|
|||||
|
AB 3 EKİM’E DOĞRU İPLERİ GERİYOR (Jeopolitik Dergisi’nin Eylül 2005 sayısı için) Ank, 12.09.2005
Hep Aynı Oyun Geçen uzun sürede köklü değişikliklere uğrayan uluslararası genel duruma rağmen, yeni ulusal stratejilerdenden yoksun yanlış ve günübirlik politikalar yüzünden körü körüne ve tek yanlı kaderimizi bağladığımız AB ile sözde müzakerelere başlayacağımız 3 Ekim 2005’e çok az bir süre kaldı. AB cephesi (özellikle seçimlerde Almanya’nın en güçlü başbakan adayı Bayan Merkel, onun kutsal müttefikleri Fransa ve Avusturya ile AB’nin aşırı şımartılmış çocuğu Rumlar) ve içimizdeki uzantıları için bulunmaz bir fırsat olan bu sıkışık ortamda; türlü oyunlarla sular ısıtılıyor ve Türkiye ‘evet- FAKAAT’ taktiği ile, yavuz hırsız misali dostça (!) uyarılarak, daha doğrusu tehditvari eleştirilerek ipler sürekli geriliyor.
AB’nin Helsinki’deki Aralık 1999 zirvesinde (tam üye yapmak için değil, teröristbaşının kellesini kurtarmak ve Türkiye’yi kapıda tutmak için) bize sanal adaylık payesi (!) verildikten sonraki yıllarda (özellikle 2002’deki ünlü 3 Ağustos yasaları) olduğu gibi; AB ilerleme raporunun açıklanacağı 6 Ekim 2004 ve AB zirvesinin toplanacağı 16-17 Aralık 2004 tarihleri öncesinde de aynı oyunlar ince hesaplarla sahneye konulmuştu...
Geçen Yıl Yaptıklarımız Son olarak AB’nin 6 yasa değişikliği dayatması da dikkate alınarak, şirin görünme uğruna ‘uyum paketleri’ adı altında önemli yasal düzenlemeler; sonrası pek düşünülmeden ve peş peşe, geçen yıl bu tarihler öncesinde de hayata geçirilmişti. Hatta, bu amaçla TBMM olağanüstu toplantı yapmıştı.
Böylece, özellikle Patrikhane ve ruhban okulu yanında; bugün çok daha tehlikeli şekilde yaşamaya başladığımız terör örtamının ana nedenlerinden olan, iç güvenlik ve sözde ‘demokratik haklar’ gibi hassas konularda çok riskli adımlar atılmıştı.
Yine bu tarihler öncesinde, ardı arkası kesilmeyen malum ‘yabancı’ heyetlerle AB/ABD diplomatik temsilcilerinin küstahlığa, hatta şantaja varan maksatlı ziyaret, tutum ve davranışları; ‘Aman AB hedefimize zarar vermeyelim’ sakat anlayışındaki teslimiyetçi politikalar yüzünden hep sineye çekilmiş ve genelde cevapsız bırakılmıştı.
Eve değil, dağa dönüşü teşvik eden af yasası, terörün tekrar tırmanışa geçirildiği bir ortamda güvenlik güçlerimizin elini - kolunu bağlayan yeni ceza yasası ve Anayasamızın temel hükümlerini bile tartışmaya açan diğer temel kanun değişiklikleri, yapay olarak yaratılan ve bize dayatılan işte bu tür psikolojik zeminlerde hayata geçirilmişti.
İş bununla da bitmemiş; bütün bu düzenlemeler, perde gerisindeki acı gerçeklerden tamamen uzak olarak, lobicilerin ve AB’ci medyanın ‘Avrupalı olduk/AB’ye giriyoruz... ‘ makyajıyla çarpıtılarak, topluma toz pembe tablolar halinde sunulmuştu.
Bunlardan şahsen bana en ağır geleni; sırf ilerleme rapor lehimize olsun diye, 6 Ekim 2004’e 4 gün kala, üstelik Rumların AB’ye üye olduğu l Mayıs 2004 tarihinden geçerli olmak üzere, 2Ekim 2004 tarihinde yayınladığımız bir kararname ile gümrük birliğini (GB) ‘Kıbrıs’ adı altında Rumlara da teşmil etmemizdi. Tabii, KKTC ile bundan kısa süre önce yapmış olduğumuz benzer bir GB çerçeve anlaşması da AB’nin tepkisiyle rafa kadırılmıştı. (Ancak, ilerleme raporunda AB yine de bildiğini okumuş; göstermelik bir müzakere tarihi tavsiyesi havucuyla birlikte, Türkiye hakkındaki tüm art niyetlerini ortaya dökmüş ve aşırı uysallığımız yüzünden 17 Aralık zirvesi sırasında Rumlar için bizden yeni düzenleme taahhütü istemişti. Bu talebinin -şimdi başımıza bela olan- teyidini de en yüksek düzeyde maalesef almıştı.)
