YIL: 12

SAYI: 135

MART 2009

 

 

önceki

yazdır

 

 

Yön.Uz. Fuat YÖRÜKOĞLU

 

                                                                                                   

  

TÜRK BELEDİYECİLİĞİNİN GELİŞİM SÜRECİ


 GİRİŞ

Osmanlı Devleti’nde modern anlamda bir yerel yönetim geleneğinin varlığından söz etmenin mümkün olmadığı hep vurgulanan bir husus olmuştur. Bununla birlikte bu hizmetleri gören bir takım yerel idari birimler olarak adlandıracağımız teşkilatlar bulunmaktadır.

Batılı anlamda bir belediye teşkilatının örgütlenmesi çeşitli iç ve dış koşulların etkisiyle Tanzimat yıllarında olmuştur. Tuzcuoğlu’nun da vurguladığı gibi, (2003:256), “Osmanlı kent alanını (ve bu açıdan değerlendirildiğinde kentin bu görünümüne etki eden yerel hizmetlerin görülüş şeklini) modernleştirme yönündeki kıyasıya ısrarın uyandırdığı sorunların ilk yanıtı, Tanzimat reformlarını gerektiren nedenlerde gizlidir”

Dolayısıyla Osmanlı Devlet’inde yerel yönetim yapılanması itibariyle belediyecilik anlayışını Geleneksel Dönem ve Tanzimat Sonrası Dönem olarak ele almak, sonrasında ise Cumhuriyetin kuruluşu ile bugüne kadar olan süreci değerlendirmek yerinde olacaktır.

1.       GELENEKSEL DÖNEM (1299-1839)

Osmanlı Devleti’nin bu döneminde “belediye ile ilgili” veya klasik söylemle “beledi” olarak adlandırabileceğimiz ilgili hizmetler, bir taraftan devlet teşkilatı, diğer taraftan da yerel halkın kendi içerisinde oluşturduğu örgütlenmeler tarafından yerine getirilmiştir.  

Yerel hizmetlerde dikkati çeken en önemli husus, hizmetlerin yürütülmesinde bu yerel örgütlenmelerden olan vakıfların, loncaların ve mahallelerin etkin olarak görev üstlenmesidir (Ulusoy ve Akdemir, 2004:149).

Öte yandan devlet teşkilatlanması içerisinde, İstanbul dışındaki diğer yerleşim birimlerinin merkezi yönetimin taşra teşkilatlanması içinde mütalaa edilmesi, Osmanlı devletinde, kent, kasaba ve diğer yerleşim birimlerinin ayrı bir hukuki varlığı ve tüzel kişiliği olmamasına ve geleneksel şehir hizmetlerinin merkezden atanan görevliler tarafından yerine getirilmesine sebebiyet vermiştir. Bu gelişmede geleneksel şehir hizmetlerinin merkezi otoritenin iktidar alanına giren kamusal bir iş olduğu anlayışı etkili olmuştur (Ulusoy ve Akdemir, 2004:149).

Bu nedenlerdendir ki Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Tanzimat’a kadar olan uzun bir dönemde çağdaş bir yerel yönetim olgusundan söz etmek pek mümkün olmamıştır. Bu çıkarım, böyle bir geleneği yaşatacak ve Avrupa’daki gibi yerleşmesi ve kurumsallaşmasını sağlayacak bir tarihsel sürecin yaşanmamış olması ile de izah edilebilir (Eryılmaz, 2007:182).

Zira çağdaş bir yerel yönetim, “merkezi idareyle birlikte ve ona rağmen vardır” (Ortaylı, 2000:2). Bu dönemde Avrupa’daki gelişmelerin aksine olmayan bir “yerel” gücün Osmanlı Devleti’nin güçlü merkezi idari örgütlenmesi karşısında idari ve mali yönden özerklik talebi içine girmesi ve yerel yönetim denen bir hukuki varlığı ortaya çıkarması olanaksızdır.

Kaldı ki Osmanlı Devleti’nin adalet anlayışına dayalı sisteminde bu şekilde bir yönetime katılma sistemini içeren idari örgütlenmenin felsefi zeminini aramakta güçtür (Ortaylı, 2000:11; Eryılmaz, 2007:183).

Böyle bir yönetim felsefesinin ve teşkilatlanmanın gereği olarak Osmanlı Devleti’nde taşra bölgelerine Sancakbeyi ve kadı gibi yöneticiler atanmışlardır. Şüphesiz bu gelişme köklerini, gerek İslam öncesi Türk’lerdeki merkezi idarenin bir güç olarak dayandığı, devletin işleyebilmesi için gerekli olan ve askeri bir disiplin içinde örgütlenen bürokrasi geleneğinden (Şahin, 2005:162), gerekse de İslam medeniyeti ve Osmanlı Devleti’nin kendisinden önceki devletlerin yönetim geleneğinden almaktadır. Ancak somut manada kadılık kurumu İslam medeniyetine özgü bir kurumdur ki, en gelişmiş haline Osmanlı Devleti’nde rastlanmaktadır.

1.1.Kadılık Müessesesi

İslam medeniyetinde kadı, en genel anlamıyla, insanlar arasında meydana gelen hukuki uyuşmazlıkların çözüm yeri, kural ve kanunları uygulamakla yükümlü olan yargı merciidir.

Osmanlı Devleti’nde ise bilindiği gibi kuruluş yıllarında toprak kazanımları hızlı bir gelişme göstermiş ve bu süreç, ilk yıllarda fethedilen şehirlerde birtakım hizmetleri yürütecek ve bu yerlerde merkezin temsilcisi konumunda bulunabilecek kadılık müessesesini yaygınlaştırmıştır. Bu dönemde şehir yönetiminin başındaki kişiler kadılar olmuşlardır.

Osman Gazi’nin Selçuklu yönetimine karşı bağımsızlığını ilan ettiğinde ilk tayin ettiği memur kadı ile subaşı, ilk koyduğu vergi de belediye ile ilgili pazar resmi olan “bac” dır (Eryılmaz, 2007:184).

Böylece uzun bir dönem Osmanlı Devlet yönetiminde taşra yönetiminin temelini oluşturan bu kurum, Osmanlı Devleti’nde de önemli bir teşkilatlanma aracı olarak kullanılagelmiş ve yönettiği kazanın beledi hizmet ve kontrolden doğan davalara ilişkin yargı mercii konumunda mahalli ve beledi konularda bir takım kurallar koyarak, adeta uygulamada kanun ve nizamların bıraktığı boşlukları doldurmuşlardır  (Ortaylı, 1973:16).

Ancak, Osmanlı Devleti diğer müesseselerinde olduğu gibi kaza teşkilatında da kendisinden önceki İslam ve Türk devletlerinden geniş ölçüde yararlanmış olmakla birlikte, süreç içerisinde bu konuda kendine has bir sistem meydana getirmiş, zaman zaman çıkarılan ferman ve kanunnamelerle yenilikler ve düzenlemeler yapılmıştır.

Tanzimat’a kadar uzun bir süreç içerisinde, “eyalet”, “sancak”, “kaza” ve “köy” esasına dayanan Osmanlı’nın mülki taksimatında, eyaletler ve sancaklar daha çok askeri birimler olarak değerlendirilirken (Eryılmaz, 2007:183), kaza teşkilatı ise Rumeli,  Anadolu ve Mısır olmak üzere üç bölgeye ayrılmıştır. Rumeli’deki teşkilat ve kadılar Rumeli kazaskerlerinin, Anadolu ve Mısır’daki teşkilat ve kadılar Anadolu kazaskerlerinin idaresinde olmuş ve bu yapılanma kazaskerliğin taşra teşkilatını meydana getirmiştir. Bunun sonucu olarak kadıların Osmanlı devlet teşkilatındaki konumu, ilmiye sınıfına mensup ve taşrada kazaskerlerden sonra gelen birimler olması itibariyle “yerel” olarak adlandırılabilecek bir yapı içinde önem kazanmıştır.

Nitekim Osmanlı Devletinin kaza denen yerleşim biriminde şer’i ve hukuki hükümleri uygulayan ve devlet emirlerini yerine getiren bir görevli sıfatıyla kadılık, Osmanlı devlet yönetiminde hukuki olduğu kadar idari bir memuriyet görevini de icra etmiştir (Vural, 2004:180). Zira kendisine bağlı kasaba ve köylerden oluşan kazanın başında bulunan kadı, bu bölgede hem şer’i ve idari yargının başı, hem belediye başkanı, hem de merkezi yönetimin temsilcisidir (Eryılmaz, 2007:183).

