|
|||||
|
İKTİSADİ KALKINMA KURAMLARININ YOKSULLUK KONUSUNA YAKLAŞIMLARINA ELEŞTİREL BİR BAKIŞ |
ÖZET
İktisadi kalkınma kuramlarının yoksulluğu önlemede temel çıkış noktası, yoksul ülkelerin gelişmiş ülkelerin geçtiği yolu izleyerek kalkınabileceği ve yoksulluktan kurtulabileceği varsayımıdır. Gelişme süreçlerinin karmaşıklığını kavramaktan uzak, basit bir modellemeye dayanan bu görüş, toplumsal, siyasal, kültürel yapıları dışarıda bırakmakta, bu yapıların iktisadi alan üzerindeki etkilerini görmezden gelmektedir.
Kalkınma kuramları çerçevesinde izlenen politikalar sonucunda dünya nüfusunun yaklaşık % 20’si günlük 1 $’ın, % 50’si ise 2 $’ın altında gelirle yaşamak durumunda bırakılmış, yoksulluk gibi temel bir sorunun üstesinden gelinememiştir.
Anahtar kelimeler: İktisadi kalkınma kuramları, Yoksulluk
A CRITICAL REVIEW ON APPROACH TO POVERTY OF ECONOMIC DEVELOPMENT THEORIES
ABSTRACT
Basic coming out point in order to prevent of poverty of economic development theories, it is hypothesis of getting out of poverty and to development that poor countries have to trace the road passing developing countries. The view is basic on simple model and is far grasping of complex of developing succession. Also it has excluded structure of social, political, cultural, has pretended not to see the effect on economic area of this structures.
As a result of political applied in frame of economic development theories, must be lived about 20 % of earth population is below 1 $, % 50 2 $ per capita per day, haven’t been coped with the problem of the poverty.
Key words: Economic development theories, Poverty.
1.GİRİŞ
Yoksulluk, genel olarak tüm ülkelerde bulunan önemli bir sorun olmakla birlikte, azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde daha ciddi bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu ülkeler büyümeyi hızlandırıp yoksulluğu azaltan reformları gerçekleştirememektedirler. Dolayısıyla kalkınma ekonomisinin temel ilgi alanlarından birisi yoksulluk ve onunla mücadele oluşturmaktadır. Bu bağlamda ekonomi politikasının büyüme ve kalkınma amacı II. Dünya Savaşı’ndan sonra daha çok önem kazanmış, yoksulluk sorunu Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) gibi kuruluşlar başta olmak üzere tüm karar alıcıların da gündemine girmiştir.
Oldukça karmaşık bir olgu olan yoksulluk, günlük yaşamda kişilerin kendi ekonomik durumlarını anlatmakta veya diğer kişilerle karşılaştırmalar yapmakta en çok kullanılan sözcüklerden biridir. Ancak ekonomik açıdan tanımlanmasında güçlükler olan bir kavramdır. Bunun nedeni yoksulluğun sınırlarının çizilmesinde yaşanan güçlükler ve göreceli niteliğinin fazla olmasıdır. Bununla birlikte yoksulluğun tanımına ait yaklaşımlar mutlak yoksulluk ve göreli yoksulluk olmak üzere iki ana başlık altında toplanabilir.
Mutlak yoksulluk, bireylerin yaşamlarını sürdürebilecek asgari refah düzeyini yakalayamamaları durumudur. Asgari refah düzeyine ilişkin hesaplamalar ise, genellikle yeterli miktarda mal ve hizmet kalemlerinden oluşan sepetin maliyeti esasına göre yapılmaktadır. Buna göre yaşamda kalabilmek için gerekli en düşük maliyetli mal ve hizmet harcamaların parasal değeri bir yoksulluk sınırı oluşturmakta, bu gelir veya harcama düzeyine ulaşamayanlar mutlak yoksul sayılmaktadır.
Göreli yoksulluk ise bireylerin toplumun ortalama refah düzeyinin belli bir oranının altında olması durumudur. Bu yaklaşıma göre yoksulların belirlenmesinde ya nüfusun düşük gelirli bir oranı yoksul olarak alınmakta, ya da ortalama gelir düzeyinde bir sınır[1] saptanarak bu sınırın altında gelire sahip olanlar yoksul olarak tanımlanmaktadır (Ahluwalia ve diğerleri, 1979: 299).
Yoksulluk sorunu, iktisadi düşünceler tarihinde diğer ekonomik konulara göre daha az incelenmiştir. Yoksulluk kavramı üzerinde yapılmış tartışmalar genel olarak değerlendirildiğinde, yoksulluğun; “Sermayeye dönüşmesi mümkün olmayan gelir düzeyleri” olarak ifade edilmesinin yaygın bir kabul olduğu görülmektedir. Geçimlik olarak ifade edilen bu gelir düzeyinin toplumsal genelleme boyutuna varması halinde, kalkınma iktisatçılarınca geliştirilmiş olan azgelişmişlik kavramı ile o toplumun tanımlanmasını ve azgelişmişliğin aşılabilmesi için önerilen senaryoları gündeme getirmiştir (DPT, 2001: 126).
İktisat ve sosyolojinin az gelişmiş ülkelere ilk yaklaşımlarının temelinde, bu ülkelerin gelişmiş ülkelerin geçtiği yolu izleyerek kalkınabileceği ve yoksulluktan kurtulabileceği varsayımı vardır. Bu yaklaşım doğal olarak gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkelerin karşılaştırılmasına, gelişmiş ülkelerde olup ta az gelişmiş ülkelerde olmayan faktörlerin belirlenmesine yol açmıştır. Bunlar bir kez saptanınca gelişmeyi engelleyen faktörler ortaya çıkacaktır (İşgüden, 1995: 140).
Ekonomik büyüme yoksulluğun ve gelir eşitsizliğinin azaltılmasında gerekli unsurlardan biridir. Çünkü bir ülkedeki yoksulluk miktarı, kişi başına ortalama gelir düzeyi ve gelir eşitsizliği derecesiyle yakından ilişkilidir. Ortalama gelirdeki artış yoksulluğu azaltırken, gelir eşitsizliğindeki artış yoksulluğu artırmaktadır (Kakwani,1993:121). Büyümeyle yoksulluk arasındaki ilişki, büyüme ile gelir dağılımı ilişkisini de içeren karmaşık bir yapıya sahiptir. Kalkınma kuramının savunucuları, yoksul ülkelerde büyüme sürecine girilmesi ile artan gelir eşitsizliğinin, sonuç olarak ekonomideki tüm birimlerin gelirinin artması için bir ön koşul olarak kabul etmektedir. Kuramın savunucularına göre yoksul ülkelerde ekonomik kalkınmanın ilk aşamalarında gelir dağılımının bozulması ve ekonomik kalkınma ile bir taraftan gelir dağılımındaki dengesizlikler ortadan kalkarken diğer taraftan ülkeler arasındaki gelir eşitsizliğinden kaynaklanan farklılıkların azalması, beklenen ve doğal bir süreçtir. Gelir dağılımı ile ekonomik kalkınma arasındaki ilişkiyi açıklamakta Kuznets Hipotezinin önemli bir yeri vardır. Kuznets’in Ters-U olarak bilinen hipotezine göre, ekonomik gelişmenin ilk aşamalarında gelir eşitsizliği artma eğiliminde iken, ekonomik gelişmeyle birlikte gelir eşitsizlikleri azalma eğilimine girer. Çünkü büyüme süreci başlangıçta kaynakların düşük üretkenliğe sahip sektörlere transferi sonucunda eşitsizlik düzeyinin giderek artmasına, daha yüksek kişi başına gelir düzeylerine ulaşıldığında ise azalmasına neden olmaktadır. Gelir düzeyinin yükselmesine paralel olarak demokrasinin gelişimi gibi faktörlerde gelir dağılımı bozukluklarının düzelmesini ve bu düzelmenin kalıcı olmasını sağlayacaktır (Tsai, 1995:471). Buna göre büyüme sürecinin ilk aşamalarında eşitsizliğin artması, büyüme süreci yoksulluğu azaltıcı bir rotaya girene kadar katlanılması gereken bir maliyet olarak kabul edilmektedir.
Bu çalışmada yoksul ülkelerin kalkınma problemlerinin nedenlerini ortaya koyan ve bu ülkelerin yoksulluktan kurtulmaları konusunda çözüm üreten belli başlı kuramlar, eleştirel bir bakışla ele alınmıştır. Kuramların savunucuları arasında farklılıklar bulunmakla birlikte bu iktisatçıların kapsamında sayıldıkları kuramların soruna yaklaşımları, genel bir çerçevede analiz edilmiştir. Çalışmada giriş bölümünün ardından kalkınma kuramlarının yoksulluk konusuna yaklaşımları, Ortodoks kuramlar, Marksist iktisat, bağımlılık kuramları ve neoklasik iktisat kuramı sırasında incelenmiştir. Daha sonra kuramların yoksulluk konusuna yaklaşımlarının eleştirisine yer verilmiş, sonuç bölümünde ise genel bir değerlendirme yapılmıştır.
