YIL: 7

SAYI: 83

KASIM 2004

 

 

önceki

yazdır

 

 

Talat SARAL

 

 

  

YENİ KAPİTÜLASYONLAR, GÜMRÜK BİRLİĞİ


 

Ankara, 25.10.2003

 

I. Giriş

 

1963 yılında imzalanan Ankara Antlaşması ile resmen başlayan AET/AB ile ilişkilerimiz, geçen 40 yıllık sürede çok inişli-çıkışlı bir yol izlemiştir. Bu yolun başlıca kilometre taşları şunlardır:

 

·    1971 yılında Katma Protokol’un imzalanması ve 1973 yılında yürürlüğe girmesi, (hazırlık döneminin tamamlanması),

·    1976 yılında Türk tekstil ürünlerine AET’nin haksız kota uygulamaya başlaması,

·    1978-1987 döneminde Türkiye’nin bu kota uygulamasına karşılık gümrük indirimlerini ertelemesi,

·    1976-1986 döneminde başlaması gereken, AET’de Türk iş gücünün serbest dolaşımının, özellike Almanya’nın isteği üzerine  ve tek yanlı olarak tamamen rafa kaldırılması,

·    1981’de Yunanistan’ın tam üye oluşuyla birlikte Türkiye’ye taahhüt edilen mali yardımların veto edilmesi (4. mali protokol),

·    1987 Nisanında tam üyelik için Brüksel’e resmen başvurulması,

·    1988-1995 döneminde, ertelenmiş gümrük indirimlerinin hızlandırılarak tekrar yapılmaya başlanması ve tamamlanması,

·    1989 Haziranında tam üyelik başvurumuzun reddi, ancak işbirliğine (?) açık kapı bırakılması,

·    1995 Martında aleyhimize çok ağır şartları içeren Gümrük Birliği (GB) Anlaşması’nın imzalanması ve bunun Anayasaya da aykırı olarak 1996’da süresi belirsiz şekilde yürürlüğe sokulması,

·    Nihayet, Aralık 1999’da Türkiye’nin Helsinki’de 13. aday ülke  (aslında aday adayı ülke) ilan edilmesi ve tam üye yapılacağımız hayaliyle yeni bir tavizler sürecinin başlatılması. (Bu süreç, tüm aksine ve zararlı gelişmelere rağmen halen hızlandırılarak sürdürülmektedir.)

 

II. Gümrük Birliği Süreci

 

1. Genel Olarak Ekonomik Entegrasyonlar:

 

En basitinden tam birliğe doğru iki veya daha çok ülke arasında bu konuda şu sıralama söz konusudur: Tercihli ticaret, serbest ticaret alanı (AET/EFTA), Gümrük Birliği, ortak/iç pazar ve ekonomik birlik (AB).

 

Burada bizim için önemli olan GB’nin, serbest ticaret alanı oluşturmadan temel farkı şudur: Serbest ticarette taraflar arasında anlaşma konusu mal dolaşımına sınırlama getirilmez ve gümrük konulmaz. Ancak, 3. ülkelere karşı taraftarlar kendi ticaret ve gümrük politikalarını uygulamada serbesttir. GB’de ise 3. ülkelere karşı da taraflar ortak gümrük tarifesi (OGT) uygular.

 

GB’nin ortak veya iç pazar dan farkı ise şudur: Daha ileri bir aşama olan iç pazarda tüm mallar (tarım ürünleri dahil) yanında, hizmet ticareti de kapsama alınır.

 

2. AB’de GB Uygulaması:

 

AB’de temel kural tam üyelikle birlikte GB’dir. Ekonomisi zayıf yeni üyelere kolaylık niteliğinde uygulanan istisnai kural ise, tam üyelikten bir süre sonra GB’nin başlamasıdır. Örneğin Yunanistan 1981’de tam üye olduğu halde, GB’ye 1986’da girmiştir. İspanya ve Portekiz ise 1986’da tam üye oldukları halde GB’ye 7 yıl sonra yani 1993’te girmişlerdir. AB tarihinde önce GB sonra üyelik hiç olmamıştır. Şu halde bu konuda tek istisna Türkiye’dir. Üstelik, değil tam üyelik için, görüşme masasına oturmak için dahi bir takvim almadan...

 

3. GB ve Anayasa:

 

Türkiye ile AB arasında 1.1.1996 da başlayan GB, 6 Mart 1995 tarihli ve 6/195 sayılı Ortaklık Konseyi Kararına (OKK) dayanır. Bu karar AB tarafında; Komisyonun (AB’nin hükümeti) ve ayrıca Avrupa Parlamentosu’nun (AP) onayından geçerek yürürlüğe girmiştir. Buna karşılık (Anayasa’nın 90. maddesine rağmen) Türkiye tarafında, yasayla onaylanmamıştır.

 

Denilebilir ki, GB’ye geçilmesi Ankara Antlaşmasında ve Katma Protokol’de öngörülüyordu. Bu iki metin de ayrı yasalarla onaylandığına göre, yeni bir yasaya gerek duyulmamıştır. İşte işin can alıcı noktası da buradadır. Ankara Antlaşması Anayasa’nın ilgili maddesi uyarınca (1961 Anayasası, Md: 65) 4.2.1964 gün ve 397 sayılı Kanunla onaylanmıştı. (Bu yasanın yürürlüğe girişiyle ilgili olarak ayrıca 20.11.1964 gün ve 6/3930 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı çıkarılmıştı). Bu antlaşma genelde tam üyeliği de (bunun bir önemli kilometre taşı olarak GB’ni de) öngörüyordu. Bu antlaşmanın doğal bir uzantısı olan ve gümrük indirimleri konusunda detayı/takvimi vb. içeren 1971 tarihli Katma Protokol (dayandığı Ankara Antlaşması’nın yasayla onaylanmış bulunmasına rağmen), ayrıca ve yine ilgili Anayasa maddesi uyarınca 22.7.1971 gün ve 1448 sayılı Kanunla onaylanmıştı. Ve bu yöntem doğru idi. Çünkü Katma Protokol (kaynak antlaşmada öngörülse bile) gümrük indirimi yükümlülüğü dolayısıyle hem Türkiye’ye bir yük getirmekte, hem de Türk kanunlarında (örneğin 474 gümrük tarife cetveli ile ilgili yasa) değişiklik yapıyordu.

 

Aynı durum çok daha fazlasıyla, üstelik süresi belirsiz olan GB için de söz konusudur. Çünkü burada da pek yasada zorunlu değişiklik yapılması söz konusu idi. Ayrıca GB nedeniyle;

 

-     3. ülkelere karşı bağımsız tarife uygulanmasından vazgeçilmekte,

-     Bunun yerine AB’nin Ortak Gümrük Tarifesi’nin (OGT) uygulanması kabul edilmekte,

-     AB’nin ortak dış ticaret politikalarına uyma (yani, bu alanla ilgili egemenlik haklarımızın Brüksel’e devri) zorunluluğu,

 

getirilmekte idi. Bunlardan ilk ikisi OKK’nın Meclis’te yasayla onaylanması suretiyle karşılanabilirdi. Ancak 3. özellik, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir (...) devredilemez” hükmünü içeren Anayasanın 6. maddesine açıkça aykırı olduğundan, bu maddenin de ayrıca uygun şekilde değiştirilmesi gerekirdi. GB’nin Anayasaya bu aykırılığı maalesef bugün de sürmektedir.