Öte yandan sultanın kazada hukuki yetkisini kullanan ve padişahtan emir alan ve padişaha doğrudan arzlarda bulunan (ki bu yönüyle taşradaki reyanında sorunlarını merkeze ileten) yönü de onun uhdesinde toplanan görevlerdendir (Toraman, 2002:191).

Şüphesiz bu geniş görev alanı, Osmanlı Devleti’nin geleneksel döneminde şehrin yönetimine ilişkin fonksiyonların birbirinden ayrılmamış olmasından ileri gelmekteydi. Ancak tüm bu faaliyetleri tek başına yürütmemekteydi. Bu fonksiyonları yürüten kadının, subaşı, naib, imam, muhtesip ve mimarbaşı gibi yardımcıları ve bunlara ek olarak sayabileceğimiz çöplük subaşısı ve böcekbaşı gibi görevlileri de bulunmaktaydı. Bu yardımcılar, kadının mahalli hizmetlerin karşılanabilmesi için oluşturulan bir tür mahalli idare kadrosu olarak görev üstlenmekteydiler (Çelik, 1995:590).

Örneğin; subaşı, emniyet ve asayişten; çöplük subaşısı, şehrin genel temizliğinden; mimarbaşı, imar ve düzenleme çalışmalarından kadıya karşı sorumluydu (Çelik, 1995:590). Öte yandan bazı semtlerde kadının vekili olarak naip denilen görevliler vardı. mahallelerin yönetiminden ise imamlar sorumluydu.

Kadının bugünkü manada belediye hizmetleri olarak nitelendirilebilecek görevlerinde ise yardımcısı muhtesipti. Kökeni itibariyle, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde teşkilatlı hale getirildiği söylenen “hisbe” (ihtisap) müessesesine dayandırılan (Kazıcı, 2006:11) ve iyiliklerin yapılmasını emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek amacını taşıyan bu örgütlenme biçimi sonraları değişik isimlerle bir çok İslam devletinde olduğu gibi Osmanlı devletinin idari örgütlenmesinde de yer almıştır.

Muhtesibin dini ve bir takım adli görevleri olmakla birlikte (Kazıcı, 2006:74),  fiyat tespiti ve kontrolü, vergi toplama gibi ekonomik ve sosyal hayata ilişkin olan görevleri ağırlıktaydı ve bir çok beledi nitelikteki hizmetleri icra etmekteydi.

Tüm bu yetkilere ve yardımcılara sahip bulunan kadıların ise başlıca yerel nitelikteki görevleri şunlardı (Çelik, 1995:590):

1.      Mahallin dirlik ve düzenini temin etmek,

2.      Ölçü ve tartı aletlerini kontrol etmek,

3.      Gerekli imar ve düzenleme faaliyetlerini yürütmek,

4.      İhtiyaç maddelerinin karaborsaya düşmesini önlemek,

5.      Çevre temizliğini sağlamak,

6.      Tenbih, tedbir ve yasaklar koymak,

7.      Emir ve yasaklara uymayanları cezalandırmak.

Bu nitelikleri ile kadılar, belirli sürelerle tayin edildikleri idari birimlerde, yürütmeyle ilgili birçok görevi yerine getiren ve devletin doğrudan doğruya kendisi ile muhatap olduğu birer idareci olmalarının yanında, aynı zamanda kendisine karşı sorumlu muhtesip ile birlikte, çarşıpazarı, satılan malları, bu mallarda bulunması gereken vasıfları, fiyatları denetleyen, narh koyan ve bugün büyük ölçüde belediyeler tarafından ifa edilen birçok görevi yerine getiren bir mahalli yönetici görünümünde idi.

Ek olarak dile getirebileceğimiz diğer bir husus ise kadıların tüm bu görevleri yerine getirirken tutukları narh defterleri ve sicillerdir. Bunlar o dönemin yerel hizmetlerinin ne şekilde görüldüğü konusunda bilgi vermesi açısından önemli belgelerdir ve sicillerin bu açıdan gözden geçirilmesi konu üzerinde daha kesin bir bilgi sahibi olmamızı sağlayacaktır (Ortaylı, 1973:17).

Bu dönemde kadıların idaresi altında bulunan ve yukarıda ana hatları ile anlatmaya çalıştığımız şehirlerdeki bu uygulama İstanbul’un fethinden sonrada devam etmiştir. Ancak gerek kadılık kurumunun bulundukları bölgedeki hâkimiyetleri açısından, gerekse de Türk Belediyecilik tarihinde önemli olan bir gelişme, 1826 yılında yapılan idari düzenleme ile İhtisap Nazırlığı’nın kuruluşudur. Böylece kadının emrinde çalışan muhtesibin görev ve yetkileri, taşradaki ihtisap müdürlüğüne devredilmiştir. Muhtesipliğin kadılık kurumundan koparak, zabıta ve vergi tahsili gibi işlemlerini ayrı bir teşkilatlanma içerisinde gerçekleştirmesi, kadının fonksiyonlarının azalması sonucunu doğurmuştur.

Bu süreç zaman içinde vakıflarla ilgili olarak Vakıf Nazırlığı’nın kurulması ile devam etmiş ve kadının vakıflar üzerindeki yetkileri de ortadan kalkmıştır. Neticede kadı, yargıç ve noter yetkilerini elinde tutan güçsüz bir görevli haline gelmiştir (Çelik, 1995:591). Daha sonraları ise doğrudan doğruya şeyhülislamlığa bağlanarak eski gücünü tamamıyla yitirmiştir (Ortaylı, 1973:17).

Bu düzenleme, belediye teşkilatı kuruluncaya kadar devam etmiştir. Kısaca denilebilir ki, Osmanlı yerel yönetim kurumu, kadılıktan İhtisap Nezareti’ne ya da müdürlüğüne, oradan da şehremanetine doğru bir gelişme çizgisi izlemiştir (Eryılmaz, 2007:185). Böylece Tanzimat dönemine kadar merkezi idare yanında bir mahalli idare görmek mümkün olmamıştır (Çelik, 1995:589) Şüphesiz burada dile getirilen yargı “batılı” manada bir mahalli idarenin varlığından söz edilmesinin mümkün olmadığıdır.

Kadılık kurumu bu şekilde bir gelişme çizgisi göstermişken, vakıf ve lonca teşkilatlarına da beledi hizmetlerde önem taşıması açısından değinmekte yarar vardır. Konumuzun başında da değindiğimiz üzere “beledi” olarak adlandırabileceğimiz ilgili hizmetlerde devlet teşkilatlanmasının yanında yerel halkın bu konudaki desteği iki kurumda somutlaşmıştır. Bunlardan birincisi loncalar ve ikincisi de vakıflardır.

1.2.Vakıflar

Bu dönemde yerel hizmetlerin yerine getirilmesinde bir diğer önemli birim vakıflar olmuştur. Birçok toplumsal nitelikteki hizmetler vakıflar eliyle yürütülmüştür. Bunda kamu yararı düşüncesi hakim olduğu kadar, belli bir inanç sistemine dayanan davranış kalıbının da etkisi olduğu kuşkusuzdur. Şüphesiz ölüm sonrasında da sevap kaynağı olan sadaka-i cariye (sürekli hayır, sadaka) olarak adlandırılan vakıf müessesesini teşvik eden İslam kültürü bu davranış kalıbına hakim olan en önemli unsurdur.

Kuruluşu açısından vakıf, servetini vakfeden kişinin bu servetin miktarını, kullanım amaçlarını ve kullanım şeklini gösteren bir Vakfiye düzenleyerek bunu şahitler huzurunda imzalaması ve bu belgenin mahallin kadısına onaylatılmasıyla suretiyle teşekkül etmekteydi (Ersoy, 2003:137).

Fonksiyonu itibariyle ise vakıf, vakfeden tarafından, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacı doğrultusunda, belli bazı toplumsal nitelikli hizmetlerin yerine getirilmesi amacını taşımaktadır (Çelik, 1995:589).

İslam kültürünün etkisiyle, bu anlayışın Selçuklu ve Osmanlı toplumuna tezahürü, kişinin sahip olduğu mal varlığı üzerinde toplumunda bir hakkı olduğu inancının hakim olmasına yol açmıştır (Eryılmaz, 2007:186). Varlıklı kimseler (ki zenginliğin kaynağını o dönemde devlet memurluğu olduğu için bu kimseler çoğunlukla padişahlar veya diğer kamu görevlileridir) vakıf eseri yapmak yoluyla bunları bireysel mülkiyetten çıkarmış toplumun hizmetine sunmuştur. Böylece vakıf eserleri bir takım hizmetlerin görülmesinde artan sayıları itibariyle önemli bir işlev görmüştür.

