YIL: 10

SAYI: 114

HAZİRAN   2007

 

 

önceki

yazdır

 

 

  Av. Özdemir ÖZOK

 

  

TBB BAŞKANI ÖZDEMİR ÖZOK'UN NEVŞEHİR'DE YAPILAN 29. OLAĞAN GENEL KURULU AÇIŞ KONUŞMASI


Sayın başkanlarım,

Genel kurulun değerli üyeleri,

29.Genel Kurulumuzu onurlandıran seçkin konuklar, sizlere hoş geldiniz diyor, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Öncelikle Antalya’da yaptığımız 28.Olağan Genel Kurul’dan sonra aramızdan ayrılan iki değerli Birlik Başkanı Teoman Evren ile Eralp Özgen’i rahmetle anıyor; Türkiye Barolar Birliği’ne ve mesleğimize yaptıkları katkılardan dolayı kendilerine şükranlarımızı sunuyorum. Bu iki Başkan ile çok yakın ilişkiler içinde olan bir kişi olarak her ikisinin de emsalsiz niteliklere sahip olduklarını, ilkelerine son derece bağlı olduklarını; dostluklarına ve cesaretlerine hayranlık duyduğumu belirtmek isterim. Kendilerine her zaman olduğu gibi rahmet, ailelerine, değerli meslektaşlarıma yeniden sabır dilerim.

22–23 Mayıs 2005 tarihlerinde Antalya’da yaptığımız genel kuruldan sonra geçen iki yıllık süre içinde sürdürdüğümüz tüm çalışmalarımızın bilgilerini saydam yönetim anlayışımızın bir sonucu olarak, düzenli ve sürekli olarak sizlere duyurduk. Ayrıca bu çalışmalarımızı içeren raporumuz ile bu döneme ilişkin mali raporumuzu inceleme olanağı bulacağınız bir süre önce sizlere yolladık. Bu nedenle sizlere geçen iki yıllık döneme ilişkin çalışmalarımız hakkında ayrıntılı açıklamalar yaparak sınırlı zamanınızı almak istemiyorum.

Aksine, bu iki günlük toplantı süresince yönetim kurulu olarak sizleri dinlemek ve çıkan somut sonuçlara göre gelecek iki yılı kurgulamak istemekteyiz. Geçen dönem içinde tüm sorunları birlikte yaşadık ve birlikte çözüm yolları aradık. Bunlardan birçoğuna çözümler bulabildiğimiz halde, siyasal iktidarın tasarrufu olarak karşımıza çıkan kimi yasal düzenlemelere karşı çaresiz kaldık.

Özellikle geçtiğimiz dönemde hiç unutamadığımız ve her zaman dillendireceğimiz iki hükümet tasarrufu, savunma örgütü olarak barolarımız ve TBB yanı sıra, tüm meslektaşlarımızı doğrudan ilgilendiren olumsuzluklarla karşı karşıya bırakmıştır.

·              Barolar ve meslektaşlarımız açısından Olumsuz Hükümet tasarruflarının birincisi, yıllarca yapılan mücadeleler sonunda Avukatlık Kanunu’na konulmuş olan “Avukatlık Sınavı”nın kimi sorumsuz stajyerlerin girişimleri sonucu, tamamen popülist bir yaklaşımla barolar ve TBB’nin karşı görüş ve düşünceleri hiçbir biçimde dikkate alınmadan liderin buyruğuyla bir çırpıda kaldırılmasıdır. Oysa sizlerinde yakından izlediğiniz gibi, 23 Aralık 2006 günü ilk sınavın yapılması için tüm hazırlıklar bitirilmişti. Avukatlık sınavının yasadan çıkarılmasından genel kurul tarihine kadar 2179 adet avukat ruhsatı verilmiştir. Bu gün hukuk fakültesini bitiren, bilgi ve birikim olarak hiçbir şey olamayan bir kişi istediği takdirde biçimsel bir stajdan sonra avukat olabilir. Bu durum mesleğimizin giderek çözülmesine ve saygınlık kaybetmesine neden olmaktadır. Oysa çağdaş batı ülkelerinde en zor elde edilen meslek avukatlık mesleğidir. Son derece önemi nedeniyle Avrupa’da bazı ülkelerdeki avukatlık stajı ve sınavdan söz etmek istiyorum.