 

 

4. GB ile Kaybedilen Ekonomik Silahlar:

 

GB’ye kadar dış ticareti yönlendirmede devletin elinde başlıca şu dört araç bulunmaktaydı: Kur, gümrük ve teşvik politikaları ile tarife dışı engeller. GB sonrasında bu yönlendirme araçlarındaki değişim şöyle gerçekleşmiştir:

 

-     Ekonomimizi Anayasa’nın 6. ve 90. maddelerine aykırı olarak tek yanlı AB’ye bağlayan GB, bu silahlardan en önemlisi olan gümrük politikalarını doğrudan belirleme yetkisini elimizden almıştır. TBMM’nin onayından geçirilmeyen bu anlaşmaya göre örneğin ithalat üzerine ek bir vergi koyamayız. Bu yüzden, böyle bir önlemi öngören Anayasa’nın 167. maddesi (2. fıkra) bile uygulanamaz durumda kalmıştır.

 

-     Teşvik politikalarımızı da kendi ekonomik çıkarlarımıza ve ihtiyaçlarımıza uygun şekilde belirleme imkanı GB yüzünden kalmamıştır. Bu alanda da AB’nin devlet yardımları mevzuatına uymak zorundayız.

 

-     Kur politikası esasen IMF güdümünde belirlenmektedir. Bilindiği gibi, 1999’da bize çıpa sistemini (sabit kur) tavsiye eden IMF, Şubat 2001 krizini bahane ederek, bu defa dalgalı kuru dayatmıştır.

 

-     Tarife dışı engeller konusunda ise AB’li partnerlerimiz ve ABD bizden çok daha profesyoneldir. Ne yapsak, ithal malları ve işlemlerinde, ayrıca özellikle tarım ürünleriyle ilgili standartların belirlenmesinde engeller ve ek maliyetler yaratmada onlarla yarışamayız. Bunun çık çeşitli örneklerini halen yaşıyoruz. (Örneğin, halen AB’nin Türkiye çıkışlı kuru meyvalarda uyguladığı alfatoksin ve okratoksinA limitleri ile sıkça oynaması vd.)

 

Bu durumda Türkiye’nin, ithalat patlamasını karşılayacak ölçüde ihracatını geliştirmesi, komşularımızla ticareti sınırlandıran GB ve hammadde yönünden dışa bağımlı ithal ikameci sanayi yapımız nedeniyle son derece zordur.

 

5. GB’nin Siyasi Faturası Kıbrıs:

 

AB’nin Türkiye’ye yönelik politikalarında iyi niyetli olduğunu ve ortak çıkarları gözettiğini, gözeteceğini asla söyleyemeyiz. Uluslararası hukuku hiçe sayma pahasına Rum kesiminin AB’ye kabulü ve Türkiye’ye sözde adaylık için bile Kıbrıs ve Ege ek şartlarının dayatılmak istenmesi bunun en önemli kanıtlarıdır. AB ve özellikle Yunanistan, kendi temel hedeflerini (ve ilk aşamada Kıbrıs Rum kesiminin tam üyeliğini kurtarmak) için  bize  şirin görünmek  zorundadır. 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

Son seçim sonuçları üzerine ve “evet, FAKAAT!” taktikli ilerleme raporları ile AB’den ve Yunanistan’dan gelen sıcak mesajlar kimseyi şaşırtmasın. AB, Aralık 1997’de Lüksemburg Zirvesi’nde alınan Türkiye’yi dışlama kararına Ankara’nın gösterdiği sert tepkiden ders alarak, bize karşı daha yumuşak ve kurnaz politikalar izlemeye başlamıştır. Düşmanlık politikasıyla Türkiye’den bir şey koparamayacağını nihayet anlayan Yunanistan ise, 1999 yılında terörist ülke olduğunun tesciline ramak kala, yaşadığımız depremlerin yarattığı duygusallık ortamında yaptığı beklenmedik manevralarla Türkiye’nin en yakın dostu (?) oluverdi. Böylece hem bu suçlamadan kurtuldu, hem de “düşmanını cebinde taşı” politikasına yumuşak iniş yapmış oldu.

 

Son dört yılda bu yönde aldıkları mesafe de küçümsenemez. Yunanistan; Kıbrıs ve Ege ile Avrupa ordusu konusunda kabul edilemez isteklerini yaptırabileceği hayaliyle, bu politikaya en azından 2004 yılı sonuna kadar devam edecektir. Amaç, AGSP ile birlikte önce Kıbrıs’ı, sonra da Ege’yi koparmak ve Türkiye’yi tam anlamıyla kuşatmaktır. Rum kesiminin tam üyeliğiyle AB’de çifte veto kozu da işin cabası...

 

Öte yandan, KKTC ile Ağustos ayında imzalanan GB anlaşması olumlu bir adımdır. Aslında geç kalınan bu anlaşmaya AB’den önce içimizdeki AB lobilerinin ve özellikle TÜSİAD’ın karşı çıkması hayret vericidir. AB’nin bundan rahatsız olması ve hele bunu hukuka aykırı (!) bulması çok ilginçtir. Uluslararası hukuku katlederek Rum kesimini (üstelik tüm Kıbrıs adına) tam üye yapmaya karar veren AB, ne hakla ve hangi yüzle “hukuk”u ağzına alabiliyor? Bu tür çıkışlara karşı susmak veya “zaten çerçeve anlaşmasıdır” diyerek aşağıdan almak değil, tamamen aksine bu gerçekleri AB’ye karşı haykırmak, anlaşmanın içini bir an önce doldurmak gerekirdi.

 

6. GB ve Mali Yardımlar:

 

Türkiye’ye yapılan haksızlıkların en büyüklerinden biri de buradadır. 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol ile vadedilen uyum ve telafi amaçlı mali yardımların (1,4 milyar dolar) büyük bir bölümü (4,5 ve 6. mali protokoller) Yunan vetosu bahane edilerek verilmedi, GB ile de bunlara sünger çekildiği gibi, GB çerçevesinde verilmesi öngörülen 3,2 milyar dolarlık yardımın da %10 kadarı ancak ödendi. Gerisinin de bu defa sözde adaylığımız bahanesiyle üzerine yatıldı.

 

Bu konuda şu ek bilgiyi de verelim: 1-3. mali protokollerle 1980 öncesi verilmiş olan 752 milyon dolar tutarındaki mali yardımların çok büyük bir kısmı da hibe değil, faiz karşılığı kredidir. (1981 yılında Yunan vetosu yüzünden verilmeyen mali yardımlardan 4. mali protokole ilişkin olanı yaklaşık 900 milyon dolar olup, bunun %7’lik yıllık faizle 22 yıllık birikimli güncel tutarı 3,9 milyar dolardır.)

 

7. GB Faciası ve Dış Ticaretimiz:

 

Sırtımızdaki bıçak olan GB yüzünden dış ticaret açığı bu yıl da dörtnala rekora koşuyor. Bu açık son olarak Temmuz ayında 18 milyar dolara yükseltilerek revize ediliyor. Devlet bakanı Sn. Tüzmen bir kaç ay önce bunu (60-40=) 20 milyar dolar olarak söylemişti. 10 aylık gerçekleşmelere göre açığın (rekor ihracata rağmen) yıl sonunda daha da artacağı anlaşılıyor. (1)

 

GB döneminde verdiğimiz dış ticaret açığı (1996-2002 döneminde toplam 325,5 milyar dolar ithalat – toplam 197,2 milyar dolar ihracat=) 128,3 milyar dolardır. Bunun 61,2 milyar doları AB ile ticaretten, bakiye 67,1 milyar doları da üçüncü ülkelerle ticaretten kaynaklanmaktadır.