Ancak vakıfların Osmanlı toplumunda yaygın bir kamu hizmeti aracı olarak kullanılmasının altında yatan neden belli bir inanç sistemi ile açıklanabilse de, Osmanlı toplumunda yaygın bir hizmet aracı olarak vakıfların kullanılmasının esasen salt bu nedene bağlanamayacağını belirtmekte yarar vardır.

Zira vakıfların kuruluş gayelerinden biride zengin kamu görevlilerinin öldükten sonra aşırı servetlerinin devlet tarafından müsadere edilmesine karşı bir hile-i şer’iyye olmasıdır (Vural, 2004:182). Böylece bu kişiler, topraklarının devlet müdahalesine maruz kalmasını ve parçalanmasını önlemek amacıyla servetlerini vakfetme yolunu tercih etmişlerdir.

Ancak, vakıfların müsadereden kurtulmak için tesis edildiği görüşü hadım ağaları gibi nesilleri olmayan kişilerin yaptığı vakıfları açıklamakta yetersiz olduğunu da vurgulamak gerekir  (Tabakoğlu, 1998:206).

Vakıf müesseseleri sosyal güvenlik ile alakalı olduğu kadar (Tabakoğlu, 1998:202), sunduğu hizmetler açısından sağlık ve sosyal yardım hizmetleri, eğitim ve öğretim hizmetleri, kültürel ve sportif hizmetler, bayındırlık ve altyapı gibi başlıca hizmetleri yürütmekteydiler (Eş, 1998:237).

Şehrin aydınlatılması ve temiz su ihtiyacının karşılanması gibi hizmetler de bu dönemde vakıflarca yerine getirilmiştir. Söz konusu kamu hizmeti niteliğindeki hizmetlerin finansmanı ise vakfedilen malların gelirlerinden ve vakıf arazilerinin reayasından toplanan vergilerden sağlanmıştır. Ayrıca vakıflara tanınan bazı vergi muafiyetleri de vardır (Vural, 2004:182).

Şehir dahilindeki beledi hizmetlerin önemli bir bölümü vakıflar tarafından yerine getirilirken, devlet sadece vakıf hizmetlerini denetlemeye yönelik faaliyet yürütmüştür (Ulusoy ve Akdemir, 2004:150). Bu denetleme kadının gözetimi ve denetimi altındadır. Ancak vakıfların mütevelli heyetleri eliyle bağımsız olarak çalıştığını da vurgulamak gerekir (Çelik, 1995:589).

1826 yılına gelindiğinde ise Evkaf nezareti kurulmuş ve bu kurum tarafından vakıf malları idare edilmiştir. Böylece daha önce vurgulandığı gibi kadının vakıf malları üzerindeki yönetimi ortadan kalkmıştır.

Tabakoğlu’na göre (1998:202), İslam’ın sosyal ve iktisadi sistemi vakıfların gösterdiği gelişmenin temel sebebidir. Lüks ve israf yasakları, harcanabilir gelirleri vakıflar yoluyla, toplumun refahının artmasına yöneltmiştir. Gerçektende bakıldığında XVI. yüzyıl başlarında, Osmanlı ekonomisinde toprakların %20’si vakıf sistemi içerisindedir (Tabakoğlu, 1998:203).

Kısacası Türk vakıfları, hemen hemen bütün sosyal yardım işlerini kapsamış, sahip bulunduğu özellikler, belediye kuruluşu gibi değerlendirilmesine yol açmıştır. Hangi amaçla kurulmuş olursa olsun bu vakıflar yoluyla bir takım kentsel hizmetler görülmüştür (Toprak, 2001:53).

1.3.Lonca Teşkilatı

Loncalar, idari ve zenaat hizmetlerinin yoğun olduğu kent merkezlerinde üretim, tüketim ve piyasa kavramlarının kontrolünü elinde tutan meslek kuruluşlarıdır (Çelik, 1995:589).  Bu teşkilatlanmanın da, vakıflar gibi bir fikri altyapısı vardır (fütüvvet, ahilik gibi). Ancak bunun üzerinde durmaktan ziyade lonca teşkilatının nasıl çalıştığına ve neden “yerel” bir niteliğe sahip olduklarına bakmakta yarar vardır.

Loncalar hiyerarşik yapıda örgütlenmiş birer esnaf birlikleriydiler. Başlıca görevleri, üyelerinin mesleki faaliyetlerini düzenlemek (kalite kontrolü-fiyatların saptanması vs…) ve lonca şeyhleri vasıtasıyla merkezi idare ile halk arasında aracılık rolü yapmaktı (Vural, 2004:183). Dolayısıyla hem kendi teşkilatlanmalarının gereği olarak üyeleri arasında düzeni temin etmek hem de merkezi idarenin taşra birimi olarak görev yapmaktaydılar.

Peki yerel hizmetlerin görülmesinde loncalar ne tür işlevler görmekteydi? İç teşkilatlanmaları nasıldı? Merkezle halk arasında aracı kurum olmalarına rağmen neden bugünkü manada sivil toplum kuruluşları olarak görülmekteydi? Şüphesiz bu sorulara verilecek yanıtlar loncaların ne gibi faaliyetlerde bulunduğuna bakmakla mümkün olacaktır.

Öncelikle Lonca üyeleri (usta-kalfa ve çırak) gelirlerinin bir bölümünü oluşturdukları bir Fon’da toplarlardı. Bu Fon (Avarız Sandığı), çarşının bakımı, onarımı, temizliği işlerinde kullanılıyordu. Böylece her loncanın kendi işyerlerinin tertip ve düzeninden sorumluluğu vardı. Her loncanın yerel nitelikteki bu tür hizmetlerini lonca adına takip eden loncanın görevlendirdiği Kethüda bulunurdu. Tüm bunların üzerinde ise kentin ileri gelenlerini (ayan) de temsil eden bir Şehir Kethüdası bulunurdu ve bu Şehir Kethüdaları devletçe atanırdı (Çelik, 1995:589). Sivil toplum kuruluşu olarak nitelendirilmelerinin nedeni ise kanımızca bu teşkilatların, üyelerinin mesleki faaliyetlerini düzenlerken halkın menfaatlerini (müşteri haklarını) göz önünde tutmalarından ileri gelmektedir. Dolayısıyla loncaların bu açıdan aldığı önlemlere bakmakta yarar vardır (Özbilgen, 2003:353) :

1.           Üretimde uygulanacak kuralları belirlemek ve geçerli kılmak,

2.           Hammadde temin ve dağıtımını adalet üzerine yapmak,

3.           Terk-i edeb edenleri tenbih ve te’dib etmek (cezalandırmak),

4.            Hamdest (esnaflık ruhsatı almamış) olanların mutadınca (alışılmış şekilde) haklarından gelmek.

Loncalar tarafından verilen disiplini sağlayıcı cezalar ise şöyle sıralanabilir (Özbilgen, 2003:353):

1.      Öğüt verme: Esnaf ahlakına aykırı davranışlarda bulunanların çağrılarak nasihatte bulunulması.

2.      Cereme (cerime): Satış veya mübadelelerinde usule aykırı davrananlar, ayıplı mal satanlar, haksız kazancı nakden veya aynen iade etmenin yanında, ikramlar yaparak masrafa girip bir nevi maddi tazminat sayılabilecek “cereme” öderlerdi.

3.      Dükkan kapatma: Geleneklere aykırı davranmakta ısrar ederek tekrar edenler, bilerek ayıplı mal satanlar lonca kararı ile teamülen 3 günü geçmeyen dükkan kapama cezasına maruz kalırdı.

4.      Dayak cezası: Uygulanmasından ziyade korkutucu nitelikte olduğu, örgütlerin kethüda odalarının duvarlarına asılı falaka değneklerinin bulundurulmasından anlaşılmaktadır.

5.      Sosyal ve ekonomik dışlama: Islah olmayanlara uygulanan en ağır cezalardan biridir. Haklardan mahrum etmekle beraber, esnaf sandıklarından faydalandırılmaması, lonca dışı imiş gibi muamele görmesidir. Bu cezalandırma ıslah olmayan ve kusur suçunda ısrarlı olan esnafa uygulanırdı.

6.      Esnaf teşkilatından çıkarma: Hile ve geleneklere uymamayı adet haline getirenlere, hırsızlık, namusa göz koyma ve adam öldürme gibi ağır suç işleyenler loncadan kovulurdu.