2. KALKINMA KURAMLARININ YOKSULLUK KONUSUNA YAKLAŞIMLARI
Kalkınma iktisadı, bir anlamda klasik iktisadın azgelişmiş ülkelerle ilgili tutumuna tepki olarak gelişen bir kuram olmuştur. Kuramın ortaya çıkışı, 1930’lardaki büyük bunalımla başlamıştır. Bu dönemde dengesizlik iktisadını geliştirerek klasik iktisadın genel denge kuramını alt üst eden J.M.Keynes, daha sonra müdahale söylemini savunarak diğer kuramcıların da önünü açmıştır.1939–1945 yılları arasındaki uluslar arası ekonomik sistemin çöküşünün meydana getirdiği sarsıntı, kalkınma iktisadına asıl ivmeyi kazandırmıştır. Hem kalkınma kuramlarında hem de kalkınma stratejilerinde sorun üretim sürecinin ekonomik yönlerinde görülmüş, dolayısı ile çözüm önerileri de üretim faktörlerinin nasıl elde edileceği, nasıl bir araya getirileceği ve nasıl üretime sokulacağı üzerine yoğunlaşmıştır (Yavilioğlu, 2002a:63).
Kalkınma felsefesi, ulus devlet anlayışına yeni iktisadi görevler yüklemiş, yeni bir kalkınmacı devlet tipinin öne çıkmasına olanak sağlamıştır. Kalkınma iktisadının öncülerinden olan A.Hirschman, W.A.Lewis, R.Nurkse, P.R. Rodan ve W.W.Rostow gibi isimler, yoksul ülkelerin azgelişmişlik sorununu bu ülkelerin kendi iç dinamiklerine bağlamış, piyasa ekseninde yürüyen ilişkilerin gelişmesini sağlayacak bazı düzenlemeler yapıldığında, diğer bir deyişle piyasalara müdahale edildiğinde, kalkınmayı engelleyen bu dinamiklerin etkisiz kılınabileceğini ileri sürmüşlerdir. A.Hirschman, 1950’li yıllarda egemen olan bu önermeyi şu cümle ile ifade etmektedir (İnsel, 2003:185).
“Sanayileşmenin hatırı sayılır bir şekilde gecikmesi, biraz kapsamlı her projenin müteşebbis zihniyetin zayıflığıyla sınırlanması ve benzeri gerçek veya hayali birçok blokaj öğesi karşısında genel kanı, geri kalmış ülkelerin sanayileşme sürecine ancak bilinçli, yoğun ve yönlendirilmiş bir çaba sonucu girebilecekleriydi”.
Buna göre kalkınmacı devlet, 1950’yi izleyen çeyrek asır boyunca hem üretici, hem yatırımcı, hem de düzenleyici nitelikler sergilemiştir. Gelişen konjonktüründe elverişli olması sebebiyle belirli bir süre iyi sonuçlar doğuran kalkınma iktisadı, 1970’li yıllarda yaşanan bunalımın sonucunda çok geçmeden geçerliliğini yitirmiştir. Az gelişmiş yoksul ülkeler, zamanla artan ekonomik bağımlılıkları yüzünden gelişmiş ülkelerin uydusu haline dönüşmüştür. Bu bağımlılık olgusuna tepki olarak bağımlılık kuramı ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım, uluslar arası işbölümünde karşılıklı çıkar ilişkisine dayanan klasik yaklaşımı reddettiği gibi, çözümlemelerini kapitalist sistem içinde arayan kalkınma iktisadının yaklaşımını da kabul etmemektedir. Temelde Marksist söylemden yola çıkan bu kuramcılar, Marksist analizdeki tarihsel boyutu ve kapitalizmin iç çelişkilerini hesaba katmadan ya da yeterince irdelemeden, azgelişmişliğin suçunu kalkınma iktisadının tersine tamamen dış dinamiklerle açıklamaya çalışmışlardır (Şahin,2000:286).
Kalkınma iktisadı içinde 1970’li yılların başından itibaren tırmanmaya başlayan neoklasik yaklaşımlar, bütün ülkelerde her zaman ve her koşulda geçerli bir paradigma olarak kalkınma iktisadına hakim olurken diğer paradigmaların sesi ya tamamen kesilmiş ya da iyice kısılmıştır (Şenses, 2001: 16).
2.1.Ortodoks Kuramlar
Ortodoks kuramlar, gelişme sürecini iktisat biliminin sınırları içinde algılayan ve ekonomik büyümeye merkezi bir önem veren özelliğe sahiptirler. Az gelişmiş ülkelerin yoksulluktan kurtulmasını, ekonomik büyüme ile ifade edilen sermaye birikimi sürecine indirgemişlerdir.
2.1.1. Büyük İtiş Kuramları (P. R. Rodan)
P.Rosenstein Rodan, II. Dünya Savaşı devam ederken savaş sonrasında oluşacak dünya ekonomisinin karşılaşacağı sorunlarla ilgilenmeye başlamış, bu bağlamda Doğu ve Güney–Doğu Avrupa’nın kalkınmalarına engel olan sorunları şöyle belirtmiştir (Rodan, 1966: 51):
• Milli gelir düzeyi düşük olduğu için talep yönünden darlık vardır.
• Nüfus fazla, toprak geniştir. Ancak üretim yetersizdir.
• Sermaye miktarı çok düşüktür.
Rosenstein Rodan, kaynakların yetersizliği sorununu ön planda tutarak özellikle kalkış ve kişi başına gelir hızı üzerinde durmaktadır (İlkin,1983:81–82). Az gelişmiş ülkelerin yoksulluktan kurtulmalarının sanayileşmeleri ile mümkün olacağı noktasından hareket eden Rodan, bu dönüşümün gerçekleşmesinden dünya ekonomisinde olumlu etkileneceğini vurgulamaktadır. Ona göre bu dönüşüm, yoksul bölgelerin gelirini zengin bölgelerinkinden daha hızlı bir oranda yükselterek dünyanın farklı bölgeleri arasındaki gelir dağılımını daha eşit hale getirecektir.
Rodan’a göre az gelişmiş ülkelerin kalkınabilmesinin iki yolu vardır. Birinci yol emek fazlası bulunan geri kalmış bölgelerden, sermaye fazlası bulunan gelişmiş bölgelere emek göçüyle bölgelerin kalkınmasıdır. Ancak bu yol çeşitli toplumsal dengesizliklere yol açabileceğinden sağlıklı bir çözüm yolu değildir. İkincisi ise sermayenin geri kalmış bölgeye gelmesidir (Rodan,1966:50–51). İkinci yolun kullanılmasını daha uygun bulan Rodan, başarı için asgari bir yatırım miktarının gerekli ancak yeterli olmadığını söyleyerek bu sürecin kısaca “büyük itiş” olarak adlandırılabileceğini belirtmektedir. Büyük itiş kuramında kaynakların asgari bir miktarının birbirini tamamlayıcı yatırımlara yönlendirilmesi, kendini sürdüren büyüme sürecine girişte bir eşiğin aşılması anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle bu sürece girmek için yapılan çalışmalar belirli bir düzeye ulaşırsa, ekonomi bozulmaz ve gelişme aşamasına girer (Freysinet,1985:133).
2.1.2. Kapalı Çember Kuramları (R. Nurkse)
Kapalı çember kuramlarında yoksulluk kendini devamlı olarak yineleyen, ancak her defasında yine başlangıç noktasına dönen hareketlerin sonucu olarak verilir. Her başlangıcın gelişmeyi önleyici faktörler nedeniyle dairesel bir yol izleyip tekrar aynı noktaya gelmesi, yoksulluktan kurtulma sürecinin önünü devamlı tıkamaktadır.
Azgelişmişliği açıklamakta kullanılan çok sayıda kapalı çember kuramı vardır. Bunların içinde en çok kullanılanı Nurkse’nin kapalı çember kuramıdır. R. Nurkse, bir ekonominin geri kalmışlığını onun düşük gelir, düşük tasarruf, düşük yatırım ve tekrar düşük gelir seviyesine bağlayarak bu ülkenin bir kısır döngü içinde denge oluşturduğunu ileri sürmektedir. Ona göre bir ülke yoksul olduğu için yoksuldur (Nurkse, 1952:571).
Bu teoriyi savunanlara göre yoksulluk başlıca üç kısır çember yaratır (Savaş, 1979: 281–282). Birinci kısır çember tasarruf–yatırım ilişkisine aittir. Gelir seviyesinin düşük olması tasarrufun az olmasına, tasarrufun azlığı da yatırımların az olmasına yol açar. Az yatırım ise gelir artışının az olması demektir. İkinci kısır çember talep–yatırım ilişkisine aittir. Yoksul ülkelerde gelir seviyesinin düşük olması, toplam talebin hem miktar hem de çeşit olarak çok sınırlı olmasını gerektirir. Böylece bir ekonomide müteşebbisleri yatırıma yöneltecek, teşvik edecek herhangi bir etken yoktur. Dolayısıyla yetersiz talep az yatırıma yol açacak ve ekonomide gelir artışı az olacaktır. Üçüncü kısır çember gelir–verimsizlik ilişkisine aittir. Gelir seviyesi düşük olan ekonomilerde insanlar gerektiği gibi beslenemezler. İyi beslenmeyen insanların çalışma verimi ise düşük olur. Bunun sonucunda üretim yeterli oranda artmaz ve ülke yine düşük gelir seviyesinde kalır. Şekil 13, bu durumu şema olarak göstermektedir.