İtalya’da avukat olabilmek için iki yol mevcuttur. Bunlardan birincisi, bir avukat yanında iki yıl süre ile staj yapılmasıdır. Bu sırada stajyere bir ücret ödenmesi söz konusu değildir. Bu iki yılın usulüne uygun olarak geçirildiğini ispat için duruşmalara katıldığını, tebliğ ettirdiği ve hazırladığı dilekçeleri, çözümlediği hukuki sorunları gösteren bir dosya bulundurmak ve bunu istendiği zaman yetkililere göstermek zorundadır. İkinci yol ise, avukatlık okulunda bu iki yılın geçirilmesidir. Bu okula gitmek zorunlu değildir. Her iki şekilde de, iki yıl sonra avukat olabilmek için üç tane sekiz saatlik yazılı ve sözlü sınav başarılmalıdır.

İsviçre’de, avukatlık staj dönemi 18 aydır. Bunun dokuz ayı bir büroda, kalan sürenin en az üç ayı mahkemede geçirilmektedir. Staj sonunda çok ciddi bir sınav vardır. Bu sınav yanında adli tıp, yargısal psikiyatri, kriminoloji ve avukatlık hukuku alanlarında kurs verilmektedir.

Fransa’da, avukatlığa başlayabilmek diğer Avrupa ülkelerine göre çok daha zor koşullara bağlanmıştır. Bu konuda, iki yazılı ve üç sözlü sınav başarılmalı,  ancak ondan sonra avukat olunabilmektedir.

Avusturya’da, dört yıllık öğrenimin sonunda hukuk bilgisini derinleştirmek ve geliştirmek için bir staj öngörülmüştür. Bu staj, Hakimlik, avukatlık ve noterlik için zorunludur. İki yıl süreli bu stajdan sonra bir sınav vardır. Sınavı Yüksek Eyalet Mahkemesi yapmakta ve sınava girenlerin ancak % 50’si başarılı olabilmektedir. Bu sınav başarıldıktan sonra avukat olabilmek için ayrıca 9 ay bir mahkemede ve 3 yılda bir avukat yanında çalışmak gerekmektedir. Bu süreler sonunda avukatlar ve yüksek mahkeme yargıçlarından oluşan bir heyet tarafından sözlü ve yazılı sınavlar yapılmakta ancak bu sınavları başaranlar baroya kayıt edilebilmektedirler.

Belçika’da, beş yıl kıdemli bir avukat yanında 3 yıl süre ile staj yapılmakta ondan sonra yapılan avukatlık sınavı başarıldıktan sonra avukat olunabilmektedir.

İspanya’da hukuk fakültesini bitiren kişi baroya doğrudan avukat olarak kaydolabiliyor. Ancak, deneyimli bir avukat yanında 2 yıl süre ile çalışmak ondan sonra bağımsız büro açmak olanağını elde edebiliyor.

İsveç’te hukuk eğitimi en zor eğitimlerden birisidir. Normalde eğitim süresi 5 yıl ama genelde 6–7 yılda tamamlanabiliyor ve yaklaşık hukuk fakültesine girenlerin 1/3’i okulu bırakmak durumunda kalıyor. Avukat için staj süresi 2,5 yıldır. Bu deneyimli bir avukat yanında geçirilmekte bu süre sonunda avukat adayı sınavdan geçmektedir.

Uygar ve çağdaş ülkelerin avukatlıkla ilgili kimi düzenlemeleri böyleyken büyük mücadelelerle elde ettiğimiz sınav olanağının bir çırpıda kaldırılmasını siz değerli meslektaşlarımın takdir ve değerlendirmelerine sunuyorum.  