Şimdi Bize Dayatılanlar Yukarıda çok özet olarak sunduğumuz tüm bu şirin görünme gayretlerimize rağmen, tam üye yapmayacaklarını ve ‘özel statü’ için uygun ortam hazırladıklarını, anılan zirvede mümkün olan en açık dille AB bize söylemişti.
Örneğin, bu zirvenin sonuç bildirgesinde yeralan; - Daha öncekilerin aksine, tam üyeliğimizi asla garantilemeyen ucu açık müzakereler, - En büyük beklentilerimizde AB temel hukukunu bile hiçe sayan can alıcı kalıcı kısıtlamalar, - Onlarca defa veto tehdidiyle Rumları karşımıza diken ve tam üyelik hayaliyle sırf bizi oyalamak için yine ilk defa hazırlanmış, türlü tuzaklarla dolu ‘müzakere çerçevesi’ (23.madde), - Yaratılan ek konu başlıklarıyla aşırı şekilde (en az 15 yıl) uzatılacak görüşmelerin süresi, - Tam üyeliğimizin (?) onayının, üye ülke meclislerinin kararlarıyla değil de halk oylamasıyla yapılabilecek olması (Fransa daha şimdiden bu tehdide anayasal kesinlik kazandırdı), - Ve nihayet, sonuç bildirgesinde yine ilk defa yer verilen, tam üyelik şartlarını yerine getiremediğimiz takdirde bile, ‘AB kurumlarına mümkün olan en sıkı şekilde bağlanmamız’ dayatması, gibi hükümler, bu görünen köyün en açık kılavuzlarıdır.
Bunlara rağmen; akıl almaz siyasi ve diplomatik basiretsizliklerimiz yüzünden, halen ve yine havuç politikasıyla tam bir cendereye sokmakta oldukları Türkiye’ye yönelik aşağıdaki AB talep ve dayatmaları yaygınlık ve yoğunluk kazanarak genelde tekrar gündemin başına taşınıyor:
* Kıbrıs Rumunu tanıma oyunları: AB’nin yeni şımarık çocuğu Rumları tanıma anlamına da gelen, mecbur olmadığımız halde AB hayalleri yüzünden girdiğimiz gümrük birliğinin yeni AB üyelerine de uyarlanması yeterli bulunmuyor, yayınladığımız Rumu tanımama deklerasyonunu ortadan kaldıracak, havaalanları ve limanlarımızı da Ruma açmamız dayatılıyor. Oysa bu faaliyetler hizmet ticareti olup, Gümrük Birliği Anlaşması’nın kapsamı dışındadır. Ama her zaman olduğu gibi kararı yine onlar verecek.
Aldığımız uyarlama kararına ‘tanımama’ şerhi koyacak yerde (ki AB kasıtlı olarak bunu istememişti), İngiliz tavsiyesine safça uyup ayrı deklerasyon yayınlayınca da tam bir çıkmaza girmiş olduk. Çünkü AB cephesi, karşı deklerasyonla bizimkini sıfırlama yolunda yoğun bir çaba gösteriyor.
Rumlar bununla da yetinmeyip, AB’nin Lüksemburg mahkemesinde dava açma tehdidinde bulunuyor. (Bu dava açılır ve kaybedersek, ‘Ne yapalım, yargı kararı var’ deyip, Kıbrıs politikamızın iflasını bir kez daha ilan mı edeceğiz? Bu büyük facıayı kim, kime nasıl kabul ettirebilir?) Oysa, Rumların hukuk dışı AB üyeliğine karşı Lahey Adalet Divanı’nda dava açma yoluna esas bizim gitmemiz gerekir. Dayatmalara karşı bunun dile getirilmesi bile, dostlar alışverişte görsün misali, yarımağız rest denemelerinden çok daha önemlidir.Tek ümidimiz, bu kararı TBMM’nin onaylamaması...