Buna göre yoksulluğun kısır çemberi teorisi tasarrufu gelirin, geliri de yatırımın bir fonksiyonu olarak ele almaktadır. Böyle bir varsayım doğru sayılırsa yabancı sermaye, dış borçlanma ve dış yardımlar, yoksulluğun kısır çemberini kırmak için gerekli olacaktır. Çünkü bu dış kaynaklar, tasarruf ve talep yetersizliğini yok ederek ekonomide yatırım ve gelir artışına imkân yaratacaktır (Savaş, 1979: 282).
Nurkse’ye göre yatırımlar aynı dönemde ve farklı sektörlere yapılmalıdır. Böylece piyasa bütünüyle genişleyeceğinden kısır döngüden kurtulmak mümkün olacaktır. Nurkse için geri kalmış bir ekonominin gelişebilmesinin önemli bir aracı plandır. Çünkü ancak planlama sayesinde birkaç sanayi dalında birbirini tamamlar ve destekler nitelikte yatırımlar gerçekleşebilecektir.
|
|||||||||
|
|
||||||||
|
Şekil 1. Yoksulluk Kısır Döngüsü
2.1.3. İkili Yapı Kuramları (W. A. Lewis)
Azgelişmiş ekonomilerde piyasa ekonomisinin etkinliği ile ilgili olarak ortaya çıkan bir sorun, ikili yapının varlığıdır (Manisalı,1982:27). İkili yapı kuramları, bugünün azgelişmiş ekonomilerinde birbirinden ve ekonomiden yalıtılmış, tarım ya da geleneksel kesim ile sanayi ya da modern kesim olduğu gözleminden hareket ederler. Bu ülkelerde genellikle büyük şehirler daha çok modern ekonomilerin yapısal özeliklerini taşırlar. Kırsal bölgeler ise geleneksel ekonomi ilişkilerini sürdürürler. Ancak büyük şehirler de homojen bir yapıda değildir. Buralarda da modern ve geleneksel yapılar ile üretim tarzları devam etmektedir (Yavilioğlu, 2002b:54).
İkili yapı kuramlarına göre bu biçimdeki ikili yapı, yoksul ülkelerin gelişmesini engelleyen en önemli faktördür. Özellikle geleneksel kesimin içe kapalı ve kendi kendine yeterli olması, ekonominin genelinde ve bu kesimde yapılacak her türlü iyileştirmelere ve uyarıcılara yanıt alınamayacağı varsayılır (İşgüden, 1995:144).
Gelişmişlik düzeyi ile işgücünün sektörel dağılımı arasında yakın bir ilişki vardır. Gelişme düzeyi arttıkça işgücü, tarım sektöründen sanayi ve hizmetler sektörüne geçecektir. Ekonomik analizlerin hemen hemen tamamı için gelişmenin seyri sırasıyla tarım, imalat, sanayi ve hizmetler şeklinde sıralanmaktadır. İkili yapılı kuramlarına göre ekonominin dinamik büyüyen modern kesimi olan sanayi kesimi, kendisine gerekli olan işgücünü tarımsal kesimden sağlayabilir. Yalnız bunun için en az tarımdaki ortalama verimliliğe eşit olan bir ücret ödemek zorundadır. Geçimlik kesimdeki kazançlar, kapitalist kesimdeki ücretlere bir alt sınır koyar ve gerçekte ücretler bundan daha fazla olmalıdır. Genellikle kapitalist kesimdeki ücretlerle geçimlik kazançlar arasında % 30 ya da daha fazla bir fark vardır (Lewis, 1954:150).
Buna göre ekonomik anlamda gelişme düzeyi arttıkça imalat, sanayi ve hizmetler sektörleri, artan bir düzeyde tarımsal işgücü talep edecektir. İşgücü talebinin artması, ücret düzeylerini de tarım dışı sektörlerin lehine çevireceği için daha fazla işgücü tarım sektöründen diğer sektörlere geçiş yapacaktır. Başka bir deyişle kalkınma hızlandıkça işgücünün sektörel dağılımı tarım sektörünün aleyhine, tarım dışı sektörlerin lehine olacaktır.
Böylece sanayi kesiminde üretim ve gelir artarken bir yanda tasarruf olanağı genişleyecek, diğer yandan tasarruflar yeni sermaye oluşumunda kullanılarak yoksulluktan kurtulma sürecini hızlandıracaktır. Bu süreç devam ederken tarım kesiminin ekonomideki ağırlığı giderek azalacak ve ekonominin bütününe kapitalist kesim egemen olacaktır.
Azgelişmiş ekonomiler açısından tipik olduğu düşünülen Lewis’in sınırsız emek arzıyla kalkınma kuramının dinamikleri, II. Dünya Savaşı’nı izleyen hızlı kalkınma döneminde büyük ölçüde Güney’den gelen kitlesel göç sayesinde, birçok Kuzey ekonomilerinde geçerli olmuştur.
2.1.4. Tarihsel Büyüme Aşamaları Kuramı (W. W. Rostow)
Tarihsel büyüme aşamaları teorilere göre azgelişmiş ülkeler, gelişmiş Batı Avrupa ülkelerinin kapitalizm öncesi siyasal, sosyo–kültürel ve ekonomik yapılarına benzer geleneksel toplumlardır. Bu teoriler, doğal düzen anlayışından çıkarılan ve toplumların siyasal, ekonomik ve toplumsal yapılarının temelde benzer olduklarından hareketle, azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelerin ilerleme çizgilerini izleyerek kalkınabileceklerini iddia etmektedirler (Larrain,1995:33).
Rostow’un “İktisadi Gelişmenin Aşamaları” isimli çalışması, aşamalı kalkınma modellerinin en önemlisidir. Rostow bu çalışmasında yaptığı çözümlemede, her toplumun tarihsel olarak beş aşamadan geçerek kalkınmasını tamamlayacağını ileri sürmüştür (Rostow, 1966:45). Rostow’a göre gelişmenin aşamaları ve özellikleri şöyledir (Dülgeroğlu,1991:46–47).
a) Geleneksel Toplum: Bu aşamada verimlilik çok düşüktür ve bilgisizlik vardır. Toplumda geleneksel kesim hâkimdir. Halk değişim için ihtiyaç duymaz.
b) Kalkışa Hazırlık: Bu dönemde girişimci ortaya çıkar. Girişimciler yenilik yapmaya ve üretimin riskini karşılamaya hazırdırlar. Emek kalitesi yükselmiş, alt yapı tamamlanmak üzeredir. Tasarrufların artış hızı nüfus artışından yüksektir. Ekonomide tarımın önemi azalırken sanayi ve ticaret kesimleri gelişmeye başlar.
c) Kalkış: Bu aşamada tüm geleneksel davranışlar kırılır. Milli gelirin % 10’undan fazlası yatırımlara yönelir. Sürükleyici endüstri kollarının değeri artar.
d) Olgunluğa Geçiş: Yeni teknoloji tüm ülkeye yayılır ve üretim miktarı bütün talebi karşılayacak duruma gelir. İhracat daha çok sanayi ürünlerinden oluşur. Üretim zinciri tamamlanmıştır.
e) Kitle Tüketim Çağı: Bu aşama da kişilerin hangi ürünü alacakları konusunda seçim yapma imkânı artmıştır. Sosyal refah ve güvenlik ön plana geçmiştir. Temel ihtiyaçlar artık sorun yaratmaz ve dayanıklı tüketim malları tüketimi hızlıdır.
Bu sıralamada bugünün azgelişmiş yoksul ülkeleri, gelişmenin ilk aşamalarındadır. Rostow’a göre onlarda tüm toplumlar için geçerli olan aşamaları birer birer geçecekler ve yoksulluktan kurtularak bugünün gelişmiş toplumlarının yapısına ulaşacaklardır.
2.1.5. Dengesiz Büyüme Kuramları ( A. O. Hirschman, P. Streeten )
Dengesiz kalkınma kuramları, dengeli kalkınma kuramlarına ait piyasada ortaya çıkan dengesizlik durumunun, ekonomik ilerlemeyi durduracağı şeklindeki iddialarının doğru olmadığı görüşü üzerinde yoğunlaşmışlardır. Dengesiz kalkınma kuramcılarına göre belli şartlar içinde dengesizlik, ilerlemeyi bozmaktan çok canlandırır, teşvik eder ve sektörlerde sıçramalara yol açarak ekonomiyi dinamik bir süreç içine sokar. Dengesiz kalkınma kuramlarında genellikle iki önemli nokta üzerinde durulmaktadır (Dülğeroğlu,1991:42–43).
•Bazı koşullar altında dengesiz iktisadi büyüme, daha yüksek kalkınma hızına ulaşmak için gereklidir.
•İktisadi büyümeyi gerçekleştirmek için bazen denge feda edilebilir.