 

GB’nin yalnızca AB ile ticaretimizde açığa yol açtığı sanılmasın. Üçüncü ülkelerle ticaretimizden doğan açığın da ana sebebi (petrol ve silah alımları hariç) GB’dir. Çünkü GB yüzünden bu ticarette de Brüksel’in çok daha düşük olan Ortak Gümrük Tarifesine (OGT) uymak zorundayız. Bu bakımdan genelde yapılanın aksine, dış ticaretimizdeki açıktan söz ederken, yalnızca AB ile ticaretten doğan değil (GB’den çok az etkilenen söz konusu iki kalemi dışında), toplam ithalat-ihracat farkını dikkate almalıyız.

 

Patlayan ithalatın getireceği riskleri düşünenler çok az. Onların da çoğunluğu sebebi yalnızca düşük kura  bağlıyor. Oysa esas neden Gümrük Birliği’nin (GB) ta kendisidir. Hükümetin ekonomik programında yer alan cari açık (dış ödemeler açığı) bu yıl içinde 3 defa revize edilerek 3 milyar dolardan 7,4 milyar dolara yükseltildi. Beklenmedik bir döviz girişi olmadığı takdirde, yıl sonunda bu hedefin de aşılması muhtemel görünüyor. (2)

 

Biz bu ticarette GB yüzünden bu büyük kan kaybını yaşarken, AB ne sonuç almıştır? Kısaca açıklayalım: Örneğin 1999-2000 yıllarında AB’nin toplam dış ticareti 103,9 milyar € (Avro) açık vermiştir. Ancak aynı yıllarda AB Türkiye ile ticaretinden 17,8 milyar Avro fazlalık sağlamıştır. Bu bir açık sömürüdür. Şunu da ekleyelim:  Türkiye’nin  bu  yıllarda  AB’nin  dış ticaretindeki payı yalnızca %2,4 idi.

 

Öte yandan, GB yüzünden Türkiye’nin ithalatı da nitelik değiştiriyor. 1995’te %8,8 olan tüketim malı ithalatının toplam içindeki payı 2000’de %19,2’ye fırlıyor. Bu değişim de genelde tüketim malı üreten KOBİ’leri ve esnafı çökertiyor. Bunun sonucu olarak ihracatta tüketim malı payı da düşüyor. (AB’ye ihracatta 1995’te %65,3 olan bu pay 2000’de %59,5’e düşüyor.)

 

8. GB ve Diğer Ekonomik Kayıplar:

 

GB’nin dış ticaretimize verdiği yıkım derecesindeki bu zarardan başka, ekonomiye ve kamu maliyesine getirmiş olduğu yükler (artan reel faizlerin bütçeye maliyeti, gümrük vergisi kayıpları ve ticaret saptırıcı maliyetlerin toplamı), ASAM tarafından geçen yıl yapılan bir araştırmada tam 77,037 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. (3)

 

9. GB ve Yabancı Sermaye:

 

GB’den en büyük beklentilerden biri de yabancı sermaye idi. Umulan gene gerçekleşmemiş, sınırlı ölçüde gelen yabancı sermaye de daha çok sıcak para şeklinde kısa dönemli yüksek kârlara yönelmiş, bu nedenle gelişi de çıkışı da ekonomiye zarar vermiştir/vermektedir.

 

GB öncesi dönemde, yalnızca iç pazara önem veren yabancı sermaye, yüksek gümrük duvarlarını aşmak için Türkiye’de yatırım yapmayı yeğliyor idi. İthal ikamesine yönelik sanayimiz de bu şekilde kurulmuştur. Ancak GB ile bu duvarlar ortadan kalkınca, Türkiye'de tesis kurmaya değil, iyi bir temsilci bulundurmaya ağırlık verildi. Çünkü bu şekilde yeni risklere ve maliyetlere katlanmaya gerek kalmadı. Başka bir deyişle, GB’nin 5-6 yıllık uygulaması yabancı sermayeyi değil, temsilciyi getirdi. GB dönemindeki ithalat patlaması da bunu göstermektedir.

 

 

 

10.      GB ve Tarım Ürünleri İhracatı:

 

Tarım ürünleri GB kapsamında değildir. Ancak işlenmiş tarım ürünleri işlendiği ölçüde sanayi ürünü kabul edilerek GB kapsamında işlem görür. Kural bu olmakla beraber, fiili uygulamada işlenmiş tarım ürünlerimize çeşitli fark giderici vergiler uygulanır, bunlara itirazlarımız da hiç bir sonuç vermez.

 

AB bununla da yetinmeyerek, değiştirdiği çeşitli standartlarla, tarım ürünlerimizde ihracat potansiyeli olanları ayrıca cezalandırır. Bunun pek çok örneğini yaşadık, yaşıyoruz. Bunların da ötesinde, işlenmiş tarım ürünlerimizin giydirilmiş olarak tüketiciye AB’de sunulacağı şekilde ihraç etmemize pek izin verilmez. Bunun yerine bizden toptan veya dökme olarak alınan işlenmiş ürünler, Yunanistan ve İtalya başta olmak üzere, AB ülkelerinde paketlenir ve piyasaya o ülkelerin ürünü imiş gibi sunulur. Dolayısıyle yaratılacak katma değer ve istihdam imkanı da Türkiye’nin elinden alınır. Bu yüzden AB’ye yönelik işlenmiş tarım ürünleri ihracatımız sürekli kan kaybeder.

 

Tarım ürünlerinin de GB kapsamına alınması konusunda anlaşma gereği görüşmeler sürmektedir. Burada lehimize bir sonuca ulaşılacağı çok kuşkuludur. Çünkü AB’nin amacı Türk tarımını da tam anlamıyla kendi kontrolüne almaktır.

 

11.      GB ve Hizmetlerin Serbest Dolaşımı:

 

GB, tarım ürünleri yanında hizmet ticaretini de kapsamamaktadır. GB kararı uyarınca bu konuda 2001 başından beri sürdürülen görüşmeler bitmemiştir. Eğitimden sağlığa, bankacılıktan taşımacılığa ve sigortacılıktan,  mühendislik ve taahhüt işlerine, çeşitli danışmanlık hizmetlerine kadar çok geniş bir alana yayılan bu sektörü de AB kontrolü altına almak  istemekte ve Türkiye’yi tam manasıyla kendi arka bahçesi yapmayı, böylece tam üye yapmadan yanında tutmayı amaçlamaktadır.

 

12.      GB ve Komşularla Ticaret:

 

Komşularla ticaretini geliştirmeyen hiçbir ülke kalkınamaz. GB bu ticareti fiilen  sınırlandırmaktadır. Çünkü GB, AB’nin anlaşma yapmış olduğu 3. ülkelerle bizim de serbest ticaret anlaşması yapmamıza “imkan” vermekte ancak bu konuda bir “hak” tanımamaktadır. Başka bir ifadeyle, karşı taraf isterse ancak bu takdirde anlaşma yapabiliyoruz. AB bu konuda sağladığı sözde “imkan”ı karşı tarafa baskı yapmak suretiyle önlemektedir. Bunun tipik örneği Tunus’tur. AB’nin serbest ticaret anlaşması yapmadığı ülkelerle bizim serbest ticaret anlaşması yapmamız ise mümkün değildir. Bu durumda komşularımızla serbest ticaret anlaşması yapmamız adeta önlenmekte, OGT zorunluluğu nedeniyle Türkiye adeta komşularının açık pazarı olmaktadır. Bu yüzden  3. ülke konumundaki komşularımızla ticarette hep açık veriyoruz.