·              Barolarımız ve meslektaşlarımız açısından olumsuz hükümet tasarruflarının ikincisi ise, Yeni CMK’da müdafii görevlendirilmesinin genişletilmesi yanı sıra, yakınıcı ve davaya katılana da vekil atanması sonucu CMK giderlerinde büyük artış olmasına karşın,  CMK giderlerine ayrılan ödeneğin aynı kalması sonucu yakınmalara sebebiyet verilmesidir. Yaşanacak olumsuzlukları her fırsatta dile getirmemize karşın bizlere uygulamanın beklenilmesi önerilmiştir. İlk günden beri sonucu belli olan uygulamanın neler getirdiğini birlikte yaşadık. 2006 yılına ilişkin CMK ödeneği, 2005 yılının 6.ayından sonraki giderleri dahi karşılayamamış CMK görevlisi meslektaşlarımız hala birikmiş paralarını alamamışlardır. Yapılan uzun ve sıkıntılı görüşmelerde siyasal iktidar ve özellikle Adalet Bakanlığı sorunu çözmek yerine TBB ve baroların yetkilerini daraltmaya yönelik girişimlerde bulunmuşlardır. Bu anlayış ve yaklaşımın tespit edildiği günden itibaren Adalet Bakanlığı yetkilileriyle bu konudaki ortak çalışmalarımızı kestik ve sadece yazılı görüşlerimizi bildirdik. Bu aşamadan sonra tamamen Adalet Bakanlığı bürokratlarının hazırladığı 5560 sayılı yasa çıkarılarak bilindiği gibi Cumhuriyet Savcıları avukatların ita amiri durumuna getirilmiştir.

Yasanın uygulanması için çıkarılması düşünülen yönetmelik TBB ve baroların karşı görüş ve sergiledikleri duruş nedeniyle, bu sorunları aşacak bir biçimde hala çıkarılamamış, sözü edilen olumsuzluklar giderilememiş, bunun doğal sonucu olarak ciddi olumsuzluklar süre gelmiştir. Kuşkusuz biraz sonra söz alacak sayın baro başkanlarımız yaşanan olumsuzlukları ayrıntılarıyla anlatacaklardır. 

59. Hükümetin bu tasarrufları Türk savunma tarihine düşen iki leke olarak belleklerimizde canlılığını koruyacağı gibi, yeni yasama döneminde bu olumsuzlukların giderilmesi en önemli mücadelemiz olacaktır.

Konu yeni yasama dönemine gelmişken, ülkeyi 22.Temmuz.2007 günü yapılacak seçimlere götüren süreci kısaca hatırlatmak isterim.

 

Genel Kurulun sayın üyeleri,

Değerli konuklar;

2002–2003 yargı yılı açılışı nedeniyle yaptığım 6.Eylül.2002 günlü konuşmamın bir bölümünde yaklaşan erken seçimle ilgili olarak “...22.dönem milletvekili seçimlerinin 3 Kasım 2002 günü yapılmasına karar verilmiştir. Halkımız ve demokrasimiz için hayırlı olsun. 4 Kasım 2002 sabahında Türkiye’ye istikrar ve güven veren bir siyasal ortamın oluşmasını umut etmek istiyoruz. Bu konudaki endişelerimizin en önemli nedeni siyasetteki alabildiğine bölünmüşlük ve mevcut Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarındaki antidemokratik hükümlerdir. Son üç dört dönemdir parlamento, seçim dönemini tamamlamadan erken seçim kararı almak durumunda kalıyor. Bu dahi başlı başına mevcut siyasi partiler ve seçim yasalarının ülke siyasetine yeterli katkı veremediğinin bir göstergesidir. Dünyanın en asil, en uysal, en sabırlı halkı olan Türk halkı ve Anadolu insanı, yaşadığı bunca çile ve düş kırıklığına karşın, demokrasiye olan inancını yitirmemeye çalışmaktadır. Halkımızın bu özelliği ve duyarlılığı siyasetçilerimiz tarafından çok iyi algılanmalıdır. Kronikleşen iç ve dış sorunlarla karşı karşıya olan ülkemizde, siyasete ve yönetime aday olmak için çok iyi düşünülmesi, ondan sonra karar verilmesi gerektiği kanısındayız. Çünkü; içte yaşanan siyasal, sosyal ve ekonomik sorunlarla; dışta yaşanan siyasal ve ekonomik gelişmeler, değişmeler ivedi olarak kontrol altına alınmadığı takdirde ülkemiz, tarihinin en karanlık günlerini yaşayabilir. Bu nedenle, bilgili,  birikimli, donanımlı, deneyimli, etik ve moral değerleri yüksek parlamenterlerden oluşan bir meclis yapısına ihtiyaç vardır. Hiçbir ekonomik sistem, ülkemizde geçerli ve yaygın olan “üretmeden tüketmenin” sihirli formülünü bulamamıştır.