Dengesiz kalkınma kuramcılarının öncüsü A.O.Hirschman’dır. Hirschman’a göre geri kalmış yoksul ülkeler, dengeli kalkınma teorisyenlerinin öngördükleri gibi bütün sektörlerde eş zamanlı bir kalkınma hamlesini gerçekleştirecek ne sermaye miktarına, ne de arz ve talep yönüyle piyasa genişliğine sahiptirler (Hirschman,1958:50–62). Büyüme ve yoksulluktan kurtulma, ancak seçilmiş sektörlerden yayılarak gerçekleşebilir. Kalkınma çizgisel bir süreç değil, hamleler isteyen bir dizi kopuştur (İnsel, 2003:165).
Bu dengesizlik sürecinde öne çıkarılması gereken endüstriler, diğer endüstrilerde yeni yatırımları teşvik edebilecek niteliğe sahip olmalıdır. Bu durumu Hirschman “ileri ve geri bağlantılar” olarak tanımlamaktadır. Bir endüstrin ileri bağlantısı, bu endüstrinin çıktılarını kullanan yeni endüstrilerin ortaya çıkmasını sağladığı zaman söz konusu olmaktadır. Geri bağlantılar ise bir endüstrinin kullandığı girdileri üreten endüstrilerde yatırımları arttırıcı etkisi olduğunda ortaya çıkmaktadır.
Sonuç olarak Hirschman, yoksul ülkelerin karşı karşıya bulundukları kalkışa geçme sorununun, ekonomide belirli sektörler lehine yaratılacak dengesizliklerin niteleyeceği dinamik bir süreçle aşılacağını ileri sürmektedir. Ancak böyle bir süreç, yoksul bir ülkeyi gelişme sürecine sokabilecektedir.
Bir diğer dengesiz kalkınma kuramcısı Paul Streeten’dir. Streeten, dengesiz kalkınmanın belli şartlar altında ilerlemeyi bozmaktan çok canlandırarak teşvik edeceğini söylemektedir. Ona göre denge üzerinde fazla ısrar etmek ve önem vermek, durgunluğu önlemekten çok ona neden olabilecektir.
Streeten tarafından, yeniliklerin veya tamamlayıcı özellik taşıyan endüstrilerin kalkınmayı hızlandıracağı gösterilmekle birlikte, farklı alternatif yatırım alanlarının olduğu bir ekonomide hangi sektörlere öncelik verilmesi gerektiği açık değildir. Streeten, böyle bir durumda birkaç kıstas belirlemiş ve aşağıda belirtilen alternatiflerden birinin seçilmesi halinde, kendini besleyen bir gelişme sürecine girilebileceğini iddia etmiştir (Streeten,1966: 185).
• Bir kısım sektör ilerlerken, dengenin baskısına en fazla cevap verme ihtimali fazla olan sektörler,
• Dar boğazlar yaratırken diğer dar boğazların aşılmasını sağlayanlar,
• Endüstri, tarım ve tüketiciler için hizmet ve mal sağlarken bunlarla ilgili diğer alanlarda kalkınmanın gerçekleşmesini teşvik eden veya hizmet ortaya çıkarırken diğer kollarda yatırım gerektiren yatırımlar,
öncelikle tercih edilmelidir.
2.2. Marksist İktisat
Marks ve onu takip eden Marksist iktisatçılarının pek çoğu kapitalist sistemin analizi ile ilgilenmemişler, onun yerine ikame edilmesi istenen sosyalist ekonominin nasıl işlemesi gerektiği sorunu üzerinde çalışmışlardır. Marksist iktisat, ekonomik ve sosyal yaşamda eşitlik, adalet, paylaşma gibi kavramlara öncelik vererek, toplumsal gelişmenin bu yönde gerçekleştiğini savunmuşlar ve olayları bu değerler çerçevesinde açıklamışlardır. Eşitlik anlayışı, bölüşüm ilişkilerinin açıklanmasında en önemli yeri tutmaktadır. Marks iş bölümünün ilerlemesiyle çıkar çatışmalarının artacağı görüşündedir. Ona göre iş bölümü önce endüstriyel ve ticari emeğin tarımsal emekten ayrılmasına ve dolayısıyla kentin köyden farklı olmasına neden olacaktır. Daha sonra endüstriyel emeğin ticari emekten ayrılmasına yol açacak ve en sonunda da her emek grubundaki işçilerin birbirine göre farklılaşmasına sebep olacaktır (Savaş, 2000: 475).
Marksist iktisada göre yoksulluğu geçici tedbirlerle engellemeye çalışmak, sorunu gidermeyecektir. Yoksulluğu önlemek için ekonomide var olan çelişkileri yok etmek ve sömürü mekanizmalarını ortadan kaldırmak gerekir. Piyasa ekonomisinin ortaya çıkardığı eşitsizliklerin ve toplumsal adaletsizliklerin üstesinden gelebilmek, gelir dağılımını daha adil bir hale getirmek ve yoksullara insanca bir yaşam düzeyi sağlamak için ekonomiye müdahale yapılması zorunludur. Devletin ekonomiye müdahalesi, serbest piyasanın yarattığı yoksulluk çeken grupların ihtiyaçlarına insancıl bir cevap anlamı taşımaktadır. Bu yaklaşıma göre kişilerin sosyal devlet programlarından yararlanabilmeleri, onların temel hakları arasında yer almaktadır (Gül ve Gül, 1997:14).
Demokrasi açısından gelişmemiş toplumlarda, yoksulların kendi dertlerini dile getirebilecek ve sorunlarını çözebilecek siyasi örgütlenmelerin önündeki engeller, demokratik toplumlara oranla daha fazladır. Bununla birlikte, gelişmiş ekonomiler de yoksullukla mücadelede fazla başarılı olmuş değillerdir. Kapitalist toplumlarda her ne kadar bu mücadele için doğrudan parasal yardımlar öngörülmekteyse de, yoksulluğun asıl kaynağı ortadan kalkmadıkça bu programlar geçici ve yetersiz bir çözüm olmaktan öteye gidememektedir (Özbek, 2002:74).
Marksist iktisat, yoksulluğun önüne geçilebilmesinin yoksullarla zenginlerin, egemen güçlerle ezilen güçlerin arasındaki çatışmaların giderilebilmesi ve bu güç ilişkilerini değiştirebilecek toplumsal mekanizmaların kurulması sonucunda mümkün olabileceğini söylemektedir.
Marks’a göre gelir dağılımında eşitliğin sağlanması için üretim araçlarının mülkiyeti, topluma ait olmalıdır (Savaş, 2000:469). Çünkü yoksulluk, bozuk gelir dağılımının bir sonucudur. Gelirin dengeli dağıldığı toplumlarda yoksulluk oranı azalacaktır. Bireysel çıkarlar ile toplumsal çıkarlar her zaman uyum içinde olmayabilir. Bu nedenle devlet ekonomiye müdahale etmeli, toplumsal çıkarlara ağırlık vermelidir.
2.3. Bağımlılık Kuramları
Bağımlılık kuramları, 1960’lı yılların ortalarında, özellikle Üçüncü Dünya entelektüelleri arasında artan bir destek kazanmıştır. Marksist düşünceden ve Lenin’in emperyalizm teorisinden etkilenen bağımlılık kuramlarına göre Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin azgelişmişliği veya yoksulluğu, kapitalist sistemin dünya gelir dağılımında yol açtığı eşitsizliğin sonucudur. Kapitalist yayılma, azgelişmiş ülkelerde kapitalist gelişmeye uygun koşulları yaratmaz. Tam aksine zengin kapitalist ülkelerin varlığını ve zenginliğini sürdürebilecek koşulları, yani azgelişmişliğin koşullarını yaratır. Bu sistem yoksul ülkelerin kendi kendilerine yetmelerini ve bağımsız olmalarını engeller (Aktan ve Vural, 2002: www.canaktan.org ). Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin azgelişmişliğini dışsal faktörlere dayandıran ve gelişmiş ülkelerin rolüne atıfta bulunan bağımlılık kuramları içinde, üç ana düşünce akımı vardır.
Bunlardan ilki, Marksist düşüncenin dolaylı bir yansıması olan Neo–Sömürgeci Bağımlılık Okulu’dur. Bu okul mensupları, Üçüncü Dünya geri kalmışlığının varlığını ve devamını, zengin–yoksul ülke ilişkilerine dayalı, eşitsiz uluslararası kapitalist sistemin tarihsel evrimine atfetmektedir (Yavilioğlu, 2002:61).
Bağımlılık kuramları içinde bulunan ikinci düşünce akımı Yanlış Paradigma Modeli olarak isimlendirilmektedir. Bu akıma göre Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin yoksul kalmaları, uluslararası yardım kuruluşları ile çok uluslu şirketler ve uluslararası mali kurumların uzmanlarının yanlış ve önyargılı yönlendirilmelerinin bir sonucudur. Bu uzmanlar tarafından geri kalmış ülkelere önerilen karmaşık kavramlar, teorik yapılar ve kalkınma modelleri, bu ülkelerin yapısına uygun değildir (Aktan ve Vural, 2002b: www.canaktan.org ).