 

13.      GB ve Tekstil Kotalarının Kaldırılması:

 

GB’nin yol açtığı genelde gözden kaçan bir başka tehlike de şudur: Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kapsamında, 140’tan fazla üye ülkenin imzaladığı  “Çok Taraflı Tekstil ve Giyim Eşyası Sözleşmesi (9. madde) ile, 2005’te kalkacak tekstil kotaları yine GB yüzünden Türkiye’ye yeni/ek faturalar getiriyor: GB’ye dahil olduğumuz için gelişmiş ülke (!) kabul edilerek, az gelişmiş ve gelişme yolundaki ülkelere (üçüncü ülkeler) en yüksek gümrük indirimini uygulayacağız. Başka bir deyişle, iç pazarımızı ancak (ve en çok) halen AB üyesi olan gerçekten gelişmiş ve zengin ülkeler kadar (en düşük gümrük duvarlarıyla) bu üçüncü ülkelere karşı korumaya çalışacağız. Oysa, GB’ye dahil olmasaydık, 3. ülkelere karşı koruma duvarımız (gelişme yolundaki diğer ülkeler gibi) daha yüksek olacaktı.

 

Böyle bir durumda 2005’ten itibaren tekstil ve konfeksiyon ihracatımızda bir artıştan söz etmek yerine, iç pazarımıza yönelik üçüncü ülkelerin (özellikle Çin’in) doğacak ticari saldırılarını nasıl karşılayabileceğimizi düşünmemiz gerekecektir. Ama, yumurta henüz kapıya gelmediği için, hemen her çeşit malla piyasaları adeta istila eden Çin mallarına rağmen, herkes rehavet içinde gözüküyor. GB yüzünden doğacak bu ek kaybımızı, diğerlerinde olduğu gibi AB’nin karşılamayacağı açıktır. Peki, bunları kim, nasıl ve nereden karşılayacak?

 

14.      GB ve AB’nin Ekonomik Kriterleri:

 

AB’nin yeni üyelerine uyguladığı Kopenhag kriterlerinin, siyasi olanları yanında bir de ekonomik olanları vardır. Tam üyelik için görüşme masasına oturulduğunda gündeme gelecek olan ve Maastrich kriterlerinin bir bakıma  ön şartı niteliğinde değerlendirilen bu ölçütlere göre, aday ülkelerin «çalışan bir pazar ekonomisine sahip olmaları ve ayrıca AB içindeki rekabetci pazar ekonomisi baskılarına dayanabilecek kapasitede bulunmaları» zorunludur. Mevcut GB ise bu şartları yerine getirmemizi, verdiği zararlarla engellemektedir, önlemektedir.

 

Artık iyice bilinmelidir ki, tam üyelik dışında AB’nin ancak Andorra ve San Marino gibi kasaba devletlerine kabul ettirebilmiş olduğu GB uygulandığı sürece Türkiye’de sağlıklı bir ekonomik program sürdürülemez. En önemlisi, Kopenhag Kriterleri’nin özellikle “AB içindeki rekabetçi pazar ekonomisi baskılarına dayanabilecek kapasitede olmak” şeklindeki ekonomik boyutu yerine getirilemez. Çünkü GB uygulaması bu kriterlere uyumu açıkca engellemekte, rekabeti aleyhimize bozmakta ve her ekonomik programı tıpkı bir saatli bomba gibi etkilemektedir. (2001 yılı büyük ekonomik çöküntüsünün; 2000 yılındaki yaklaşık 27 milyar dolarlık ve GB’nin de eseri olan, rekor dış ticaret açığının hemen ardından geldiği asla unutulmamalıdır). Şu halde; Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in tam üye olurken bile kabul etmediği GB yükünü, bıçak sırtındaki dengeleriyle Türk ekonomisi, üstelik belirsiz bir süre için artık taşıyamaz. Ayrıca, Türkiye-AB ilişkilerinin hiç bir boyutu, bu kanayan yaradan soyutlanarak değerlendirilemez, değerlendirilmemelidir.

 

15.       GB’nin Katkıları:

 

Tüm bu olumsuzluklara karşı GB’nin hiç bir olumlu sonuç vermediği de söylenmez. Fikri ve sınai mülkiyet, akreditasyon, telif ve patent hakları, tüketici ve rekabet hukuku gibi konular ve ayrıca AB ile mevzuat uyumu sorunlarında GB ile önemli mesafeler alınmıştır. Ancak, bunların hemen hepsi GB olmadan da yapılabilecek çalışmalardı. GB burada yanlızca bir hızlandırıcı faktör olmuştur. Başka bir deyişle; kendimizi peşinen özürlü kabul edip, GB gibi çok ağır yükün, üstelik Anayasa’ya aykırı şekilde ve ağır Kıbrıs faturasıyla altına girmek zorunda değildik.

                                                                                                                             

III. AB Teslimiyetçiliğinin Diğer Faturaları

 

·    Uyum Paketleri Kumarı: AB ile ilişkilerde, 2004’te müzakere tarihi alma uğruna peş peşe uyum (?) paketleri hazırlanıyor. Yeni tavizleri içeren sonuncusunun (7. paket) 23 Temmuzda da Erzurum Kongresi’nin toplandığı binada yapılan bakanlar kurulu toplantısında imzalanması çok manidardır. (O Erzurum Kongresi ki, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından vatanı kurtarmak için Sevr’i Lozan’a dönüştürme yolunu açan tarihi kararlara sahne olmuştu). Onlar ise en yetkili ağızlardan bizi üye yapamayacaklarını her fırsatta tekraren söylüyor. Yeni örneği, geçen Temmuz ayında Verheugen’in basında kanıtlanan son Berlin itiraflarıdır.

 

·    Papandreau’nun Küstahlığı: Sözde adaylık sürecinde takvim uğruna uyum paketleriyle yaptıklarımız ve AB’nin bu konulardaki müdahaleleri giderek tahammül sınırlarını aşıyor. Son örneği, Yunan dışişleri bakanının küstahlık derecesindeki hükümet-ordu ilişkileri hakkında “AKP-TSK rekabetinde (!) hükümet ordunun siyasi ağırlığını kaldıracak” mealindeki çirkin iddialarıdır. AB Troykası büyükelçilerinin Temmuz ayında dışişleri bakanlığını ziyaret ederek, gayri müslimlerle ilgili dini özgürlüklerin genişletilmesi isteklerini dile getirmeleri, artacağı anlaşılan bu müdahalelerin başka bir boyutudur.

 

·    Patriğin Ziyaretleri: Türkiye’de ekümenlik (Vatikan türü bir din devleti) iddiasında olan Fener Rum kilisesi Patriği Partalemous, geçen Ağustos ayında yanında avukatları ve danışmanları da olduğu halde, bir dini cemaat lideri olarak değil, bir devlet başkanı edasıyla Sn. A. Gül’ü ziyaret ediyor ve diğer istekleri yanında Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını istiyor. Bu talebe Sn. Bakan tarafından ne cevap verildiği bilinmiyor. Ancak önemli olan böyle bir buluşmanın vuku bulmasıdır. Çünkü bir cemaat liderinin Türkiye’de resmi makamlarla herhangi bir sorunu varsa, bunun muhatabı dışişleri bakanı değil, İstanbul valiliği (hatta ilgili kaymakamlık), en çok içişleri bakanlığı olabilir...