Yukarıda sıralanan bu tür ilke ve yaptırımlar bir nevi o günün tüketici haklarının korunmasına yönelik uygulamalardır. Ayrıca bu tür bir oluşumun gönüllülük esasına dayanması ve bu örgütlerin kuruluşunda ve dağıtılmasında devletin bir müdahalesi olmaması sivil yönlerini güçlendiren unsurlardır (Ersoy, 2003:135).

Kısaca, Osmanlı Devleti’nde bugünkü anlamda belediye hizmetleri olarak nitelendirebileceğimiz hizmetler, başta kadılık olmak üzere, esnaf kuruluşları ve vakıflar tarafından yürütülmeye çalışılmıştır. Ancak yerel yönetimlerde bir kurumsallaşma söz konusu değildir (Sunay, 2008:42).

Ayrı bütçesi, görevlileri ve organları olan belediye yönetimi, batılılaşma döneminin başlangıcı olarak kabul edilen Tanzimat’tan sonra yönetim sistemimize girmiştir (Eryılmaz, 2007:186).

2.       BATILILAŞMA VE I.DÜNYA SAVAŞI DÖNEMİ (1839-1923)

3 Kasım 1839 Gülhane Hatt-ı Humayun’un ilanı ile başlayan ve 1876 yılına kadar uzanan Tanzimat, geleneksel örgütlenmelerin “tanzim” edildiği, batılılaşma yönündeki reformların olduğu, Avrupa’nın üstünlüğünü esas alan bir değişmeyi ifade eden bir dönem olmuştur (Eryılmaz, 2006:92). Yeniden yapılanma amacı devlet yönetimine egemen olmaya başlayan ana fikir olarak ortaya çıkmıştır (Yaşamış, 2001:11).

Bu dönemde, modern anlamda belediye teşkilatlarının kurulmasına yönelik önemli adımlar atılmıştır. Bu açıdan somut anlamda batıda benzerlerine rastlanan belediye teşkilatlarının kurulmasına yönelik ciddi bir gayret olduğu söylenebilir. Ancak dönemin bazı yerel hizmetlerinin belediye teşkilatlarınca görülmesi, bir takım gerekliliklere ve dönemin etki eden koşullarına göre bir seyir izlemiştir. Dolayısıyla, öncelikle böyle bir teşkilatlanmayı gerekli kılan iç ve dış koşulların etki eden gelişmelerine bakmakta yarar vardır.

Osmanlı Devletinin bu döneminde yönetimin önemli kademelerinde çoğu batıda eğitim görmüş yeni bir bürokratik çehre vardır ve bu bürokratik yapı eski dönemlere göre daha etkin konumdadır. Bu bağlamda, Osmanlı Devleti’nde ki bu bürokratların bu dönemde batıda gördükleri belediye teşkilatlanmalarının benzerlerini Osmanlı topraklarında görmek istemeleri, bu yönde bir çabayı da beraberinde getirmiştir.

Ancak burada önemli bir noktanın da altını çizmek gerekir. Dönemin bürokratları, yerel yönetimlerin batıdaki benzerleri gibi özerk yapılı bir teşkilatlanmaya sahip olması ve bu manada kendi mali kaynaklarına sahip olması arzusundan çok,  modern ve düzenli şehirlere kavuşmak amacını taşımaktadırlar (Kalabalık, 2005:53).

Ancak bunun yanında vergilerin düzenli toplanması, hizmetlerin iyi görülmesi, asayişin ve ekonomik gücün gelişip yerleşmesi de istenmektedir (Sunay, 2008:38). Bu nedenle idari yönü ağır basan, merkezin yakın denetim ve kontrolünde bir yerel yönetim modelinin amaç olarak benimsendiği söylenebilir (Eryılmaz, 1995:340). Gerçektende ilk belediyecilik alanında denemelerin olduğu dönemlerde böyle bir arzunun tezahürlerini görmek mümkündür. Zira ilk belediyecilik girişimlerinde merkezi yönetim ağırlıklı bir unsur olarak varlığını korumaktadır.

Öte yandan batıdaki bu modern şehir görünümlerinin, Osmanlı şehirlerinde de uygulama alanı bulması sadece bürokratların bu yöndeki isteklerine bağlanamaz. Bu dönemde toplumsal gelişmelerinde etkisiyle büyüyen şehirler eskisine göre ciddi sorunlarla da karşı karşıyadır. Şehirlerde ki temizlik, aydınlatma, kaldırım ve kanalizasyon gibi temel ihtiyaçların karşılanması ve bu ihtiyaçları gereği gibi karşılayacak uygun yapılanmaların ortaya çıkarılması sorunu, yerel yönetimlerin ortaya çıkarılmasındaki temel amaçlardan biri olmuştur (Eryılmaz, 1995;140).

İç koşullar bu durumda böyle bir yapılanmanın gerekliliğini gösterirken, batılı ülkelerinde bir takım talepleri görmezden gelinememektedir. Zira Osmanlı Devleti bu dönemde Kırım Savaşı’nda Ruslara karşı batının ciddi desteğini almıştır. 1856 Islahat Fermanı’nın çıkarılış nedenleri arasında herhalde bu verilen desteğin önemi gözardı edilememektedir. Zira bu Ferman birçok yönden batılı devletlerin isteklerine paralel şekilde bir takım haklar getirmiştir. Bu hakların konumuz açısından en önemli olanı azınlıklara önemli güvencelerin sağlanmasıdır. Bu gelişmeye uygun olarak bu döneme rastlayan ilk batı tarzı belediyenin İstanbul’un müslüman olmayan halkının çoğunlukta olduğu bir bölgesinde (Beyoğlu-Galata)  kurulmuş olması önemlidir.

Tüm bu gelişmelerin ötesinde batılı devletler, ekonomik ilişki içinde bulundukları ve batı kaynaklı ürünlerin dışalımına dayalı bir ticarete söz konusu olan Osmanlı kıyı kentlerinde, bu ekonomik ve sosyal hayata uygunluk sağlayacak bir teşkilatlanma içine girilmesini de istemektedirler. Bu açıdan batılı devletlerin isteklerinin sadece siyasi yönü değil, aynı zamanda işlevsel olarak değişen bu kıyı kentlerinin geleneksel örgütlenmelerinin ihtiyaçlarını karşılayamamasından kaynaklanan ekonomik yönüde bulunmaktadır (Göymen, 1997;15). Bu haliyle batılı ülkelerin istekleri doğrultusunda şekillenen bir yerel yönetim yapısı, bizzat dönemin bürokratları tarafından da desteklenmiştir.

Ancak her ne kadar yerel yönetim alanında bu yenileşme çabaları merkezin batının isteklerine karşı bir  “savunma modernizasyonu” olarak algılansa da, aynı zamanda da bizzat merkezin güçlendirilme amacının da bulunduğu gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim yerel yönetimler bu dönemde merkezi hükümetin işlerini yerel planda yürütecek yeni bir yönetim aracı olarak algılanagelmiştir  (Heper, 1974;15).

Öte yandan tüm bunlardan bağımsız olarak Osmanlı toplumsal yapısındaki katmanlaşmada ve kentlerin fiziksel yapısında meydana gelen dönüşümler kentlerin işlevsel yapısını değiştirmiş ve Devletin işlerinin artık konaklarda değil, uzmanlaşmış resmi binalarda görülmesi zorunluluğu doğmuştur. Bu da kuşkusuz yeni bir teşkilatlanmayı zorunlu kılmıştır (Tekeli, 1983;6)

Böylece gerek batılıların bir takım istek ve talepleri doğrultusunda, gerekse de göreceli olarak diğerinden bağımsız yeni yerel merkezler oluşturma düşüncesi ve bu yönde bir takım zorunlulukları içeren gelişmeler, 16 Ağustos 1854 tarihinde batılı anlamda ilk belediye örneğini oluşturan İstanbul Şehremaneti’nin kurulması ile sonuçlanmıştır. Böylece daha önce 1826 yılında yapılan düzenleme ile aynı fonksiyonu üstlenen ve pekte başarılı olamayan İhtisap Nezareti’de yerini Şehremanetine bırakmıştır.

2.1.   İstanbul Şehremaneti ve Altıncı Daire-i Belediye

İstanbul Şehremaneti batılı anlamda ilk belediye örneğini oluşturması açısından Türk belediyecilik tarihi açısından son derece önemlidir. Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye örgütün görev ve statüsünü 13 Haziran 1854 tarihli bir nizamname ile düzenlenmiştir. Burada Şehremanetinin Meclis-i Vala’ya bağlı olduğu belirtilmektedir (Ortaylı, 2000;133). Merkeze bağlı olarak çalışan böyle bir örgütlenme dönemin idari merkeziyetçilik anlayışından kaynaklanmaktadır. İlginçtir ki yerel yönetimlerin bizdeki gelişimi batıdakinin aksine böyle bir merkeziyetçi dönemde tezahür etmiştir.