Söz konusu modellerden sonuncusu
İkili Kalkınma Teorisi’dir. Bu argümana göre Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin
yoksulluğu, çevre azgelişmiş ülkelerle, merkez gelişmiş ülkeler arasında geçmişte yer alan
ve bugünde devam eden iktisadi ilişkilerin tarihsel ürünüdür. Azgelişmiş
ülkeler, zengin ülkeleri çevreleyen yoksul alanlardır. Merkez ülkelerin çevre
ülkelere egemenliği, bu ülkelerde aşırı düzeyde bir çarpıtma, biçimsizleştirme
ve eklemsizleştirme meydana getirmektedir. Kapitalizmin çevreye yayılması,
çevre ekonomilerin iç bütünlüğünü bozmakta ve gelişmenin yolunu tıkamaktadır.
Çevre ekonomisi, merkezden uyarılan ve biçimlendirilen bir yapıya sahiptir.
Bundan dolayı çevrenin merkeze entegrasyonu, merkez kapitalizminin ihtiyaçları
doğrultusunda olmaktadır. Bunun sonucunda ekonomik yapı, yabancı sermayenin
faaliyet gösterdiği ihracat sektörü lehine biçimsizleşmektedir (Amin,
1991:180).
Sonuç olarak bağımlılık kuramcıları, yoksulluğun nedenlerini geri kalmış ülkelerin dışında kabul etmekte, emperyalizmin kasıtlı olarak yoksul ülkelerin kalkınmasını engellediğini iddia etmektedirler.
2.4. Neoklasik İktisat
Neoklasik iktisadın kurucuları ayrı bir yoksulluk teorisi geliştirmemişler, bu soruna aynı akımın günümüzdeki iktisatçılarının genel kuramları çerçevesinde yaklaşmışlardır (Özbek,2002: 61). Neoklasik yaklaşım, sosyal refah programlarının ülke kalkınmasının önünde engel teşkil ettiğini, devletin bu tür harcamalarının kaynak israfına yol açtığını savunmaktadır. Çünkü devlet verimsiz harcamalar yapan müsrif bir kurumdur. M.Friedman’a göre devlet tarafından ekonomide alınan önlemler gelişmeye yardımcı değil, engelleyici olmaktadır. Onun için görünmez elin gelişmedeki gücü, görünen elin (devletin) gerilemedeki gücünden daha üstündür (Friedman, 1988:322).
Yoksulların içinde bulundukları durumu daha çok kendilerinin yarattığını savunan Neoklasik iktisatçılar, bu durumdan kurtulmalarının ve yoksulluktan çıkışlarının ancak kendi çabaları ile olacağını savunmaktadırlar. Onlara göre yoksulluğu önleyici devlet programları, yoksulluğu azaltmayıp tersine arttırmakta, yoksullar elde ettikleri küçük parasal yardımlarla eski geçim düzeylerini sürdürmeye çalışmaktadırlar. Gelirin oluşuna katkıda bulunmayıp başkalarınca yaratılan zenginlikten pay almakta, bu durum ise onları tembellik içine itip genel olarak yoksulluğun sürmesine ve artmasına yol açmaktadır.
Neoklasik iktisada göre normal olarak işleyen serbest piyasa yoksulluk sorununu çözecektir. Girişimci sınıfın ekonomik büyümenin motoru olarak desteklenmesi ve bu sınıfa yönelik teşvik uygulamaları, yoksulluğun çözümü için savunulan en önemli politikadır. Bu yaklaşıma göre girişimci sınıfın desteklenmesi yolu ile sağlanacak ekonomik canlılık, beraberinde işsizlik ve yoksulluk sorununu yaşayanlar için birçok iş olanağını da getirecek, sosyal refah devletine olan bağlılığı da ortadan kaldıracaktır (Gül ve Gül, 1997: 10 –11).
3. KURAMLARIN ELEŞTİRİSİ
Kalkınma kuramları ister klasik veya neoklasik, isterse Marksist iktisat kökenli olsun kalkınmayı ve yoksulluktan kurtulmayı salt fiziksel, maddi bir olgu olarak kavramıştır. Burada geleneksel iktisadın toplumsal olguları konu dışında bırakmasının olduğu kadar, az gelişmiş yoksul ülkelerin gelişme taleplerinin salt maddi iyileştirmelere yönelik olmasının da payı büyüktür. Buna göre kuramların yoksulluğu önlemede temel çıkış noktası, bir ekonomik sistemde ekonomik kaynakların yetersizliği, piyasaların aksaklığı veya her ikisinin aynı anda bulunmasıdır. Kuramlarda sosyal değerler ile siyasal ve toplumsal düzen fonksiyonlara dahil edilmemekte, kalkınmaya yönelik statik yaklaşımlar geliştirilmektedir. Genellikle büyümeyi engelleyen bir kısıt vardır. Tasarruf oranlarının düşüklüğü, iç piyasaların darlığı, döviz kaynaklarının yetersizliği, girişimci eksikliği gibi başlıklarla ifade edilen bu kısıtlar ortadan kaldırıldığında, kalkınmanın önündeki engeller de kalkacaktır. Böylece ülke sürdürülebilir büyüme yoluna girerek yoksulluktan kurtulabilir.
Yoksulluğu ortadan kaldırmak için büyüme yoluyla elde edilecek kaynaklar gereklidir (Stiglitz,2002:103). Ancak kalkınma kuramlarının sınırlarını ekonomik olgularla ve bu olgulara denk düşen kavramlarla sınırlandırmaları yanlıştır. Bu yaklaşım, kalkınma olgusunun içinde barındırdığı sorunlar dikkate alındığında yetersiz kalmaktadır. Çünkü her bir kuramın konjonktürel olarak yoksul toplumların neden geri kaldıklarını açıklayıcı özellikleri bulunmaktadır. Yoksul toplumların gelir düşüklüğüne bağlı olarak sermaye yetersizliklerinin oluşu, teknoloji üretememeleri, kalifiye eleman sıkıntısı, piyasalarda darlığın olması gibi sorunlar, kuramlar tarafından doğru tespit edilen sorunlardır. Ancak bütün bu tespitlerin doğruluğu, yoksulluk sorununu çözümlemeye yetmemiştir. Bu durum her şeyden önce sorunların eksik tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla eksik tanımlanan sorun için önerilen çözümlerde eksik olmaktadır.
İktisadi kalkınma kuramları, yoksul ülkelerin farklılıklarını analizlerine dahil etmemişlerdir. Yaklaşımlarda gelişmiş ve geri kalmış ülke sınıflandırmaları, genellikle ekonomik göstergeler ele alınarak yapılmaktadır. Söz konusu sınıflandırmalar yapmış oldukları aşırı genellemelere dayanmaktadır. Aşırı genellemeler, farklı ülkelerin yoksulluk sorununu aynı nedenlere bağlama sonucunu doğurmaktadır. Diğer yandan ekonomik, siyasal ve toplumsal tarih çalışmaları, bir toplumun gelişme ve/veya geri kalmışlık sürecinin çoğunlukla bir diğerine benzemediğini göstermektedir. Toplumlar hem maddi gerekçeler, hem de sosyal ve kültürel nedenlerle farklı oluşum gelişim ve değişim süreçleri yaşamışlardır. Yaşanan kalkınma süreci, az gelişmiş ülkelerin merkeze karşı verilen bağımsızlık mücadelesi sırasında oluşturdukları birlikteliklerin kalıcı olmadığını, temelde birbirine benzemez özellikler taşıyan bu ülkelerin zamanla farklılaşmaya başladıklarını göstermiştir. Bu nedenle yoksulluk, ülkelerin her birinin kendi bütünlüğü içerisinde ele alınmalı, kalkınma problemi buna göre incelenip planlanmalıdır. Geri kalmış yoksul bir ülkenin kalkınma sorununa ilişkin varsayımlarda bulunmak ve çözüm önermek, ancak söz konusu ülkelerde geçerli olan toplumsal ve ekonomik yapıların, ilişkilerin ve değerlerin kavranmasına bağlıdır. Problemlerinin çözülebilmesi için genellemeler yapmak yerine o toplumların içindeki güçleri tanımak ve geri kalmışlık sorunlarını ülkenin kendi içinden değerlendirmelerle yapmak gerekir.
Kalkınma kuramları, toplumsal, siyasal ve kültürel yapıları dışarıda bırakmakta, bu yapıların iktisadi alan üzerindeki etkilerini görmezden gelmektedir. Onlara göre iktisadi alanda sağlanacak başarılar toplumsal, siyasal ve kültürel yapılar ile diğer alanları olumlu yönde etkileyecektir. Oysaki kalkınma, toplumsal bir olgudur ve toplumsal yapının içerisinde değerlendirilmelidir. Toplumsal yapı sosyal, kültürel, siyasal, psikolojik ve ekonomik bütünü içine almaktadır (Yavilioğlu, 2002b:62). Kültür bir toplumu harekete geçiren, yönlendiren en önemli etkenlerden biridir. İktisadi faaliyet ve olaylar ele alınırken farklı ülkelerde farklı kültürlerin bunlara şekil verdiği düşünülmelidir[2]. Üretim, tüketim, mübadele, değer, işbölümü ve dağılım gibi konular iktisadın kapsamına girdiği gibi bunların öncelikle birer sosyal ilişki olduğu ve fertle fert, fertle toplum arasında doğuracağı karşılıklı etkilerde göz önünde tutulursa ekonomik olarak düşünülen olay, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir olaydır (Erkal, 2000:46). Bu nedenle kalkınmayı sosyal, kültürel değerlerle ve kurumların çağdaş işlevlerle uyarlanma süreci olarak düşünmek gerekir. Böylece her bir toplum kendi ulusal kimliğini öne çıkararak kalkınma olgusuyla birleştirip güçlü bir gelişme bilinci yaratabilir.