Kendi öz kaynaklarını harekete geçiremeyen, üretimini artıramayan, tamamen spekülatif önlemlerle ve dış borç bağımlısı ülke ekonomisinin silkinip ayağa kalkması çok zordur. Tüm bunları yaşama geçirecek, halka güven veren, gerçekçi, samimi, açık yürekli ve dürüst siyasi kadrolara şiddetle ihtiyaç vardır.

Umudumuz, dileğimiz ve beklentimiz seçime girecek siyasi parti yönetimlerinin milletvekili adaylarını, siyasi çıkar ve yandaş anlayışıyla değil, ülkeye ve halkımıza hizmeti öne çıkaran bir anlayışla belirlemesidir..” demiş ve 2003-2004 yargı yılı açılışı nedeniyle yaptığım 8 Eylül 2003 günlü konuşmamda da şu tespitleri yapmıştım. “...3 Kasım 2002 günü yapılan milletvekili genel seçiminden sonra yeni bir siyasi tablo oluşmuş ve TBBM’ne iki parti girebilmiştir. Demokrasiye özgürlük ve insan haklarına inançlı halkımız, yaşadığı bunca çile ve düş kırıklığına karşın, bu değerlere olan inancını hiçbir zaman yitirmemiş her zaman kendine düşen özveriyi ve duyarlılığı göstermiştir.

Ancak halkımızın bu özverisi ve özelliği siyasetçilerimiz tarafından, hiçbir zaman iyi algılanamamış, iyi okunamamış ve çoğu kez politikacılar, halkın değil, yandaşlarının ve dar ideolojik düşüncelerinin hizmetkârı olmuşlardır. Üzülerek ifade etmek isterim ki, demokrasi tarihimizin en büyük olanağını elde etmiş olan mevcut iktidar da, aynı tarihi hatayı yapma yolundadır. TBB olarak gelişmeleri ve değişimi ülke demokrasisinin bir ürünü olarak algıladığımızı, ülkenin kalkınması, halkımızın mutluluğu için yapılacak her doğru işe destek vereceğimizi hem kamuoyuna hem de, görüştüğümüz hükümet yetkililerine duraksamadan aktardık. Bu görüşmelerimizde özellikle laik Cumhuriyete ve onun kazanımlarına olan bağlılığımızı ve duyarlılığımızı açık ve net bir biçimde vurguladık...” demek suretiyle yeni meclis ve yeni siyasal iktidardan beklentilerimizi açıkça ortaya koymuştuk.

Geçen süreç bizi haklı çıkardı ve çarpık politik yaklaşımları eleştirerek iktidar olan AKP, Cumhuriyet tarihinin belki de en büyük siyaset yanlışlarını ardı ardına yaparak, diyalogdan uzak, ben merkezli tutum ve davranışlarıyla, sahip olduğu bulunması olanaksız oy gücüne rağmen ülkeyi ciddi bir siyasi kriz eşiğine getirdi.

Çağdaş, çoğulcu ve katılımcı demokrasi asla oya, sandığa, sayısal üstünlüğe indirgenemez. Kuşkusuz bunlar demokrasinin temel unsurları ve araçlarıdır. Günümüz demokrasilerinde bunlardan çok daha önemlisi demokrasi uygulayıcılarının bu kavramı içselleştirmeleri yanında, çağdaş, uygar ve uzlaşıcı bir yaklaşım sergilemeleridir. 

