

[27] ÖZBALCI: a.g.e., s. 252

[28] Yargıtay 15. HD. 29.06.1995 T. ve E. 1994/6377, K. 1995/76

[29] ÖZBALCI, a.g.e., s. 253

[30] ŞİMŞEK, a.g.e., s. 273-274

[31] Yargıtay 15. HD. 22.09.1995 T. ve E.1995/6572, K.1995/7119

[32] Selahattin ÖZMEN, Amme Alacaklarının Tahsil-Ödeme Klavuzu, Beta Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 1996, s. 402

[33] Yargıtay 15. HD. 18.09.1990 T. ve E.1990/1801 K.1990/3429

[34] ÖZBALCI, a.g.e., s. 256

[35] ÜNLÜ, a.g.e., s. 283

[36] Yargıtay 13. HD. 23.09.1974 T. ve E.1974/2101, K.1974/2073 (ŞİMŞEK, a.g.e., s. 249)

[37] Açılacak davaya esas olan miktar 200 Milyon TL'sından aşağı ise dava,  Sulh Hukuk Mahkemesinde; bu miktardan yüksek ise Asliye Hukuk Mahkemesinde açılmaktadır.

[38] Yargıtay 15. HD. 26.11.1986 T. ve E.1986/754, K.1986/3975 (ÜNLÜ, a.g.e., s. 259)

[39] Yargıtay 15. HD. 11.09.1990 T. ve E.1990/3541,K. 1990/3256

[40] ŞİMŞEK, a.g.e., s. 294-296

[41] Yargıtay 15. HD. 26.03.1990 T. ve E.1990/32, K.1990/1364 (ÜNLÜ, a.g.e., s. 288)

[42] Yargıtay 15. HD. 23.01.1990 T. ve E.1989/4223, K.1990/81

[43] Yargıtay 15. HD. 01.02.1990 T. ve E.1989/4294, K.1990/295

[44] Yargıtay 15. HD. 19.02.1990 T. ve E.1989/4146, K.1990/639; Yargıtay 15. HD. 26.01.1990 T. ve E.1988/4084, K.1988/157 (ŞİMŞEK, a.g.e., s. 236-238)