* Fransa’nın dönekliği ve şantajı: Oyun içinde oyunların AB cephesinde sonu gelmiyor.Yeni entrikalar peşinde olan Fransa’nın öncülüğü ile AB bu sefer de ‘Tanıma yoksa,müzakere de yok!’ deme şantajına hazırlanıyor. ‘AB Konseyi’nin 17 Aralık kararı ancak (en erken Aralık 2005 zirvesinde) yeni bir Konsey kararı ile değiştirilebilir ve bunda da (en azından İngiltere’nin başkanlık döneminde) aleyhimize ittifak sağlanamaz’ yalın gerçeğine rağmen, Fransa bunu neden yapıyor?
Hiç kuşku yok; bize karşı düşmanca Ermeni ve Kürt politikalarıyla esasen yeterli sabıkası olan Fransa, Rumları çok sevdiğinden ziyade, bir yandan iç politika hesaplarıyla (Chirac –Sarkozy rekabeti), bir taraftan da, artık isyan ettiren aşırı uysallığımızdan da cesaret alarak, bizden yeni ekonomik rüşvetler koparmak için bu yolu tutuyor. (Sn. Gül’ün ‘...dönmemesine ayrılırız’ mealindeki ani tavrı, arkasında durulmazsa ters tepebilir.)
* Yeni direktifle bizi Ruma yine mecbur etme tuzağı: 17 Aralık kararındaki müzakere tarihi hatırlatmasıyla buna itirazımızın önünü kesmek için de yeni tuzak şimdiden hazırlanıyor: AB’nin en yetkili organı olan Konsey, sonuç bildirgesinde (23. madde) müzakerelerin çerçevsini ayrıntılı olarak belirlediği ve böylece siyasi organın vermiş olduğu yasa niteliğindeki karara uygun olarak Komisyon’un yalnızca bir teknik direktif hazırlanması yeterli olduğu halde, konu Eylül sonuna doğru tekrar siyasi organın (bu defa AB Bakanlar Komitesi) önüne getiriliyor. Maksat, tavrımızı bir kez daha test etmek, metne örtülü ek şartlar yerleştirmek ve özellikle Rumlara bu yolla da veto fırsatı yaratarak bizi tekrar köşeye sıkıştırmak...
* Kıbrıs’ı Girit yapma hesapları: Bunlar Kıbrıs’la ve Rumlarla ilgili sorunların sadece bir bölümü. Diğerleri (KKTC’nin durumu, Türk askerinin çekilmesi, toprak davaları, ‘yerleşiklerin’ gönderilmesi vd.) ile birlikte sonuç olarak; Kıbrıs’ın Girit olması, Kıbrıs Türklerinin de AB üyesi yine bir Helen ülkedesinde Batı Trakya Türkler gibi açık hava hapishanesinde yaşamaya mecbur edilmeleri veya adayı terk etmeleri kaçınılmaz sonuç ve de çözüm (!) olacak...
Üstelik, uluslararası hukuktan doğan müdahale hakkımızı kullanmış olduğumuz halde, artık bu haklardan da mahrum kalmış, daha da vahim olanı dünya kamuoyuna ‘suçlu, işgalci (!)’gibi tanıtılacak milyarlarca dolarlık tazminat borçlusu bir ülke olarak...
* Şimdilik uslu görünen Yunanistan’ın sinsi planları: Kötü polis rolünü yavrusu ve tetikçisi Ruma veren Yunanistan şimdilik bize dost görünüyor ve destek (!) veriyor. Ama aynı Yunanistan zamanı geldiğinde; malum Ege sorunu ile birlikte, şimdilik el altından ‘kültür turizmi’ ile teşvik etmekle yetindiği Patrikhane, ruhban okulu, azınlık vakıflarının malları ve Pontüs konularındaki dayatma ve küstahlıkları (Rum diyasporasını da kullanarak) ayrı ayrı masaya yayacak kuşkusuz.
Tabii bu arada, 6-7 Eylül Olayları gibi konular da ‘bilimsel’(!) ilgiden yoksun bırakılmayacak ...
* Yeni bölücülük tezgahları: Güneydoğu ile ilgili yıllanmış oyunlar ve PKK taşeronluğunda yeniden tetiklenen terörle birlikte, siyasal düzeyde yaratılmak istenen ‘Kürt sorunu’ ile, yapay kimlik tartışmaları içinde pazarlanmak istenen ‘Türkiyelilik’ safsatası, ayrıca yıllanmış malum Ermeni iddiaları da tekrar gündemin ön sıralarına taşınacak.