Kalkınma kuramlarının bir diğer eksikliği, kısa dönem sorunları göz ardı etmesinden kaynaklanmıştır. 1970’li yıllarda başlayan dış şokların körüklediği kısa dönem istikrarsızlık had safhaya varınca kuramların uzun döneme ilişkin alışılmış temaları kısa dönem istikrarsızlık ortamında geçerliliğini yitirmiştir. Bu dönemde tüm dünyayı etkileyen ekonomik krizin az gelişmiş ülkelerdeki tahribatı daha büyük olmuştur.
Kuramların tarihsel, siyasal ve kurumsal öğeleri göz ardı etmesinin doğal bir uzantısı olarak önemli bir alanı daha solundaki yaklaşımlara, kısa dönemi ihmali sonucunda da gündemi giderek neoklasik iktisatçılara bırakmak durumunda kalmıştır (Şenses, 2001 :111). Az gelişmiş ülkelerin gelişme düzeyinin ana belirleyicileri arasında yer alan kölecilik ve sömürgecilik evrelerini tartışmaların içine alan Marksist kuram, az gelişmiş ülkelerin sorunlarına ilişkin kuramsal tartışmalarda oldukça cılız kalmıştır. Bağımlılık kuramcıları ise ortodoks kuramcıların siyasal, tarihsel ve kurumsal öğeleri ihmal etmelerini öne çıkararak onlarla yakın ilişki içinde olmaktan kaçınmışlardır. Bununla birlikte az gelişmiş ülkelerin somut sorunları ile ilgili politika önerileri üretememiş, yoksulluktan kurtulmayı salt kapitalist dünya sisteminden ayrılma ve yeni bir toplumsal yapıya geçişe bağlamıştır. Ortodoks kuramlar büyüme merkezli yaklaşımı nedeniyle indirgemecilikle eleştirilirken, bağımlılık kuramcıları da ekonomik büyümenin hangi koşullarda gerçekleşeceği üzerinde yoğunlaşması nedeniyle aynı şekilde indirgemeci bir yaklaşım sergilemekle eleştirilmektedir. Bağımlılık kuramının analizlerinde total kavramlar kullanması ve oldukça basitleştirilmiş öncülerden hareket etmesi, bu kuramın hızla terk edilmesine neden olmuştur (Smith, 1985:545).
Kalkınma kuramlarının etkisiyle kuşkusuz az gelişmiş ülkelerde 1970’li yıllara kadar önemli bir değişim gözlenmiştir. Bu ülkelerin ulusal gelirleri gerek küresel düzeyde gerekse kişi başına gelir olarak artmıştır. Yaşam standartlarında önemli iyileşmeler gerçekleşmiş, görece de olsa bir sanayi yapısı kurulmuştur. Ancak bu maddi iyileşmelere karşın gelir dağılımı önemli ölçüde bozulmuş, kentleşme ile birlikte gelişmiş toplumların toplumsal sorunları daha da yoğun biçimde görülmeye başlamıştır. Kurulan sanayi yapısı, ülkeleri giderek daha da dışa bağımlı hale getirmiştir. Bazı iktisatçılar bu durumu “gelişmeden büyüme” olarak adlandırmaktadır (Warren, 1984 :109).
Neoklasik iktisat görüşünün yaygın bir biçimde uygulanmaya konmasından bu yana uzunca bir süre geçmiş olmasına karşın, sanayileşmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki farkın son kırk yılda, özellikle bazı ülke grupları için gerek göreli gerekse mutlak anlamda giderek açıldığı görülmektedir (Şenses, 2003:315). Neoliberal politikalar çerçevesinde yoksullara yönelik sosyal harcamalar kısılmaktadır. Sosyal nitelikli hizmetlerin üretimi ve doğrudan parasal yardımlar, sermaye kesimine vergi yükü oluşturdukları derecede sermaye kesiminin itirazı ile karşılaşmaktadır. Yenidünya düzeni bağlamında dillendirilen “devletin asli görevine dönmesi” sloganının anlamı, sadece teknik nitelikli kamu hizmetlerinin devlet tarafından görülmesi, bunun dışında kalan ve piyasada üretilebilen sağlık hatta eğitim gibi hizmetlerin kamu kesimi dışına çıkarılması, sermayenin talebi olarak dayatılmaktadır. Sosyal güvenlik hizmetlerinin de objektif ve gelir düzeyine bağlı olmaksızın ihtiyaç sahibi tüm vatandaşların yararlanabileceği bir kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp özel kurumlarca verilen hizmetler olarak üretilmesi politikaları, sosyal nitelikli kamu hizmetlerinin zayıflatılmasına neden olmaktadır (Önder, 2004:21).
Tablo 1. Dünyada Günlük 1 $’ın Altıda Gelire Sahip Nüfus (1981 – 2002)
Bölge |
Günlük 1 $’ın Altında Gelire Sahip Nüfus (Milyon Kişi ) |
|||||||
1981 |
1984 |
1987 |
1990 |
1993 |
1996 |
1999 |
2002 |
|
Doğu Asya ve Pasifik |
796 |
562 |
426 |
472 |
415 |
287 |
282 |
214 |
Çin |
634 |
425 |
308 |
375 |
334 |
212 |
223 |
180 |
Avrupa ve Orta Asya |
3 |
2 |
2 |
2 |
17 |
20 |
30 |
10 |
Latin Amerika ve Karaipler |
36 |
46 |
45 |
49 |
52 |
52 |
54 |
47 |
Orta Doğu ve Kuzey Afrika |
9 |
8 |
7 |
6 |
4 |
5 |
8 |
5 |
Güney Asya |
475 |
460 |
473 |
462 |
476 |
461 |
429 |
437 |
Sahra Altı Afrika |
164 |
198 |
219 |
227 |
242 |
271 |
294 |
303 |
TOPLAM |
1482 |
1277 |
1171 |
1218 |
1208 |
1097 |
1096 |
1015 |
Çin Hariç |
848 |
852 |
863 |
844 |
873 |
886 |
873 |
835 |
Günlük 1 $’ın Altında Gelire Sahip Nüfus (% ) |
||||||||
Doğu Asya ve Pasifik |
57,7 |
38,9 |
28,0 |
29,6 |
24,9 |
16,6 |
15,7 |
11,6 |
Çin |
63,8 |
41,0 |
28,5 |
33,0 |
28,4 |
17,4 |
17,8 |
14,0 |
Avrupa ve Orta Asya |
0,7 |
0,5 |
0,4 |
0,5 |
3,7 |
4,3 |
6,3 |
2,1 |
Latin Amerika ve Karaipler |
9,7 |
11,8 |
10,9 |
11,3 |
11,3 |
10,7 |
10,5 |
8,9 |
Orta Doğu ve Kuzey Afrika |
5,1 |
3,8 |
3,2 |
2,3 |
1,6 |
2,0 |
2,6 |
1,6 |
Güney Asya |
51,5 |
46,8 |
45,0 |
41,3 |
40,1 |
36,6 |
32,2 |
31,2 |
Sahra Altı Afrika |
41,6 |
46,3 |
46,8 |
44,6 |
44,0 |
45,6 |
45,7 |
44,0 |
TOPLAM |
40,4 |
32,8 |
28,4 |
27,9 |
26,3 |
22,8 |
21,8 |
19,4 |
Çin Hariç |
31,7 |
29,8 |
28,4 |
26,1 |
25,6 |
24,6 |
23,1 |
21,1 |
Kaynak: http://devdata.worldbank.org/wdi2006/contents/Section2.htm,Erişim: 10.07.2008
Tablo 1 ve Tablo 2, yoksulluk sınırı olarak kişi başına günlük 1 $ ve 2 $ gelir düzeyleri[3] esas alındığında dünyadaki yoksul nüfusu sayı ve oran olarak vermektedir. Buna göre 1981- 2002 döneminde günde 1 $’dan daha az gelirle yaşamak durumunda olan dünya nüfusu %40,4’den %19,4’e , 2 $’da daha az gelirle yaşamakta olan dünya nüfusu %66,7’den %50 ye gerilemiştir. Diğer bir deyişle dünya nüfusunun yaklaşık beşte biri günlük 1 $’dan, %50’si ise günlük 2 $’dan daha az bir gelirle yaşamak durumundadır. Bu durum az gelişmiş ülkelerdeki neoliberal dönüşümünde katkısıyla hızlanan küreselleşme sürecinin, dünyada yoksulluk gibi temel bir sorunun üstesinden gelmekte başarısız olduğunu göstermektedir. A.Sen’in de vurguladığı gibi kalkınma kuramlarının en büyük eksikliği, ulusal üretim, toplam gelir ve belirli malların toplam arzı üzerinde durmasıdır. Kalkınmayı büyüme olarak bir yıldan diğerine üretim ve milli gelirde meydana gelen artış olarak ele almak, kalkınma kavramının içeriksizleşmesi ile aynı anlama gelmektedir.