Örgütsel yapısı itibariyle Şehremanetinin başında Bab-ı Ali tarafından seçilen ve padişahın onayı ile atanan,  Meclis-i Vala’nın tabii üyesi sıfatıyla Şehremini bulunmaktadır. Şehremaneti Meclisi ise örgütün karar organıdır ve Şehremini ve iki yardımcısı ile on beş kişiden oluşmaktadır.

Genel olarak bakıldığında İstanbul Şehremanetine bu dönemde birçok görevler verildiği görülmektedir. Ancak bu beledi yetkiler aynı zamanda merkezin onayına tabiidir. Öyle ki bu bürokratik yapı, örgütü daha baştan işleyemez duruma getirmiş buna birde mali kaynakların yetersizliği eklenince kendisinden beklenen görevleri teftişten öteye icra edememiştir (Ortaylı, 2000;139). Uygulamada ise yeni belediyenin birçok alanda geleneksel belediye anlayışından da kurtulamadığı görülmektedir (Ortaylı, 1973:17).

Böylece örgütün kendi bağımsız gelir kaynaklarına sahip olamaması, kendisinin bizzat merkezin bir kurumu olarak görülmesinin yanında merkezi bir takım kurumlarla ilişkilendirilmesi, İhtisap Müessesesinin bir devamı olarak görülerek geleneksel uygulamaların devam ettirilmesi gibi nedenlerle Tanzimat döneminin kurumlarından bir olan Şehremanetinin kendisinden beklenen işlevi yerine getiremediği söylenebilir. Zaten de meclis kurulduğu tarihten üç yıl sonra lağvedilecektir.

Ancak bu gelişmeden önce Şehremaneti’nin Avrupa standartlarında çalışmasını sağlamak ve belediye örgütünün yeniden yapılandırılması kapsamında projeler sunmak amacıyla çalışmalar yürütmek üzere 9 Mayıs 1855 tarihinde Padişah’ın yazılı izni ile bir İntizam-ı Şehir Komisyonu kurulmuştur.

İntizam-ı Şehir Komisyonu 1857 yılına kadar çalışmalarına devam etmiş ve bir takım öneriler getirmiştir. Kanalizasyon ve suyollarının yapılması, sokakların temizliğinin sağlanması ve aydınlatılması, sokakların mümkün olduğu kadar genişletilmesi düzgün işleyen bir muhasebe bürosunun gerektiği gibi…..(Vural, 2004:188; Ortaylı, 2000: 141).

Ancak bunlardan en önemlisi Bab-ı Ali’ye sunmuş olduğu Nizamname-i Umumi’dir. Bu tüzük Padişah tarafından da onaylanmış ve böylece İstanbul’un on dört daireye ayrılması ve her birinde ayrı bir belediye dairesi kurulması öngörülmüştür. Ancak bu on dört belediyenin kurulması çeşitli sebeplerle olanaklı olmadığından başlangıçta örnek teşkil edecek bir belediye kurulmasına karar verilmiştir.

Böylece azınlıkların çoğunlukta bulunduğu bir semt olan Galata ve Beyoğlu’nda 1858 yılında Altıncı Daire-i Belediye oluşturulmuştur. Yaşam tarzı ile farklılaşan, yabancı banka, okul ve elçiliklerin bulunduğu, paranın ve refahın olduğu bir semt olan Galata – Beyoğlu, bu yönüyle batıdaki şehirlerin küçük bir örneğini oluşturmaktadır. Buradan başlanması ise hem batı tarzı belediye örgütlenmesinin bu bölgede istenmesi hem de burada oturanların daha önce beledi hizmetlerden anlayan kişiler olması ve ticarethanelerin olduğu bir semt olarak yapılacak olan harcamalarda belli gelir düzeyine sahip bu bölge insanlarının vergilerin ödenmesinde güçlük çıkarmayacağı düşüncesinden kaynaklanmaktadır (Ortaylı, 2000:143).

Bu nedenlerle örnek olarak seçilen bu bölge her yönüyle bir batı tarzı belediyecilik örneğinin Osmanlı topraklarında işlerliğini göstermeyi amaç edinmiştir. Nitekim bu belediyenin Altıncı Daire-i Belediye olarak adlandırılması da Fransa kaynaklıdır. Belediyenin isminin ilham kaynağı ise bu nedenle Paris’in en seçkin semti olan Altıncı Bölgedir.

Aslında Nizamname-i Umumi ile İstanbul’a özgü bir yönetim yapısı tarihsel açıdan bir ilk oluşturmamaktadır. Zira İstanbul eskiden de farklı bir yönetim yapısına sahiptir. Dersaadet, bilad-ı selase denilen Üsküdar, Galata ve Eyüp İstanbul’un dört farklı merkezlerini oluşturmaktadır. Dersaadet bölgesini yöneten kadı ise doğrudan sadaret makamlarıyla haberleşmesi nedeniyle diğerlerinden üstündür. Dolayısıyla İstanbul’da yerinden yönetime ağırlık veren bir yönetim biçimi daha önceleri de mevcuttur (Eryılmaz, 1995:187).

Ancak Altıncı Daire-i Belediye teşkilatlanması ve yetkileri sebebiyle diğer geleneksel kurumlardan farklıdır. Her ne kadar başkan ve meclis üyeleri seçimle değil atama ile görev başına gelseler de, örnek olarak alınan geleneksel teşkilatlanmalar değil batı olmuştur.

27 Ocak 1958’de Altıncı Daire-i Belediye’nin görevlerini belirleyen bir nizamname çıkarılmış ve doğrudan merkeze bağlı ancak belli ölçüde serbestliği olan bir devlet ofisi gibi çalışması öngörülmüştür (Ortaylı, 2000:147).

Diğer bir özelliği itibariyle, Altıncı Daire-i Belediye, hizmetlerin yerine getirilmesi için merkezden aktarılan kaynakların yanı sıra, gelir tahsil edebilen ilk mahalli idare birimidir. Altıncı Daire’nin masrafları bölgedeki hane ve dükkânlardan toplanan aydınlatma ve temizlik resmi, bina tamir ve ruhsat harcı ile yüzde 2’ye ulaşan emlak vergisiyle karşılanmıştır (Ulusoy ve Akdemir, 2004:154).

Görüldüğü üzere modern anlamda bir belediye sisteminin oluşturulmasına yönelik atılan adımlar çerçevesinde Altıncı Daire-i Belediye teşkilatlanması batı tarzı belediye teşkilatlanmalarının Osmanlı’daki deneyimini oluşturmuştur. Böylece tarihsel süreç içerisinde bu belediye teşkilatlanmasının yaygınlaştırılması başlıca benimsenen amaç olmuştur.

2.2.   Belediye Teşkilatının Yaygınlaştırılması ve Taşrada Belediye Yönetimi

Tanzimat ile başlayan belediyecilik alanındaki gelişmeler Altıncı Daire-i Belediye’nin kurulması ile yeni gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Bu tarihten sonra Altıncı Daire-i Belediye örneğinin tüm İstanbul’a yaygınlaştırılması düşünülmüştür.

İstanbul’da Altıncı Daire uygulaması örnek alınarak 1868 tarihinde Dersaadet İdare-i Belediye Nizamnamesi yayınlanmıştır. Nizamname ile Şehremaneti yeniden yapılandırılmış ve İstanbul’un 14 belediye dairesine ayrılması kararlaştırılmıştır.. Ancak daha önceki uygulamalarda da görüldüğü üzere bu dairelerin örgütlenmeleri tamamlanamamıştır. Öngörülen ondört belediyeden ancak Adalar, Yeniköy, Tarabya ve Beykoz olmak üzere dört belediyenin kuruluşu tamamlanabilmiştir (Eryılmaz, 2007:188).

Kısacası tüm bu gayretlere rağmen İstanbul’un bütün semtlerinde belediye örgütü kurulamamıştır. Bundan sonraki gelişmeler ise I.Meşrutiyet dönemi bağlamında olmuştur. I.Meşrutiyet hareketi ilk yazılı 1876 Anayasa’sını getirerek bu Anayasada belirtildiği üzere belediyelerin özel bir kanunla düzenleneceğini ifade etmiştir. Bu kanun Osmanlı Parlamentosunun ilk kabul ettiği kanun olan 1877 yılındaki “Dersaadet Belediye Kanunu” dur. Bu kanuna göre ise İstanbul yirmi daireye ayrılmış ve Altıncı Daire-i Belediye’nin ayrıcalıkları ortadan kaldırılmıştır.