 

·    İsveç’in Sevr Gayretkeşliği: Yine geçen Ağustos ayında; 30 Ağustos Zaferi ve Lozan’la çoktan çöpe atılmış olan Sevr’in 83. yılına denk getirilen bir toplantı İsveç’te yapılıyor. Tabii konu Türk toprakları üzerinde Ermeni ve PKK/KADEK hayallerini yinelemek, Türkiye’yi parçalama ihanetlerine AB taşeronluğunda hız vermek... Bu toplantıda hükümete de destek veren İsveç muhalefetinden Bayan Ulla Hoffman baklayı ağzından çıkarıyor ve “AB, Kopenhag kriterleri ile bir anlamda Sevr’i Türkiye’ye kabul ettirmiştir” diyor. Bu yönde başka sözcüler de hezeyanlar savuruyor ve alınan kararlar başta Brüksel olmak üzere ilgili merkezlere duyuruluyor. Bunlara karşı da Ankara’dan beklenen bir resmi tepki ne yazık ki gelmiyor.

 

·    Revize Ulusal Programdaki Temel Yanlışlık: Türkiye, özellikle Aralık 1999’da adaylık havucu ile ödüllendirildikten sonra, AB konusunda öyle bir teslimiyetçi yaklaşım içine sokuldu ki, Kopenhag Kriterleri’ne göre masaya oturmak için yalnızca siyasi kriterleri yerine getirmek gerektiği halde, hazırlanan “revize” Ulusal Programda (UP) ilkinde olduğu gibi, ekonomik kriterlere de uymayı kendiliğimizden kabul ediyoruz. Bir yetkili/sorumlu çıkıp şunları soramıyor:

«

-     (Diğer adaylara da aynı şablon uygulandığı iddiasına karşı), onlar hemen masaya oturdu, biz ise 4 yıldır neden bekliyoruz?

-     Hem IMF’ye hem de AB’ye ekonomik program taahhüt ediyoruz. Aralarında fark yoksa bu gayretkeşliğin ne gereği var? Eğer fark varsa, hangisi daha önemli ve öncelikli olacak? »

 

IV. Değerlendirme

 

·    Şaşı ve Kararsız Siyaset: Türk kamuoyu, sözde sivil toplum kuruluşlarının ve güdümlü kimi medya odaklarının da yanlış yönlendirmeleriyle, genelde bu sorunları değil, hayalleri tartışıyor; mevcut dış sorunlar karşısında, bu hayaller uğruna verdiğimiz taviz üzerine tavizleri alkışlıyor. “AB ne der, ABD nasıl karşılar?” açmazında şaşı olan ve kararsız/yetersiz kalan siyasetimiz ise proje üretemiyor, çözüm getiremiyor. Ünlü deyimle “İki cami arasında binamaz” durumda, şirin görünmeye çalışarak ve vakit öldürerek sorunları ertelemeye çalışıyor, aklınca zaman kazanıyor, aslında tempo ve mevzi kaybediyor...

 

·    Milli Bünyede Tahribat Girişimleri: Türkiye’nin milli güç unsurları (siyaset, ekonomi, kültür, nüfus, jeopolitik ve ordu) bilinen iç ve dış çevrelerce kasıtlı ve bilinçli olarak tahrip edilmeye çalışılıyor. Cumhuriyetimizin ve geleceğimizin temel yapı taşları olan bu güç unsurlarının ilk beşinde şimdiye kadar maalesef büyük tahribat yapıldı, yapılıyor. Şimdi son kalemiz ve en büyük güvencemiz olan Türk Silahlı Kuvvetleri hedef yapılmak isteniyor. Bu yollarla Türkiye’nin kendine uygun proje ve çözüm üretme yeteneği zayıflatılıyor, hatta ortadan kaldırılmak isteniyor.

 

·    Tepkisiz ve Duyarsız Kamuoyu: Kamuoyunda bu çok tehlikeli gidişe dur diyecek bir hareket gözükmüyor. Akıl almaz skandallar ve olaylara karşı adeta üzerine ölü toprağı serpilmiş toplumumuzdan bir çıt bile çıkmıyor. Umursamazlık, salt kişisel çıkarcılık ve “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” köhne anlayışı, işsizliğin ve geçim sıkıntısının yarattığı yılgınlık ortamında hemen her kesime hakim oluyor.

 

Milleti, devleti, ülkeyi düşünenlerin değil; varlığımızı ve bizi biz yapan değerleri adeta hedef yapanların sesi çıkıyor. Bize karşı ikiyüzlülük şampiyonu AB’nin üyeliğini ve yeni komşumuz ABD severliğini, çağdaşlık ve küreselleşme maskesiyle kendilerine rehber yapan numaralı cumhuriyetçiler, burnunun ucunu dahi göremeyen hayal ötesi iyimserlerle birlikte, iç ve dış bölücülerin iflah olmaz destekçileri kesiliyor. Hayret ki, ne hayret!..

 

·    Dış açık sorunu: GB yüzünden verdiğimiz dış ticaret açığı, cari işlemler açığını tetikliyor. Cari açık ise dış borç servisine ek yükler getiriyor. Başka bir deyişle, diğer dış borç ödemelerine ilaveten bu açığın da finansmanı gerekir. “IMF’nin borç ötelemesi bunun için bir fırsattır” diyelim. Peki sonraki yıllarda ne yapacağız? Yoksa, açığın olmaması için yine (astarı yüzünden pahalı) krizlere veya ağır şartlara bağlanan 8,5 milyar dolarlık ABD kredisine mi bel bağlayacağız? Bu açıkların GB’den doğduğunu ne zaman kabul edeceğiz? AB ile teslimiyet ilişkilerimizi sıcak tutma uğruna, Yeni Cami önünde dilenip, Beyazıt meydanında sadaka verme tuhaf görünümünden nasıl kurtulacağız?

 

Konuyu biraz daha açalım: Dış ticaret açığı, diğer döviz girdilerimize (turizm, işçi dövizi, bavul ticareti vb.) rağmen dış ödemeler dengemizin de açık vermesi sonucunu doğuruyor. Döviz rezervlerimiz yetersiz olduğundan, biz de her defasında bunu dış borç alarak ve IMF’nin giderek artan şartlarına katlanarak dengelemeye çalışıyoruz. Bu yüzden dış borç ana para ve faiz ödemelerimiz çığ gibi artıyor. Nitekim, GB öncesinde bu tür ödemelerin 6 yıllık ortalaması 8,390 milyar dolar iken, 7 yıllık GB döneminde bu ortalama 16,1 milyar dolara sıçrıyor. (%92 artış).

 

Oysa durum şöyle olmalıydı: Dış ticaret açığını normal dönemlerde  de  mutlaka  10  milyar  doların  altına            indirerek, diğer döviz girdileriyle ödemeler dengesinde her yıl yeterli düzeyde cari fazla yaratmak ve bunu da dış borçların  ödemesinde  kullanmak...