Nitekim; - Mikro milliyetçilik virüsü ile beslenecek, ‘demokrasi’ makyajlı ve PKK’yı siyasallaştırma amaçlı yeni (ve yine) etnik parti girişimleri, - Genel af saçmalığını yinelemek ve Brüksel’e ‘linç ediliyoruz’ servisi yapabilmek için çıldıran PKK militanlarının indirilmiş kıtalarla sözde ziyaret tahrikleri ve kanlı şiddet gösterileri, - Brüksel’in Güneydoğuya ve özellikle bazı belediye başkanlarına göstermeyi sürdürdüğü yakın ilgi ve bunların görüşmelerde savurduğu hezeyanlar, - Tüm sorunlarımızın çözümünü AB teslimiyetçiliğinde görme saplantısının esiri olan ve bütün bu olaylara hala tek gözle ve şaşı bakan kimi aydınlarımız ve medyamızın anlaşılmaz tutumu, - Son bir yılda 120’den fazla şehit verdiğimiz hain tuzaklarda kullanılan mayın ve bombaların tekrar tanık olduğumuz malum ‘Avrupa’ markaları, - Şöhretleri kendilerinden menkul kimi tarihçilerin sahibinin sesi rollerini tekrar sergilemek için iptal edilen boğaziçi toplantısını, tam da 3 Ekim öncesinde yapacakları müjdesini (!)vermeleri, gibi sinsi oyun ve entrikalar bunu gösteriyor...
En Doğal Hak Bize Çok Görülüyor Bunlara karşı AB ülkelerinde yıllardır uygulanan ve şimdilerde (örneğin İngiltere’de) daha da sertleştirilen yasal ve yönetsel önlemler (şimdi hazırlıkları yapıldığı gibi) almaya kalktığımız zaman, AB’den önce içimizdeki maşaları ve sözde sivil toplum kuruluşları ‘özgürlükler elden gidiyor!’ yaygarasına başlıyor. Zaten çoğunun varlık nedeni de bu değil mi?
Bunların arkasından, AB’nin malum sözcülerinin dinlemekten bıkıp usandığımız ve tamamen ikiyüzlülük kokan ‘demokrasi, insan hakları, özgürlükler ve azınlıklar...’ edebiyatına yüksek perdeden koro halinde başlayacakları, hatta bu en masum çabalarımızı resmi metinlerle bile eleştirecekleri kuşkusuzdur.
Başka bir anlatımla; güvenlik güçlerimizi görev yapamaz hale getiren ve esasen sorunlu hukuk sistemimizin de ağır yara almasına sebep olan, kendi ayağımıza sıktığımız uyum kurşunlarını kısmen olsun çıkarmaya çalışmak bile Türkiye için büyük günah (!)...
Her devletin en doğal hakkı olan kendi iç huzur ve güven ortamını tesis etme görevi, uluslararası terörün de hedefi olan Türkiye’ye çok görülüyor. Dahası, bu yöndeki girişimler, 17 Aralık kararının diliyle ‘reformlardan geri adım’ kabul ediliyor. Tabii, bunun yaptırımı da müzakereleri (!) askıya alma tehdidi olacak...
Sonuç İşte, yeni bir erteleme yaratılmaz (*) veya çoktan tamamlanması gereken, aşırı uzun tutulacak mevzuat taraması süreci bahanesiyle ‘aç-kapa’ yapılmazsa, sorgu odasına alınacağımız 3 Ekim’e böyle bir ortamda gidiyoruz.
Bu arada her an yeni sürprizlere ve şoklara da hazırlıklı olalım. Çünkü, müzakerelerin çerçevesi direktifinde, yeni/revize katılım ortaklığı belgesinde ve 2005’in ilerleme raporunda hangi dayatma ve tuzakların olacağını, ayrıca AB’nin Aralık ayındaki zirvesinde bunlara nelerin ekleneceğini henüz kestiremiyoruz. -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*): Almanya’nın Essen kentindeki Türkiye Araştırmalar Merkezi/Vakfı Başkanı ve AB konusunda deneyimli olan Prof. Dr. Faruk Şen’in bu konuda 29.8.2005 tarihli Akşam Gazetesi’nde yayınlanan uzun söyleşisinin başlığı ‘Türkiye 3 Ekim’i Unutsun’ dur.
|