Bu kanuna göre belediyeler belediye reisi, belediye meclisi ve belediye cemiyeti olarak üç organa sahiptir. Belediye cemiyeti diğer iki organın müştereken toplantısı ile yedek üyelerden oluşmaktadır. Merkezi idare belediye reisini meclis üyeleri arasından seçmektedir. Örgütün klasik belediye görevleri dışında nüfus sayımı, emlak yazımı gibi bugün merkezi idarece görülen görevleri de vardır (Çelik, 1995:592). 1878 yılında uygulamada görülen aksaklıklar nedeniyle yirmi dairenin yerine on belediye dairesinde karar kılınmış ve bu uygulama, bazı deşikliklerle II. Meşrutiyet’in ilanına kadar devam etmiştir (Eryılmaz, 2006:210).

İkinci Meşrutiyet döneminde ise “Dersaadet Teşkilatı Belediyesi Hakkında Kanunu Muvakkatı” ile İstanbul’da belediye teşkilatı yeniden düzenlenmiştir. Örneğin şehremini meclisinin yerine “encümen” organı getirilmiş, belediye daireleri kaldırılarak yerine belediye şubeleri oluşturulmuştur (Dönmez, 1995:170). 1877 yılındaki “Dersaadet Belediye Kanunu” ve oluşturulan bu yapı çeşitli değişikliklerle 1930 yılına kadar uygulanmıştır.

Yukarıda belirtilen bu tarihsel süreç başkent İstanbul açısından belediye yönetiminin gelişimini anlatmaktadır. Şüphesiz İstanbul’daki bu belediyecilik girişimleri Osmanlının bu alandaki ilk deneyimlerini oluşturması açısından önemlidir. İstanbul bu açıdan bir örnek teşkil etmekte, batı tarzı belediye yönetimlerinin Osmanlı topraklarında uygulanabilirliğinin nüvesini oluşturmaktadır. Oysaki taşradaki yapı 1870 yılına kadar geleneksel örgütlenmeler içerisinde olmuştur.

İstanbul dışındaki yerleşim merkezlerine yönelik batı tarzı belediye teşkilatlanmalarının kuruluşu 1870 yılına kadar söz konusu olmamıştır. Bu konudaki ilk düzenleme 22 Ocak 1871 tarihli “İdare-i Umumiye-i Vilayat Nizamnamesi”dir. Bu nizamname ile taşradaki belediyelerin yasal temeli atılmış olmaktadır (Eryılmaz, 2006:212).

Genel olarak bakıldığında taşradaki belediye yönetimlerinin yasal temelini oluşturan bu nizamname ile vilayet, sancak ve kazaların merkezlerinde belediye işleri ile ilgili belediye meclislerinin oluşturulması öngörülmüştür. Bu meclise verilen yetkiler ise 1868 tarihinde Dersaadet İdare-i Belediye Nizamnamesi ile Şehremanetine verilen yetkilerle paraleldir. Ancak öngörülen bu yapı çoğu yerde oluşturulamamış ve uygulamada başarı gösterememiştir. 1875 yılında ise “Nahiyeler Nizamnamesi” ile kasaba ve köylerde belediye teşkilatı kurulması istenmiş ancak bu da bir temenniden öteye gidememiştir.

1877 yılına gelindiğinde ise “Dersaadet Belediye Kanunu” ile birlikte “Vilayetler Belediye Kanunu” nun yürürlüğe girmesi Şehremanetinde olduğu gibi İstanbul dışında da 1930 yılına kadar uygulanacak bir yapı getirilmektedir. “Vilayetler Belediye Kanunu” bu yapının İstanbul dışındaki teşkilatlanmasının yasal temelini oluşturmaktadır. Seçimle iş başına gelen ve üyelerinin sayısı nüfusa paralel olarak 6-12 arası değişen bir belediye meclisi ve bu belediye meclisinin üyeleri arasından hükümetin atadığı bir belediye başkanı ile belediyelere tüzel kişilik kazandırılmış ve yeni yetkiler verilmiştir.

Özellikle 1877 Belediye Kanunu ilk defa tek dereceli seçim getirmekte ve bunun gizli oy açık tasnif esasına dayandığını belirtmekte idi. Şüphesiz bu düzenleme Türk belediyecilik tarihi açısından önemli bir gelişme olmuştur. Diğer yandan adı geçen kanun belediye mallarının idaresinde belediyelere istimlak yetkisi vermekte ve belediyelere nüfus sayımı gibi yeni görevlerde yüklemektedir. (Ortaylı, 2000:190).  Ancak mali yapının belediye gelirleri noktasındaki güçsüzlüğü süregelen bir sorun olmuştur.

3.       CUMHURİYET DÖNEMİ

Bu dönem bilindiği gibi yeni devletin temellerinin atıldığı bir dönemdir. Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye, Osmanlı Devleti’nde 389 belediye devralmıştır (Çelik, 1995:593). Cumhuriyete intikal eden bu belediyelerin 20 tanesinde düzenli içme suyu, 4 tanesinde elektrik tesisatı, 17 tanesinde mezbaha, 7 tanesinde spor alanı, 29’unda park ve bahçe,90 tanesinde de düzenli pazaryeri saptanabilmiştir (Bostanoğlu, 1990:79). Dolayısıyla düzenli bir alt yapının varlığından bu dönemin belediyeleri açısından söz etmek mümkün değildir.

24 Nisan 1921 Teşkilatı Esasiye Kanununda lafzı olarak mahalli idarelerden bahsedilmiştir (m.10-23). Ancak cumhuriyetin kuruluş yılları olan bu dönemde Göymene göre (1999:68) , savaşın yol açtığı yıkım ve bulaşıcı hastalıkların boyutları; sermaye birikimi ve yerli girişimciliğin olmayışı ve siyasi sistemi sağlamlaştırma gereksinimi merkeziyetçilik geleneğini daha da kuvvetlendirmiştir.

Ancak yerel demokrasiye katkı anlamında bir “yerelleşme” çabasının bilinçli bir uygulamasından söz edilemese de, dönemin yerel yönetim uygulamalarına örnek teşkil edecek çabaların var olduğu muhakkaktır. Nitekim bu yıllarda kanun ve mevzuatlardaki çalışmalar ve yeni başkent Ankara’nın imarı kapsamındaki çalışmalar bu çabaların bir göstergesidir.

3.1.   Kuruluş Yılları ve Ankara Şehremaneti (1923–1930)

Bu dönemde Ankara, Türkiye’nin başkenti olmuş, 1924 tarihli ve 417 sayılı kanunla da şehrin adı ‘’Ankara Şehremanetine’’ çevrilmiştir. Bu düzenleme ile Cumhuriyet yönetimi de, başkent belediye yönetiminin diğer belediyelerden ayrılması ve ayrı kanunla düzenlenmesi prensibine devam etmiştir. Yeni başkent Ankara, böylece kentsel politikaların geliştirildiği belediyecilik uygulamalarının da öncü girişimlerine tanık olmuştur.

Ankara bu kanunla özel bir yönetim biçimine kavuşmuştur. Kanuna göre, Ankara İçişleri Bakanlığı’nca atanan bir şehreminin yönetiminde bir encümeni emanet ile 24 üyeli Cemiyeti Umumiye-i Belediye’den oluşacak ve bütçe bu cemiyet tarafından yapılacak ve İçişleri Bakanlığı’nın onayı ile kesinleşecektir. Zabıta hizmetlerini polisler yürütecek ve devlet tarafından atanan memurların maaşları İçişleri Bakanlığı, diğerlerini ise Şehremaneti ödeyecektir (Dönmez, 1995:171).

Ankara deneyi Cumhuriyet Türkiye’sinde önemli bir yere sahip olmuştur. Burada elde edilen deneyim 1580 sayılı Belediye Kanunu’na veri teşkil etmiştir (Çelik, 1995:593). Diğer yandan Ankara deneyimi, öncü girişimlerin uygulama sahnesi olarak Türk kentleşme tarihinde özel bir yer kazanmıştır (Bostanoğlu, 1990:80). Ancak uygulamanın başarılı olmadığı da bilinmektedir. Nitekim bir süre sonra Ankara Belediyesinin bir takım ayrıcalıkları tamamen ortadan kaldırılacaktır.

Daha sonraları, 424 sayılı Belediye Vergi ve Resimleri Hakkında Kanun, 486 sayılı Umuru Belediyeye Müteallik Ahkam-ı Cezaiye Kanunu, İçişleri Bakanlığı’nca 1924 yılında yayınlanan Usül-ü Muhasebe-i Belediye Talimatnamesi ve 642 ve 744 sayılı Ebniye ve Vilayet Belediye Kanunlarına ek Kanunlar gibi belediyecilik alanında mevzuat çalışmalarına girişilerek düzenlemeler yapılmıştır (Çelik, 1995:593).