Bilindiği gibi, tarihteki antidemokratik rejimlerde egemen olan dayatma ve baskı politikaları erklerin yoğunlaşarak tekel yaratması sonucu keyfiliğe dönüşebilmiştir.  Ama bu durumun sadece baskıcı kral ve diktatörlere özgü olabileceği düşünülmemelidir. Günümüz demokratik düzenlerinde de bir veya birkaç elde toplanan ve kabına sağmayan sınırsız güç, her koşulda insan hak ve özgürlüklerinin yanı sıra demokrasinin de en büyük düşmanı haline dönüşebilmektedir. Başka bir anlatımla, demokrasilerde de çoğunluk rakipsiz,  seçeneksiz ve denetimsiz bir kuvvet durumuna gelince, aynı sonucu doğurmakta,   tıpkı antidemokratik rejimlerde olduğu gibi keyfilik ve baskı politikaları egemen olabilmektedir. Bu durumlarda iktidarlar, temsil ettiklerini iddia ettikleri ulusal iradenin gücüne, desteğine ve kutsallığına güvenerek diktatörleri aratmayacak davranış ve uygulamalar içine girebilmektedirler.  Bu tür yönetimlerde çoğunluğu elinde bulunduranlar uyguladıkları zorbalığı, baskıyı ve hukuk dışılığı yasallaştırmak için milli iradeye dayandıklarına önce kendilerini inandırmakta  ve bu inançla kendilerini sınırlandıracak başta hukuk olmak üzere, hiçbir engel tanımama yoluna girmektedirler.

Günümüz dünyasının yönetim biçimi olan demokrasilerin yapısında saklı olan bu tehlikeyi önlemek, hukukun üstünlüğü başta olmak üzere, vatandaş hak ve özgürlüklerini güvenceye bağlamak ve gereken önlemleri almak amacıyla demokratik teminat kurumlarına gereksinim duyulmuştur.  Yüzyıllar süren çetin mücadeleler sonunda egemenliği oluşturan yasama, yürütme ve yargı erklerini birbirinden ayırarak ve kurumsallaştırarak, demokratik yönetimi gerçekleştirmeye çalışmışlardır.

Büyük uğraşlar sonucu gelinen bu noktada,     parlamenter sistemlerde bile zaman zaman yasama ve yürütme, siyasetin kendine özgü yapısı ve baskısı altında tek güç haline dönüşebilmekte ve tek elde toplanabilmektedir. Sistemlerin gereği iki gücü elinde tutanlar, yargıyı da etkileri altına alabilecek yollar aramakta, çoğu kez de bulmaktadırlar.  Böylece erklerin,   siyasal iktidar bünyesinde bir araya gelmesi, görünürdeki ayrılığı biçimsel kılmakta ve karşı konulması olanaksız özellikle iki gücün, yasama ve yürütmenin tek elde toplanmasına neden olabilmektedir.

Görüldüğü gibi demokratik sistem için asıl güvence,  kamu   gücünün, yani erklerin bütünüyle bir kişinin, bir partinin, ya da bir kurulun eline geçmemesindedir.

Demokratik düzenin bir zaafı olarak ortaya çıkan bu olumsuzluğun çaresi hukukun üstünlüğü ilkesinin egemen olduğu, hukuk devleti ve hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu olan yargı bağımsızlığı ve dolayısıyla yargı denetimi ile iktidarı hukuk içine çekmektir. Parlamenter demokratik sistemin en belirgin özelliği olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin uygulanması halinde; yürütmenin hukuka bağlılığını sağlamada en etkili yol, kuşkusuz tam bağımsız yargıdır. Başka bir anlatımla, düzenleme yetkisini ve güç kullanma tekelini elinde bulunduran yasama ve yürütme erklerinin eylem ve işlemlerine karşı bireyin yanında, anayasal rejimin en büyük teminatı, millet adına, halk adına yargılama yapan bağımsız yargı olacaktır.

Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi’nin bir kanunu, Danıştay’ın bir hükümet tasarrufunu iptal etmesi bazılarının yaklaşımının aksine, yasama ve yürütmeye müdahale ya da üstünlük olarak algılanmayıp, kuvvetler ayrılığının amaçladığı dengenin ve hukuk devletinin doğal sonucu olarak kabul edilmelidir. Yoksa bizde olduğu gibi yargılamanın her aşamasında yorum ve değerlendirme yapmak yanında,  Danıştay’ın verdiği   iptal kararından sonra “..bu konuyu ulema bilir...” ya da Anayasa Mahkemesi’nin   iptal kararından sonra “...demokrasiye kurşun sıkılmıştır...” yaklaşımı demokratik toplum önderlerinin asla ağızlarına almamaları gereken  beyan ve yorumlardır.

Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi ve sonrası yaşanan olumsuzluklar yanı sıra, Türk parlamento tarihinde ilk kez bir Cumhurbaşkanlığı seçiminin   yargıya taşınması, Silahlı Kuvvetlerin muhtıra niteliğindeki bildirisi, toplumun büyük bir kesiminin meydanları doldurarak siyasal iktidardan kuşkularını dile getirmesi, tüm bunlara tepki olarak öncelikle genel seçimlerin öne alınması, sosyal, hukuksal ve tarihsel boyutları düşünülmeden öfke ile Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin önerilmesi ve bu yönde alelacele yapılan  Anayasa değişiklikleri demokratik rejimimizin işleyiş ve istikrarı bakımından son derece yanlış yaklaşımlardır.

Bu konular uzun süre tartışılarak, siyasal ve toplumsal uzlaşma sağlandıktan sonra ele alınması gereken ve asla ayaküstü kararlarla yönlendirilemeyecek çok önemli konulardır. Deneyimsiz ve birikimsiz siyasal iktidar,  büyük sandalye gücüne karşın, demokratik geleneklere uymayan anlamsız dayatmalarla ülkeyi siyasi krize sürüklemiştir. Dileğimiz bu yaşananların öncelikle siyasal iktidar temsilcileri olmak üzere, tüm siyasi partilerimize ders olması ve 22 Temmuz 2007 günlü genel seçimlerin ülkemizde siyasi istikrar başta üzere, toplumsal ve ekonomik istikrarın gerçekleşmesi yanı sıra, huzur barış ve güvenliğin güvencesi olan “demokratik, laik hukuk devleti”nin güçlenmesine neden olmasıdır.

Genel kurulun değerli temsilcileri,

Sayın meslektaşlarım;

Konuşmamın başında da söylediğim gibi, bugün burada sizlere yaptığımız çalışmaları sıralayarak çok değerli vaktinizi almak istemiyorum. Bize Antalya Genel Kurulu’nda emanet ettiğiniz TBB yönetimini sizden aldığımız yetkilere dayanarak birlikte çalışmaktan onur duyduğum yönetim kurulu üyesi arkadaşlarımla birlikte dürüst, ilkeli ve duyarlı bir biçimde yürütmeye çalıştık.

Bu süre içinde kuşkusuz çok iyi şeylere imza attığımız gibi bazı nedenlerle eksiklerimiz de olmuştur. Kuşkusuz bunu en iyi değerlendirecek olan sizler ve değerli meslektaşlarımızdır. Aktif-pasif, olumlu-olumsuz, başarılı-başarısız değerlendirmeleri sonunda karne notumuz oluşacaktır. Sonuç ne olursa olsun, arkadaşlarımla birlikte üslendiğimiz bu onurlu ve önemli görevi en iyi şekilde yerine getirmek tek amacımız olmuştur.

Sizlerin öneri ve görüşleri doğrultusunda oluşturacağımız yeni çalışma yol ve yöntemleriyle görevimizin ikinci periyodunda çok daha iyi şeyler yapacağımıza inancım tamdır. Bu duygu ve düşüncelerle 29.Genel Kurulumuzu onurlandırdığınız için teşekkür eder, genel kurul çalışmalarının hukukumuz ve mesleğimiz yönünden olumlu sonuçlar vermesini diler,  saygılar sunarım.

 

KAYNAKÇA