 

Dış borç yükü  ve dışa bağımlılık ancak bu şekilde azaltılabilir. Yoksa, dış borçlarda da borcu borçla ödemek yalnızca kendimizi aldatmak ve ekonomimizin/ülkemizin geleceğini uçuruma itmektir. “AB’ye 10-15 yıl sonra da üye olsak iyidir” diyenler, bunun bilmeden ve anlamadan propagandasını yapanlar, sırtımızdaki GB hançeriyle bu büyük dış açığa ve kan kaybına nasıl dayanacağımızı da acaba düşünüyorlar mı?

 

·    Kıbrıs’ın Önemi: AB, Rum kesimini tam üye yapma kararlarıyla Kıbrıs’ta büyük bir kumar oynamıştır. İtirazımız üzerine Kıbrıs’ın AB’ye üye yapılmak istenmesinin hukuki değil siyasi bir karar olduğu görüşü öteden beri savunuluyor.  (AP’nin tavsiye kararında buna  bir de moral  unsur -yani hıristiyan kulübüne bağlılık- ekleniyor). Oysa, günümüz uluslararası ilişkilerinde her siyasi kararın da temelinde hak va adaletin bulunması esastır. Aksi takdirde, siyasi kararlar orman kanunu niteliğine dönüşür. Bugün, kendi koyduğu kriterlere ve sözde paylaştığı ideallere rağmen, AB’nin Kıbrıs’ta yapmaya koyulduğu da budur: Atina’daki kargaları kendilerine klavuz seçen Brüksel’deki tilkiler, hiç bir haklı neden yokken, Kıbrıs’ta hukuku ayaklar altına alarak adayı AB’ye bağlamak istiyor. Ancak bu haksız girişim adayı nihai olarak bölecektir. Telaşları da ondandır. Bu zayıf yönlerini örtbas etmek için Türkiye’de 1 Mayıs sendromu yaratmak istiyor ve Annan planını dayatıyorlar. Kıbrıs’ta bölünmeyi önlemenin tek yolu, Türkiye’nin de AB üyeliğidir. Bu bakımdan, tüm aldatmalara, tahriklere ve rüşvetlere rağmen, Kıbrıs Türk halkı bu konuda Rum-Yunan ikilisinin ve AB’nin suç ortağı asla olmamalıdır.

 

·    AB Konusunda “%70” Yalanı: Özellikle AB’nin adaylık havucundan sonra Türkiye’de söylenen bir büyük yalan vardır: “Anketlere göre halkın %70’den fazlası AB’yi istiyor...” Bu büyük yalanın temel sebebi “AB’yi ister misiniz” yalın ve maksatlı sorusudur. Çünkü böyle bir soru karşısında hemen herkes yalnızca AB’nin artılarını (iş ve göç imkanları, refah artışı, demokrasimizin gelişmesi vb.) hayal ederek cevap veriyor ve buna rağmen halkın AB tercihi ancak %70’leri bulabiliyor. AB’nin gerçekte ne olduğunu, nereye doğru gittiğini ve Türkiye’den tam üyelik karşılığında aslında hangi ek şartları istediğini bilen çok az. Nitekim aynı anketlerin bir sorusuna verilen ve medyamızca genelde hasıraltı edilen şu tesbit bunu gösteriyor: “Anketlere cevap verenlerin yalnızca %2’si AB’nin ne olduğunu biliyor.” Bir kimsenin, bir toplumun ne olduğunu bilmediği birşeye taraftar olması ne kadar anlamlı olabilir?

 

·    AB’nin (Şimdilik) 7 Ek Şartı: Türk toplumunun AB’ye bakışını gerçekten öğrenmek istiyorsak, öncelikle ona AB’yi ve GB’yi tarafsız bir gözle ve her yönüyle anlatmamız gerekir. Bu görev ilgili kurum ve kuruluşlarımız tarafından maalesef yapılmamış, meydan adeta hayalcilere ve lobicilere bırakılmış, onlar da sözde karşı oldukları Jakocobencilik/tepeden inmecilik anlayışına rağmen, toplum mühendisliğine soyunarak, AB konusunda halka tek yanlı bir medya bombardımanı uygulamışlardır. Ama bütün bunlar halkımızın ancak %70’inden (biraz da ütopik bir yaklaşımla) onay alabilmiştir. Oysa, AB konusundaki görüşü için, diğer adayların aksine bizden istenen ek şartların da topluma anlatılması gerekirdi. Çoğu  masum makyajlı sosyal domdom kurşunlarını andıran bu ek şartların neler olduğunu şöylece özetleyebiliriz:

 

-     Güneydoğu’ya siyasi çözüm (?) getirilmesi.

-     Kıbrıs’ın son Annan planı çeçevesinde bir Yunan adası haline getirilmesi, Kıbrıs Türklerinin de Batı Trakya’daki açık hava hapishanesinde olduğu gibi, giderek Rumların içinde eritilecek bir azınlığa dönüştürülmesi ve Türkiye’nin güneyden kuşatılması.

-     Ege’de, burayı bir Yunan iç denizi haline getirecek ve Türkiye’yi batısından da kuşatacak isteklerin kabul edilmesi.

-     Temcit pilavı gibi her kritik dönemde Türkiye’nin önüne çıkarılan, aslında Türkiye’nin faili değil, mağduru olduğu Ermeni soykırım soytarılıklarının kabulü.

-     İstanbul’daki Fener-Rum Patrikhanesi’ne Vatikan türü bir devlet statüsü tanınması ve buna ilaveten Heybeliada Ruhban Okulu’ nun açılması.

-     Doğu Karadeniz’de Pontus’un ihyası saçmalığına uygun ortam hazırlanması. (Bizzat Yunan Cumhurbaşkanının açılışını yaptığı sözde Pontus soykırım anıtı Atina’dadır.)

-     Türk Ordusu’nun Irak’ın kuzeyine girmemesi. Bu çok yeni ve son şart, birinci dayatma ile yakından bağlantılı olup, bizi üye yapmasını hayal ettiğimiz iki yüzlü AB’nin Türkiye üzerinde hangi emeller peşinde koştuğunun da ibret verici bir örneğidir.

 

(Açıkça söylenmeyen sekizinci ek şart, 8 yıllık GB faciasının devamıdır).

 

Yukarıdaki bu 7 ek şartın özü, bizim yorumlarımız değildir. Her biri ile ilgili Avrupa Parlamentosu’nun ve Avrupa Konseyi’nin kararları ile AB yetkililerinin açıklamaları, ayrıca katılım ortaklığı belgeleri ile ilerleme raporlarının veya çeşitli konulardaki Türkiye raporlarının açık hükümleri mevcuttur.

 

İşin ilginç yanı, birbirlerine rakip olan AB ve ABD bunların çoğunda mutabıktır. Aslında ülkemize yönelik dış tehdidin boyutunu anlayabilmemiz bakımından, bu mutabakat çok önemlidir.

 

Eğer Türk halkının AB konusunda gerçek görüşü isteniyorsa, bu ek şartların da topluma sorulması ve bunlarla birlikte üyeliğin ne ölçüde istendiğinin belirlenmesi zorunludur. Nitekim, diğer aday ülke uygulamalarında (son örneği 10 adaydan 9’unun yaptığı halk oylamalarında olduğu gibi), tam üyelik için tüm şartlar görüşüldükten ve ne alınıp-verildiği kesinlik kazandıktan sonra referanduma gidilir ve “Bu şartlar altında siz tam üyeliği istiyor musunuz?” diye sorulur. Esas sonuç o zaman belli olur.