3.2.   Devletçi ve Tek Parti Dönemi (1930-1950)

1930 yılında yürürlüğe giren 1580 sayılı Belediye Kanunu, hemen onun ardından yürürlüğe giren ve halkın toplu halde bulunduğu yerlerin denetimini belediyelere veren 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ve imar alanında bir takım yetkiler içeren 1933 tarihli 2290 sayılı Belediyeler Yapı ve Yollar Kanunu belediyelerimiz için önemli düzenlemeler getirmiştir.

Ayrıca, bu dönemde belediyelere kısa ve uzun vadeli avans ve kredi verebilmek amacıyla 2301 sayılı kanunla Belediyeler Bankası kurulmuştur (sonraları feshedilerek İller Bankasına dönüştürülecektir), Belediyelere %10’luk pay içeren 2256 sayılı Gümrük Tarifesi Kanunu çıkarılmış, 3004 sayılı İskele Ücretlerinin Tesbitine Müteallik Kanun ve 3702 sayılı Çalgı, Lubbiyat ve Saire Eğlence Mahallerinden Alınacak Resimler Kanunu ile belediyelerin gelirlerini artırıcı yönde düzenlemelere gidilmiştir (Çelik, 1995:593).

Bunun yanında 1937 tarih ve 3166 sayılı Kanun ile Belediyelere 5 hektar orman yetiştirme görevi verilirken; 1938 tarih ve 3530 sayılı Kanun ile sportif faaliyet görevi verilmiştir (Öner, 2006:37).

Özellikle 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun, her türlü yerel hizmeti belediyelere görev olarak vermesi o yılların şartları içinde dikkat çekicidir. Ayrıca belediyeleri, bu görevleri yaptıktan sonra beldelerin ve belde halkının yararına olabilecek her türlü girişimde bulunmakta yetkili kılmıştır. Bununla beraber, Ankara ve İstanbul’da belediye ve valiliğin birleşik bir idarede bütünleşmesini öngörmüştür. Ancak dönemin şartları gereği etkili bir vesayeti devam ettirici hükümler de getirmiştir.

7 fasıl ve 143 madde ile yürürlüğe giren 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile Vilayet ve Dersaadet Belediye Kanunları ile 1924 tarihli Ankara Şehremaneti Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır.

Bununla beraber dönemin belediyecilik anlayışına etki eden bir takım iç ve dış koşullar gözden kaçırılmamalıdır. Zira dünya kapitalist sistemini etkileyen 1929 buhranı, Türkiye’yi de etkilemiş, yeni politika arayışlarına girilmiştir (Bostanoğlu, 1990:81). Nitekim 1923’de İzmir İktisat Kongresi ile benimsenen liberal iktisat politikası bu nedenle terk edilmiştir.

Tek parti anlayışının belirlendiği bu dönemde parti-devlet bütünlüğü gereği merkeziyetçilik artmış ve devletçilik önemli bir ilke olarak belediye uygulamalarına da yansımıştır. İmtiyazlı şirketler tarafından verilen elektrik, su, havagazı vb.. bir çok hizmet bu dönemde belediyeleştirilmiştir (Bostanoğlu, 1990:81). Kısacası devlet eliyle sanayileşme temel hedef haline getirilmiştir (Sunay, 2008:59).

1948 yılında ise 5237 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu çıkarılmış ve 30 yıldan fazla yürürlükte kalan bu kanunla belediyelerin gelirleri derli toplu hale getirilmeye ve borçlanma konusunda belediyelerin olanakları artırılmaya çalışılmıştır.

Tekeli’ye göre (1983:9), 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile 1930’lu yılların belediyecilik alanındaki uygulamaları kendisine çok geniş bir işlev alanı tanımlanmış ve çağdaşlaşma ile görevli tutulmuş, merkezi denetimi yüksek bir belediyecilik modeli yönünde olmuştur.

Bu açıdan belediyelerin bu dönemde merkezi idarenin bir “şubesi” gibi hizmet yürüttüğünü, 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun dönemin siyaset anlayışını yansıttığını ve bu anlayışın devletçilik, modernleşme ve parti-devlet bütünlüğü gibi kavramlara dayandığı söylenebilir (Eryılmaz, 1995:341-342).

Nitekim uygulamada, 1963 yılına kadar belediye başkanları doğrudan seçim yolu yerine belediye meclisi tarafından seçilmesi veya Bakanlar Kurulu’nca atama yoluyla görevlendirilmesinin mümkün olması gibi ve farklı kanallarla bir tür hiyerarşik denetim içerisinde yerel yönetim-merkezi idare ilişkisi, demokratik yerel yönetim düşüncesinin bu dönemde gelişmesini mümkün kılmamıştır.

Ancak belediyelere altyapı gibi alanlarda bir takım yetkiler verilmesi ve 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun çok çeşitli alanlarda belediyeleri yetkilerle donatması gibi belediyelerin hizmet alanlarını genişleten uygulamalar her ne kadar yeterli kaynak ve personel eksikliği söz konusu olsa da cumhuriyet belediyeciliğinin bir yeniden yapılanma sürecine girdiğinin göstergesidir. 

3.3.   Sanayileşme ve Hızlı Kentleşme Dönemi (1950–1980)

Osmanlı Devletinde kentlerin görünümüne etki eden unsurlar geleneksel dönemin içinde bulunduğu ekonomik, siyasal ve sosyal şartların bir tezahürü niteliğindedir. Bu anlamda kent merkezi pazar ve alışveriş alanlarının toplandığı yerlerdir. Her ne kadar Tanzimat’ın ilanı ile başlayan ve daha önce değindiğimiz Osmanlı’da batılı anlamda belediye teşkilatlarının kurulmasının ardından gerek yönetim anlayışı gerekse kentlerin sosyal dokusu itibariyle bir değişim söz konusu olsa da ekonomik ilişkiler açısından canlılık kazanan ve fiziki açıdan modernleşen kentler sınırlı sayıda kalmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında ise dünyadaki değişime ve dahası dönemin geleneksel yapıların tasfiyesi anlayışına uygun olarak yeniden yapılanma süreci kentlerin görünümüne de etki etmiştir.

1950 seçimleri Demokrat Parti’yi bu dönemde iktidara taşımış ve ardından ülke hızlı bir kalkınma sürecine girmiştir. Devletçilik politikasının terk edilmiş ve ekonomiyi dış dünyaya açma girişimleri amaç edinilmiştir.

Kent nüfusu da giderek artmaya başlamış ve buna bağlı olarak kentlere kırsal kesimden göçlerin artması nüfusun belediye sınırları dışına taşması sonucunu doğurmuş ve kontrolsüz bir şekilde gerçekleşen bu çarpık yerleşme belediyeleri gecekondulaşma sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır. Bunun sonucu olarak kent belediyelerinin fiziki ve sosyal yapıları geleneksel kent merkezlerinden tamamen farklılaşmıştır.

Kentler bu dönemde yönetim birimlerinin ve karar verme gücünü elinde bulunduran kurumların toplandığı, üretimin değil üretilen malın dışarıya açılmasında koordinasyon işlevi gören yerlere dönüşmüştür (Karadağ, 2003:147).

Esasen 1950’li yıllardan başlayan ve belediyelerde ciddi bir soruna dönüşen yukarıda belirtilen bu gelişmeler, 18.yüzyıl Avrupa’sının Endüstriyel devriminin ortaya çıkardığı sorunlardan farklı değildir. Endüstriyel devrim o dönemde hızlı nüfus artışı ve kentleşme gibi olguları ve ekonomik ve sosyal hayattaki değişimleri de beraberinde getirmiştir.

Endüstriyel devrim ile birlikte hızlı kentleşmenin yol açtığı sosyal sorunlar ve buna bağlı olarak kamu hizmeti gereksinimindeki artış, yerel yönetimlerin işlevlerinde de bir artışı ortaya çıkarmıştır (Köse, 2004:18).

18.yy Avrupa’sının tarımsal üretimden sanayi üretimine geçişinde yaşanan bu gibi kentsel sorunların ortaya çıkardığı gelişmeler, 1950’li yılların Türkiye’sin de ortaya çıkan benzer sorunlar noktasında bir fikir verebilmektedir. Ancak Avrupa’da bu sürecin yüzyıllar aldığı göz önünde bulundurulursa bu dönemde yaşanan sorunların izahatı Türkiye’deki sanayileşme sürecinin hızı ile açıklanabilir.