Tablo 2. Dünyada Günlük 2 $’ın Altıda Gelire Sahip Nüfus (1981 – 2002)
Bölge |
Günlük 2 $’ın Altında Gelire Sahip Nüfus (Milyon Kişi ) |
|||||||
1981 |
1984 |
1987 |
1990 |
1993 |
1996 |
1999 |
2002 |
|
Doğu Asya ve Pasifik |
1170 |
1109 |
1028 |
1116 |
1079 |
922 |
900 |
748 |
Çin |
876 |
814 |
731 |
825 |
803 |
650 |
627 |
533 |
Avrupa ve Orta Asya |
20 |
18 |
15 |
23 |
81 |
98 |
113 |
76 |
Latin Amerika ve Karaipler |
99 |
119 |
115 |
125 |
136 |
117 |
127 |
123 |
Orta Doğu ve Kuzey Afrika |
52 |
50 |
53 |
51 |
52 |
61 |
70 |
61 |
Güney Asya |
821 |
859 |
911 |
958 |
1005 |
1029 |
1039 |
1091 |
Sahra Altı Afrika |
288 |
326 |
355 |
382 |
410 |
447 |
489 |
516 |
TOPLAM |
2450 |
2480 |
2478 |
2654 |
2764 |
2674 |
2739 |
2614 |
Çin Hariç |
1574 |
1666 |
1747 |
1829 |
1961 |
2024 |
2111 |
2082 |
Günlük 2 $’ın Altında Gelire Sahip Nüfus (% ) |
||||||||
Doğu Asya ve Pasifik |
84,8 |
76,6 |
67,7 |
69,9 |
64,8 |
53,3 |
50,3 |
40,7 |
Çin |
88,1 |
78,5 |
67,4 |
72,6 |
68,1 |
53,4 |
50,1 |
41,6 |
Avrupa ve Orta Asya |
4,7 |
4,1 |
3,3 |
4,9 |
17,2 |
20,7 |
23,8 |
16,1 |
Latin Amerika ve Karaipler |
26,9 |
30,4 |
27,8 |
28,4 |
29,5 |
24,1 |
25,1 |
23,4 |
Orta Doğu ve Kuzey Afrika |
28,9 |
25,2 |
24,2 |
21,4 |
20,2 |
22,3 |
24,3 |
19,8 |
Güney Asya |
89,1 |
87,2 |
86,7 |
85,5 |
84,5 |
81,7 |
78,1 |
77,8 |
Sahra Altı Afrika |
73,3 |
76,1 |
76,1 |
75,0 |
74,6 |
75,1 |
76,1 |
74,9 |
TOPLAM |
66,7 |
63,7 |
60,1 |
60,8 |
60,2 |
55,5 |
54,4 |
50,0 |
Çin Hariç |
58,8 |
58,4 |
57,5 |
56,6 |
57,4 |
56,3 |
55,8 |
52,7 |
Kaynak: http://devdata.worldbank.org/wdi2006/contents/Section2.htm,Erişim: 10.07.2008
4.SONUÇ
Yoksulluk, ekonomik sonuçların ötesinde önemli sosyal ve siyasal sonuçları da olan bir olgudur. Bu nedenle gelecekte ulusal ve uluslararası gündemde önemli bir yer tutması beklenen konuların başında gelmektedir. Buna rağmen yoksulluk sorunu, iktisadi düşünceler tarihinde diğer ekonomik konulara göre daha az incelenmiştir.
İktisadi kalkınma kuramlarının yoksulluğu önlemede temel çıkış noktası, az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelerin geçtiği yolu izleyerek kalkınabilecekleri ve yoksulluktan kurtulabilecekleri varsayımı vardır. Buna göre iktisadi büyümeyi engelleyen kısıtlar kaldırıldığında yoksul ülkeler sürdürülebilir bir büyüme yoluna girecek ve yoksulluktan kurtulabileceklerdir. Gelişme süreçlerinin karmaşıklığını kavramaktan uzak, basit bir modellemeye dayanan bu görüş, toplumsal, siyasal, kültürel yapıları dışarıda bırakmakta, bu yapıların iktisadi alan üzerindeki etkilerini görmezden gelmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında geçerli olan ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesi yoluyla yoksulluğun giderilebileceği görüşü, günümüzde geçerliliğini yitirmiştir. Nitekim kalkınma kuramları çerçevesinde izlenen politikalar sonunda dünya nüfusunun yaklaşık %20’si günlük 1 $’ın altında, % 50 ise günlük 2 $’ın altında gelirle yaşamak durumunda kalmıştır. Ekonomik büyüme kuşkusuz yoksulluğun azaltılmasında gerekli unsurlardan biridir. Ancak büyümenin yanında başta eğitim ve sağlık olmak üzere değişik alanlarda doğrudan yoksullukla mücadele önlemleri geliştirilmeli ve etkili bir biçimde uygulanmalı, bu politikalar eşitlikçi bir vergi sistemi ile desteklenmelidir. Bu bağlamda kamu kesimi yoluyla piyasa gelir dağılımına müdahale edilmeli, gelir ve kaynak dağılımı piyasa dışı mekanizmalar yoluyla yoksullar lehine değiştirilmelidir. Yapılan kamu harcamaları arasında bireyin ya da ailelerin doğrudan yarar sağladığı eğitim ve sağlık gibi harcamalara, benzeri sosyal nitelikli hizmet üretimine ağırlık verilerek yoksul kesimlerin yaşam düzeylerinin ve yaşam kalitelerinin yükseltilmesine çalışılmalıdır. Yoksul kesimlere yönelik doğrudan mali destek kapsamında yer alan emekli, dul, yetim vb. kesimlere yapılan harcamalar, yoksullukla mücadelede önemli bir yer tutmaktadır.
Büyüme ile gelir dağılımı arasındaki ilişkiler bir ölçüde ülkenin gelişme stratejisi ve sosyo-kültürel çevresiyle yakından ilişkilidir. Küresel ekonomide yoksulluk ve eşitsizlikle mücadele için büyümenin kazançlarını ondan yeterince kazanamayan kesimlere de paylaştıracak bir strateji izlenmelidir. Bu nedenle yoksulların katılabileceği sektörlerdeki ekonomik faaliyetler teşvik edilmeli, yoksul kesime daha iyi ve kaliteli eğitim ile sağlık hizmetleri sağlayacak şekilde ekonomi yeniden yapılandırılmalıdır (Kim, 1997:1919). Uluslararası bağlamda ise yoksul ülkelerde dünya ekonomisine sağlıklı katılımı sağlayacak derecede eğitimli ve sağlıklı nüfus bulunmaması nedeniyle bu ülkelere bu sorunları aşabilecek finansal ve teknik destek verilmelidir.
Yoksullukla mücadele konusunda halen uygulanmakta olan göstermelik ve etkisiz önlemlerin ötesinde kapsamlı ve kararlı adımların atılmaması durumunda, dünyanın birçok yerinde bölüşüm krizlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
KAYNAKLAR
Ahluwalia Montek S., Carter G.Nicholas, Chenery B.Holis (1979), “Growth and Povery in Developing Countries”, Journal of Development Economics,
Vol: 6, pp: 299–341
Aktan C. Can, Vural İ.Yaşar (2002), “Başlıca Fonksiyonel Gelir Dağılımı Teorileri ve Bölüşüm Adaleti”, Yoksullukla Mücadele Stratejileri, Hak – İş Konfederasyonu Yayını, Ankara, www.canaktan.org., Erişim: 29.12.2003
Amin Samir (1991), “Eşitsiz Gelişme”, Çeviri: A. Kotil, Arba Yayınları, İstanbul.
Dülgeroğlu Ercan (1991), “Kalkınma Ekonomisi”, Uludağ Üniversitesi Basımevi, 2.Baskı, Bursa.
DPT (2001), “ Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu”, DPT: 2599-ÖİK: 610, Ankara.
Erkal Mustafa E. (2000), “İktisadi Kalkınmanın Kültür Temelleri”, Der Yayınları, Genişletilmiş 5. Baskı, İstanbul.
Freyssinet Jaques (1985), “Azgelişmişlik İktisadı”, Çeviren: M.Ali Kılıçbay, Gazi Üniversitesi Yayınları, Ankara.
Friedman Milton (1988), “Kapitalizm ve Özgürlük”, Çeviri: D.Erberk ve N.Himmetoğlu, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul.
Gül Hüseyin, Gül Songül S. (1997), “Yoksulluk ve Yoksulluk Sorununa Yaklaşımlar”, Mülkiyetliler Birliği Dergisi, Cilt: 21, Sayı: 199, Mayıs, pp:3–20
Hirschman Albert O. (1958), “The Strategy of Economics Development”, New Haven.
İlkin Akın (1983), “Kalkınma ve Sanayi Ekonomisi”, Gür–Ay Matbaası, İstanbul.