 

Genel uygulama bu iken; sanki bizden (Kopenhag/Maastrich kriterleri dışında) hiç bir ek şart istenmiyormuş gibi, ayrıca bu şablon kriterleri de doğru dürüst açıklamadan ve en önemlisi bu AB dayatmalarını hiç gündeme getirmeden, halka dönüp “AB’yi istiyor musunuz” diye sormak tam anlamıyla bir saptırmadır. Türk halkının, tüm tek yanlı medya pompalamalarına rağmen bu oyuna gelmediği ve gelmeyeceği açıkça görülmektedir. Çünkü,çağdaşlıkla” hiç bir ilgisi olmayan bu ek şartların değil tamamını, birkaçını, hatta birini dahi kabul etmek, bizi Yugoslavya yapar. Buna kim razı olabilir?..

 

·    Tarih ve takvim birlikte olmalı: Bunca olan bitenden sonra artık Türkiye göstermelik görüşme tarihi değil, tam üyelik takvimi istemektedir, istemelidir ve bu tarih hiç bir şekilde Romanya, Bulgaristan ve Kıbrıs’ın üyeliğinden sonraya kalamaz, kalmamalıdır. Eğer bu yapılmazsa “tren” işte o zaman kaçar. Çünkü bu kez masada AB’nin sonu gelmez istekleriyle bizi oyalama dönemi başlar. Masaya oturmak tam üye olma garantisi de vermiyor. Şimdiye kadar aksi olmadı, ama Türkiye’ye hep “ilkler” in uygulandığı asla unutulmamalıdır. Türkiye yalnızca masaya oturmakla yetinirse, GB kanamayı, “sosyal domdom kurşunları” da (ağır ekonomik ve siyasal faturalara ilaveten) hükmünü icra etmeyi sürdürür.

 

Takvim verilmediği halde, AB ile ilişkilerimizin aynen devam etmesi çok yanlıştır.  Bu yanlış tavır, “Biz isteyelim, ama siz vermeseniz de olur, onu da sineye çekeriz.” teslimiyetçiliği anlamını taşır. Bu tutum ise, yalnızca AB’nin Türkiye’yi oyalamasını kolaylaştırır.

 

Bize kapıyı kapayıp; hiç bir haklı ve acil neden yokken, Avrupa ile tek bir coğrafi bağı bile bulunmayan ve hemen her türlü uluslararası illegaliteyle bağlantılı Kıbrıs Rum kesimini tam üye yapmaya ve böylece uluslararası hukuku hiçe saymaya yeltenen (karar veren) AB, bu tutumu ile Türkiye’ye karşı gerçek niyetini açıkça göstermiştir. Bu halde AB’ye gereken cevabın en radikal biçimde verilmemesi, hem AB’nin hem de Rum-Yunan cephesinin Kıbrıs’ta ve Ege’de ek tavizler için cesaretini maalesef artırmış, KKTC’de işbirlikçi ve yıkıcı muhalefeti güçlendirmiştir.

 

·    Hükümetin Kullanamadığı Şansı: Son iki hükümetin (daha doğrusu AKP iktidarının), özellikle daha önceki Sn. Çiller, Sn. Yılmaz ve Sn. Ecevit’in kurduğu hükümetlerden bize göre çok önemli bir avantajı vardı: Öncekiler gibi, verecekleri tavizlerle (ki bu tavizlerin en büyükleri süresi belirsiz GB ve 3 Ağustos yasaları olmuş, ancak bunların 1995, 1999 ve 2002’de sandığa yansıması onlar yönünden hüsranla sonuçlanmıştır), AB’den alacaklarını hayal ettikleri gücü sandığa yansıtmak yerine; son seçimlerde sandıktan almış oldukları gücü, Türkiye’ye yönelik AB dayatmalarını ve oyalamalarını önlemede kullanarak, Türkiye’yi daha da güçlendirmek...

 

Ne yazık ki, bu hükümetlerimiz de (etrafını derhal saran malûm danışman ve lobilerin etkisinde olacak), yanlışlığı ve ülkemize/ekonomimize zararları kanıtlanmış öncekilerin stratejisini daha da tavizkar bir tutumla uygulamayı yeğlemiştir.

 

Şayet yeni iktidar, kendini kanıtlama saplantısı içinde ( başına bilinçli olarak musallat edilen), lobilerin ve hayalcilerin etkisinde kalmayıp, Brüksel’e karşı daha sağlam durabilseydi; özellikle Sn. Tüzmen’in de vaktiyle sıkça söylediği gibi, GB’yi masaya getirerek, ayrıca  Kıbrıs Rum kesiminin haksız, yersiz ve kasıtlı olarak Türkiye’nin önüne geçirilmesine karşı çıksaydı ve 2007’de Romanya, Bulgaristan ve Kıbrıs’la birlikte tam üyelik takvimimizi ısrarla savunsaydı, sonuç ülkemiz için bugün çok daha iyi olurdu. Son Kopenhag Zirvesi’nde bu yönde atılan geri adım, Türkiye’ye hiç hayır getirmeyecektir, getirmiyor da...

 

V. Sonuç

 

1.  GB’nin Doğurduğu Olumsuzluklar:

 

Gümrük Birliği (GB) Kararı, mevcut kapsamı ile sevinilecek değil, yeriecek bir karardır. Çünkü şu noktalardan milli çıkarlarımıza açıkça ters düşmektedir:

 

    GB ile  tam üyelik yolu, bir mucize olmadığı takdirde kapatılmaktadır.

    GB, Türkiye’yi AB’nin tam bir açık pazarı durumuna getirmiştir.

    GB Türkiye’nin tüm dış ticaretini (o yolla dış siyasetini) tam olarak ipotek altına alıyor, Brüksel’in alacağı kararlara bağımlı yapıyor. Artık Brüksel’den bağımsız olarak üçüncü ülkelerle istediğimiz gibi ticaret yapamıyoruz.

    Karar AB ülkelerindeki 4 milyon insanımıza bile serbest dolaşım hakkını vermiyor.

    Kararda, AB’nin çeşitli organlarınca münferiden yabancılara tanınmış olan çalışma, oturma ve seçme-seçilmeye ilişkin haklar, OKK’nın 1/80 ve 3/80 sayılı kararlarına rağmen vatandaşlarımız için kabul edilmiyor.

    Kararda, Türk ekonomisinin AB’ye uyumu ve kamu maliyesinin finansmanı (gelir kaybının telafisi) için çok önemli olan mali yardımlar kuşa çevrilerek şartlı krediye dönüştürülüyor, 5 yıla yayılıyor. (Bunların da çok azı veriliyor). Daha önceki alacaklarımız da kalkıyor.

    GB, gümrüklerimizi otomatikman kaldırıyor, ihracatımızın önündeki kota engelini ise otomatikman kaldırmıyor, şartlara (uyum yasaları, tekstil anlaşmaları vs.) bağlıyor ve zamana yayıyor.

    GB kararı, zayıf yerli sanayii korumasız bırakıyor, Anayasa’nın 167. maddesini bile uygulanamaz hale getiriyor.

    GB, kararının eksiklikleri Yunan vetosuna bağlanıyor. Oysa, 1981’de tam üye olurken anlaşmalarımızı tanıyan Yunanistan’ın veto hakkını  kullanmayacağını AB’ye taahhüt etmişti.

    GB Kararı siyasi taviz (Kıbrıs Rum kesiminin adaylık başvurusuna karşı suskunluk) ve müdahalelere  yol açıyor.

    Karar, AB’nin ekonomik kriterlerine uyumumuzu, verdiği büyük zararlarla  engelliyor.

 

2.  Diğer Olumsuzluklar:

 

    Türkiye özellikle son yıllarda, tek süper güç ABD ile, ona rakip olmaya çalışan AB’nin siyasi ve ekonomik kıskacına alınmış durumdadır. Bu kuşatmada ABD, mevcut ilişkilerimiz ve sorunlarımızı siyasi, İMF’yi de ekonomik baskı aracı olarak kullanmaktadır. AB ise, sözde adaylığımızı siyasi, Gümrük Birliği (GB) bağımlılığımızı da ekonomik dayatmalarına mesnet yapmaktadır. Bu yüzden tarihimizde ender görülen olağanüstü bir dönemden geçiyoruz.

 

Bu olağanüstü dönem, 1838 tarihli “Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması” ile başlayan, bizi Duyun-u Umumiye’ye (Osmanlıda devlet içinde devlet olan alacaklı devletlerin kurmuş olduğu genel borçlar idaresi) ve ardından da çöküşe götüren süreçle büyük bir benzerlik taşıyor. Tarihin tekerrürünü ancak geçmişten ders alarak önleyebiliriz. Ancak, bu dersi öncelikle sorumluluk mevkiinde bulunanlar almalıdır.

 

    AB ise asla 40 yıl önceki AET değildir. Dış etkenlerdeki diğer değişimler bir yana, geçen sürede ilişkilerimiz, AET/AB’nin dünyaya bakışı çerçevesinde 3 defa kalıp ve kabuk değiştirmiştir. Şöyle ki:

 

-     Bunların ilk ikisi olan 1973 ve 1979 yıllarındaki büyük petrol şokları, özellikle enerjide dışa bağımlı Avrupa’yı derinden etkiledi. Tüm devletler ve şirketler/piyasalar, geleceklerini yeniden ve köklü bir şekilde belirleme/planlama ihtiyacını duydu. Bunun en büyük faturalarından biri de Türkiye’ye çıktı.

 

-     Üçüncü olarak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ABD’nin (ve AB’nin) Türkiye’ye ihtiyacı kalmadığı salt çıkarcı görüşü sebebiyle, Türkiye’nin Batıyla entegrasyonu projesi esaslı bir tadile uğradı. Türkiye’ye ancak bir tampon ülke olarak bakılmaya başlandı. Bu görüş, zamanla ortaya çıkan Avrasya gerçeği ve çevresindeki çok yönlü sorunlar nedeniyle, giderek etkisini kaybettiyse de, bunun Türkiye’nin önemine Batı gözündeki katkısı, yalnızca “Türkiye’nin dost, müttefik ve stratejik jandarma (ortak değil) olarak kontrol altında tutulması” dan ibaret oldu. ABD/IMF ve AB/GB bağımlılığı, sözde adaylık ve AGSP mutabakatı, bu yeni stratejinin gereği olarak yapılmıştı.

 

Artık bu şartlar altında 40 yıl öncesinin anlaşmalarına ve yanar-söner/döner beyanlara güvenmek, yalnızca kendimizi kandırmak olur. Hele AB, GB ile bizden alacağını fazlasıyla elde ettikten sonra...

 

    Bu durumda AB ile ilişkilerimizde ise temel soru şu olmalıdır: Hiç üye olmayacağımızı bilsek (ki, bir mucize olmazsa, 11 Eylül’e rağmen daha şimdiden görünen sonuç budur), acaba şimdiye kadar yaptıklarımızdan (örneğin GB ve 3 Ağustos yasaları) ve yapacaklarımızdan (örneğin, sonu gelmez yeni uyum paketleri) “çağdaşlık” adına hangilerine razı olabilirdik? Bu soru ilişkilerimizde turnusol kağıdıdır ve AB hayali uğruna atacağımız her adımda, açacağımız her uyum paketinde mutlaka ve öncelikle sorulmalıdır.

 

    Gümrük Birliği ile asla: Türkiye-AB ilişkilerinin hiç bir boyutu, GB kanayan yarasından soyutlanarak değerlendirilemez, değerlendirilmemelidir. Bizim için çok büyük olumsuzluklar doğuran ve doğuracak olan yeni kapitülasyonlar GB  nedeniyle, örneğin şu önlemler de mutlaka alınmalıdır:

 

-          Ayrıcalığımız değil ayak bağımız olan Anayasa’ya aykırı GB uygulaması tez elden masaya yatırılmalı; AB’nin dış ticaret politikalarında oy hakkı ve ikili ticaretten doğan zararların dengelenmesi istenmeli, aksi takdirde tam üyeliğe kadar GB (hassas sektörleri de gözeten serbest ticaret anlaşmasına dönüştürülerek) derhal askıya alınmalıdır.

 

-          Bizi AB’nin tamamen arka bahçesi ve sömürgesi yapacak, hizmetlerin ve tarım ürünlerinin serbest dolaşımı görüşmeleri tam üyeliğe (?) kadar ertelenmeli ve AB ile mevcut diğer tüm ilişkilerimiz gözden geçirilmelidir.

 

-          Karara bağlandığı halde, veto bahanesiyle verilmeyen tüm mali yardımlar (hukuk yolu da denenerek) talep edilmelidir.

 

-          AB’deki Türklerin sosyal ve siyasal hakları istenmeli ve izlenmelidir.

 

-          Geleceğimiz ve ulusal güvenliğimiz açısından en önemli dayanağımız olan KKTC’ye her bakımdan sahip çıkılmalı, geç de olsa imzalanan GB anlaşması hızla hayata geçirilmeli ve çoktan çöpe atılmış olan Anan planı tekrar asla diriltilmemelidir. Ayrıca Rum kesiminin tek yanlı tam üyeliğine ve KKTC’ye uygulanan insanlık suçu ambargoya karşı Lahey Adalet Divanı’na mutlaka gidilmelidir.

 

-          KADEK’in terörist listesine alınması ısrarla talep edilmeli, aksi takdirde uluslararası hukuk yollarına mutlaka başvurulmalıdır. (AB’nin KADEK oyunu, Rum kesiminin tek yanlı üyeliği ile birlikte, gerçek niyeti kesin olarak anlamamız bakımından birer turnusol kağıdıdır.)

 

    Türkiye’deki ABD ve AB severler, tıpkı mütareke dönemindeki gibi “kraldan ziyade kralcı” bir tutum içindedir. Rumsfeld-Wolfowitz ve Verheugen-Karen Fogg güdümlüsü veya hayalci bu çevreler, her demokratik imkanı kullanıp adeta Türk devletine karşı bir psikolojik baskı politikası uyguluyor. Ulusal güçler ise bunlara karşı ne yazık ki çok dağınık ve yetersiz bir görünüm sergiliyor.

 

Görünen odur ki, Türkiye 85 yıl öncesinin Müdafaa-i Hukuk ortamına hızla sürüklenmektedir, hatta pek çok konuda sürüklenmiştir de. Bu nedenle, geçmişte olan-bitenleri unutarak, büyük tehlike karşısında içinde bulunduğumuz bezginlik, yılgınlık, dargınlık ve kırgınlık halinden hızla sıyrılmalı, ülkemizin/milletimizin geleceği için ortak paydalar oluşturarak mutlaka biraraya gelmeliyiz. Yoksa yarın çok geç olabilir...