İnsel Ahmet (2003), “İktisat İdeolojisinin Eleştirisi”, Birikim Yayınları, 4.Baskı, İstanbul.
İşgüden Tamer ( 1995 ), “Gelişme Kuramları”, Gelişme İktisadı, Ed.: T. İşgüden, F. Ercan, M. Türkay, Beta Basın Yayın Dağıtım A.Ş., İstanbul.
Kakwani Nanak (1993), “ Poverty and Economic Growth With Application To Cote D’ivoire”, Review of Income and Wealth, Vol: 2, pp: 121–139
Karaman İsmail (2001), “Ekonomik Kriz ve Kimsesiz Yoksullarımız”, Yeni Türkiye, Sayı:42, Kasım-Aralık, pp:1183–1188
Kim Kwan S. (1997), “Income Distribution and Poverty: An Interregional Comparison”, World Development, Volume:25, Issue:11, pp:1909–1924
Larrain Jorge (1994), “Ideology and Cultural Identity: Modernity and Third World Presence”, Oxford: Polity Pres.
Lewis W.Arthur (1954), “Economic Development With Unlimited Supplies of Labour”,
Ed: Deepak Lal, “Development Economics – Volume I”, The International Library of Cricital Writings In Economics, Edward Elgar Publishing Limited, England.
Nurkse Ragnar (1952), “Growth In Underdeveloped Country: Some International Aspect Of The Problem Of Ecenomic Development ”, The American Economic Review, Vol:42, No:2, May, pp:571–583
Manisalı Erol (1982), “Gelişme Ekonomisi”, Ar Yayın Dağıtım, 3.Baskı, İstanbul.
OECD (1998), “Income Distribution and Poverty in Selected OECD Countries”, Economic Department Working Papers, No:189 ECO/WKP(98)2.
Önder İzzettin (2004), “Yoksulluk ve Yoksullukla Mücadele”, Toplum ve Hekim, Ocak-Şubat, Cilt:19, Sayı:1, pp:19-22
Özbek Orhun (2002), “Dünya’da ve Türkiye’de Gelir Yoksulluğu ve İnsani Yoksulluğun Analizi ve Çözüm Önerileri”, DEÜ., Sosyal Bilimler Enstitüsü, Maliye ABD., Doktora Tezi, İzmir.
Rodan P.Rosenstein (1966), “Doğu ve Güney – Doğu Avrupa’nın Sanayileşme Problemleri”, “İktisadi Büyüme ve Gelişme”, Seçme Yayınlar, İstanbul Üniversitesi Yayınları, No:1193, İstanbul.
Rostow Walt W. (1966), “Kendini Besleyen Gelişmeye Götüren Kalkış”, Çeviri: Yorgi
Demirgil, İktisadi Kalkınma Seçme Yazıları, ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi, Ankara.
Savaş V.Fuat (1979), “Kalkınma Ekonomisi”, Met / er Matbaası, 2.Baskı, İstanbul.
Savaş Vural (2000), “İktisadın Tarihi”, Siyasal Kitapevi, 4.Baskı, Ankara.
Smith Tony (1985), “Requem Or New Agenda For Third World Studies?”, World Politics,
Vol:37, No:4, pp:532-561
Stiglitz Joseph E. (2002), “Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı”, Çev: Arzu Taşçıoğlu- Deniz Vural, Plan b, İstanbul.
Streeten Paul (1966), “Dengesiz Büyüme”, İktisadi Kalkınma Seçme Yazıları, ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi, Ankara.
Şahin Çiğdem (2000), “Kapitalizm ve Yoksulluk”, Çivi Yazıları, 1. Basım, İstanbul.
Şahin Hüseyin (2002), “Türkiye Ekonomisi”, Ezgi Kitapevi Yayınları, Genişletilmiş
7. Baskı, Bursa.
Şenses Fikret (2001), “Kalkınma İktisadı- Yükselişi ve Gerilemesi”, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
Şenses Fikret (2003), “ Küreselleşmenin Öteki Yüzü, Yoksulluk”, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul.
Tsai Pan-Long (1995), “Foreign Direct Investment And Income Inequality: Futrher
Evidence”, World Development, Vol:23, Issue:3, pp:469–483.
Warren Bill (1984), “The Postwar Economic Experience Of Third Word”, Ed: L.R.
Wilberg, Economy of Development And Underdevelopment, Random House,
New York.
Yavilioğlu Cengiz (2002a), “Kalkınmanın Anlambilimsel Tarihi ve Kavramsal Kökenleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt:3, Sayı:1, ss:59–77
Yavilioğlu Cengiz (2002b), “Geri Kalmışlık Olgusu ve Ekonomistik Kalkınma Teorileri (Eleştirel Bir Yaklaşım)”, Cumhuriyet Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 2, pp:49–70.
www.worldbank.org/wbi/povertyanalysis/manual/, Erişim: 22.05.2008
http://devdata.worldbank.org/wdi2006/contents/Section2.htm,Erişim: 10.07.2008
[1] Göreli yoksulluk sınırı, uygulamalı araştırmalarda çoğunlukla ortalama veya medyan gelirin belli bir oranı olarak belirlenmektedir. Örneğin Avrupa Birliği’nde göreli yoksulluk sınırı, genellikle ortalama gelir veya ortalama harcamanın % 50’si olarak alınmaktadır (www.worldbank.org, 22.05.2008). Benzer şekilde OECD de farklı ülkelerin yoksulluk karşılaştırmasında yoksulluk sınırı olarak ülkelerin medyan bireysel eşdeğer gelirinin % 50’sini almıştır (OECD, 1998:28).
[2]Örneğin; Osmanlılarda son dönemlerde hor görülmesi nedeniyle ticaret azınlıklara kalmış, Türk müteşebbisleri doğmamıştır. Bunun sonucunda Türkler iç ticaretin perakende aşamasında ancak %25 oranında rol oynayabilmişlerdir. Sınaî işletme mülkiyeti de hemen hemen tümüyle azınlıkların elinde kalmıştır (Şahin, 2002:5). Max Weber ise Protestan ruhunun ve görüşünün iktisadi hayat üzerindeki şekillendirici etkileri üzerinde durmaktadır. Bu Protestan ahlakı, tutumluluk, ferdiyetçilik, çok çalışmanın faziletine inanmak gibi temellere dayanmaktadır (Erkal, 200 :47).
[3] Uluslar arası karşılaştırmalarda giderek daha sıkça kullanılan yoksulluk sınırı, satın alma gücü paritesine göre belirlenmiş günlük 1 $’lık gelir seviyesidir. Bu değer yeterli miktarda gıda maddesinden oluşan gıda sepetinin maliyeti olarak kabul edilmektedir. Dünya Bankası, kişi başına günde 1 $ değerini az gelişmiş ülkeler için kabul ederken Latin Amerika ve Karaibler için bu sınır 2 $, Türkiye’nin de dahil edildiği Doğu Avrupa ülkeleri için 4 $ve gelişmiş sanayi ülkeleri için 14,40 $ olarak belirlenmiştir (DPT,2001:104 ve Karaman, 2001:1184).
[1] Göreli yoksulluk sınırı, uygulamalı araştırmalarda çoğunlukla ortalama veya medyan gelirin belli bir oranı olarak belirlenmektedir. Örneğin Avrupa Birliği’nde göreli yoksulluk sınırı, genellikle ortalama gelir veya ortalama harcamanın % 50’si olarak alınmaktadır (www.worldbank.org, 22.05.2008). Benzer şekilde OECD de farklı ülkelerin yoksulluk karşılaştırmasında yoksulluk sınırı olarak ülkelerin medyan bireysel eşdeğer gelirinin % 50’sini almıştır (OECD, 1998:28).
[2]Örneğin; Osmanlılarda son dönemlerde hor görülmesi nedeniyle ticaret azınlıklara kalmış, Türk müteşebbisleri doğmamıştır. Bunun sonucunda Türkler iç ticaretin perakende aşamasında ancak %25 oranında rol oynayabilmişlerdir. Sınaî işletme mülkiyeti de hemen hemen tümüyle azınlıkların elinde kalmıştır (Şahin, 2002:5). Max Weber ise Protestan ruhunun ve görüşünün iktisadi hayat üzerindeki şekillendirici etkileri üzerinde durmaktadır. Bu Protestan ahlakı, tutumluluk, ferdiyetçilik, çok çalışmanın faziletine inanmak gibi temellere dayanmaktadır (Erkal, 200 :47).
[3] Uluslar arası karşılaştırmalarda giderek daha sıkça kullanılan yoksulluk sınırı, satın alma gücü paritesine göre belirlenmiş günlük 1 $’lık gelir seviyesidir. Bu değer yeterli miktarda gıda maddesinden oluşan gıda sepetinin maliyeti olarak kabul edilmektedir. Dünya Bankası, kişi başına günde 1 $ değerini az gelişmiş ülkeler için kabul ederken Latin Amerika ve Karaibler için bu sınır 2 $, Türkiye’nin de dahil edildiği Doğu Avrupa ülkeleri için 4 $ve gelişmiş sanayi ülkeleri için 14,40 $ olarak belirlenmiştir (DPT,2001:104 ve Karaman, 2001:1184).