Aşağıda belirtilen ve Türk kentleşmesinin temel özelliklerinin sıralandığı üç ana başlıkta belirtilen sorunların kaynağı bu dönemin gelişmeleri olmuştur. Buna göre (Bostanoğlu, 1990:77):

1.       Nüfusun artan oranlarda küçük ve orta büyüklükteki kentlerde değil, en büyük kentlerde yığılması,

2.       Bölgeler arasındaki dengesizliğin artması,

3.       Kentlerle kırsal alanlar arasında olduğu gibi, kentlerin içlerinde de önemli boyutta eşitsizliklerin görülmesi çözümü güç sorunlarını yaratmıştır.

Nitekim bu nüfusu barındıran belediye yönetimlerinin kanalizasyon, içme suyu, çöp toplama, altyapı gibi sunduğu hizmetlerin artan talep neticesinde yetersizlikleri çözüm arayışlarını da hızlandırmıştır.

İstanbul’da 1957 yılına kadar vilayet ve belediye hizmetleri valiliğin uhdesinde iken, 1 Mart 1957’de belediye ve il özel idare tekrar birbirinden ayrılmıştır (Tuzcuoğlu, 2003:263).

Önceleri gecekondulaşma sürecine geçici bir sorun olarak bakan merkezi iktidar, 1966 yılında 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nu ile bir takım düzenlemelere gitmiştir.

1961 Anayasası bu dönemde önemli düzenlemelere yer vermiştir. 1961 Anayasası’nın 116.maddesinde yerel yönetimlerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanma ve kaybetmeleri konusundaki denetimin ancak yargı yoluyla olacağını ve yerel yönetimlere görevleri ile orantılı gelir kaynaklarının sağlanması gerektiğini hükme bağlamıştır. Bu belediyelerin özerk kuruluşlar olarak algılanmasını güçlendiren bir düzenleme olmuştur. Dönemin sosyal devlet anlayışı ise yeni Anayasa’da grev işçilere grev ve toplu sözleşme hakkının verilmesine, sendika özgürlüğünün sağlanmasına yol açmış bu bağlamda demokrasinin sosyal tabana yayılması amaçlanmıştır.

27 Temmuz 1963 tarihli 307 sayılı kanun ile daha önce belediye meclisleri tarafından seçilen belediye başkanlarının doğrudan, serbest ve nispi temsil esasına dayanan bir seçimle göreve gelmeleri sağlanmıştır.

1973 yılında CHP’nin büyükkent belediyelerindeki belediye başkanlığı ve belediye meclis üyelikleri seçimlerini büyük çoğunlukla alması “demokratik sol belediyecilik” anlayışını ortaya çıkarmıştır.

Bu yeni belediyecilik hareketi, toplumun ezilen kesimlerine, emekçilere ve onların büyük ölçüde yaşadığı gecekondulara eğilmek amacındadır (Bostanoğlu, 1990:85). Buna bağlı olarak bu dönemde birçok sosyal proje hayata geçirilmiştir. Ancak yerel yönetimler kaynak sıkıntısından dolayı merkezi hükümeti bu dönemde ciddi eleştiriler yöneltmiş ve yerel yönetim ve merkezi iktidar tartışmaları süreci politize etmiştir.

Belediyeler bu ortamda 1961 Anayasası gereği yerel yönetimlere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanması yönünde merkezi hükümeti halka şikayet etmiştir. Bunun yanında bir çok kez merkezi devlet kuruluşlarına yapmaları gereken (SSK işveren payları, TEK’e enerji borcu vb..) ödemeleri yapmayarak gelir kaynaklarını artırmak istemişler ve merkezi hükümete karşı tavır almışlardır (Tekeli,1983:11).

1970’li yılların “demokratik sol belediyeciliği”in özetle şu ilkeleri benimsemiş olduğu söylenebilir (Çukurçayır, 2008:31-32):

1.      Özerk bir yerel yönetim ilkesini savunmuştur. Merkezi yönetiminin denetiminin ise hukuka uygunluk denetimi ile sınırlı kalması gerektiğini vurgulamıştır.

2.      Üretici yerel yönetim ilkesinden hareketle arsa ve konut üretimlerine girişilmişdir.

3.      Birlikçi ve bütünlükçü belediyecilik ilkesi ile diğer belediyelerle işbirliğinin önemine vurgu yapmıştır.

Bostanoğlu (1990:84), 1960–1980 arası dönemi Türk belediyeciliğinin “dengelendirilmiş” ve “çerçevelendirilmiş” bir “başka demokrasi” ile karşılaştığı “planlı dönem” olarak tanımlamıştır.

Ancak 1973–1980 arasındaki döneminde belediyecilik uygulamalarında her ne kadar demokratikleşmeye ve özerkleşmeye yönelik adımların atılsa da bu sürecin tamamlanamadığı bilinmektedir. Özellikle 1978 yılında Yerel Yönetim Bakanlığı’nın kurulması fakat kısa bir süre içersinde kaldırılması demokratik sol belediyeciliğin uygulama yönünden aksayan yönüne bir örnek olarak verilebilmektedir.

3.4.   Ekonomide ve Yerel Yönetimlerde Yeniden Yapılanma Dönemi (1980 ve Sonrası )

Belediyeler açısından 1980’li yıllar yeni bir belediyecilik anlayışının başlangıcı olmuştur. 12 Eylül 1980 müdahalesiyle iş başına gelen hükümet, “Türk Kamu Yönetimi Yeniden Düzenleme Çalışmaları” kapsamında genel seçimlerin yapıldığı Aralık 1983 tarihine kadar bir takım düzenleme çalışmaları yapmıştır. Ancak yerel yönetimler için kapsamlı bir düzenlemeye gidilememesine rağmen bu konuda atılan bazı adımlar sonraki hükümetlerin atacağı adımlar ile devam ettirilmiştir (Tuzcuoğlu, 2003:268).

Bu dönemde Büyükşehirlerin yakın çevresindeki yerleşim yerlerinin ana belediyelere bağlanmasına ilişkin düzenlemeler ile büyük kentlerin etrafında oluşmuş olan çok sayıda belediye tek bir belediye haline getirilmiştir. Ayrıca 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’nu ve 2380 sayılı Belediye ve İl Özel İdarelerine Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun’u ile belediyelerin gelirleri kısmen arttırılmıştır.

Ancak askeri rejim yönetiminin ardından 1984 yerel seçimleri ile iktidara gelen ANAP hükümeti ara dönemde ki düzenlemeleri yeniden ele almıştır (Gülöksüz ve Tekeli, 1990:376). Özellikle 1984 yılı bu açıdan Türk belediyeciliğinde yeniden yapılanmanın önemli bir tarihidir (Çelik, 1995:594). Tanzimat’tan bugüne farklı evrelerden geçen yerelleşme süreci 1980’li yıllarla birlikte önemli bir ivme kazanmıştır (Çukurçayır, 2008:16). 

1984 yılında büyük kentler için yeni bir yönetim modeli devreye sokulmuş, Büyükşehir yönetimi uygulaması başlamıştır. Bu yönetim biçiminin yasal dayanağını ise 1982 Anayasası’nın 127.maddesinin büyük yerleşim yerleri için özel yönetim biçimleri getirilebilir şeklindeki hükmü oluşturmuştur.

Böylece İstanbul, Ankara ve İzmir’de uygulanan Büyükşehir belediye modeli 1986’da Adana, 1987’de Bursa, Gaziantep ve Konya, 1988’de Kayseri, 1993’de Mersin, Eskişehir, Diyarbakır, Antalya, Samsun, İzmit ve Erzurum 3030 sayılı yasa kapsamına alınarak genişletilmiştir (Özgür, 2008:151).

Esasen 1984 yılından önce de metropolleşme sürecindeki kentlerin yönetimi için kısmi veya kapsamlı modeller ve öneriler getirilmişti. Bu bağlamda İmar ve İskan Bakanlığı’na bağlı olarak kimi büyük kentlerde faaliyet gösteren nazım imar büroları sayesinde alan yönetimi ve planlaması çalışmaları ile iyileştirmeler ve İçişleri Bakanlığı ve İmar ve İskan Bakanlığının konu ile ilgili tasarıları söz konusu idi (Özgür, 2008:146).

1975 yılında meclise sunulan İstanbul Metropoliten Hizmet Birliği Kanun Tasarısı bu çalışmaların bir sonucu olarak değerlendirilebilir. 1980 yılında ise 34 sayılı karar ile MGK, ve sonrasında 2561 sayılı Kanun ile 300.000’i geçen 8 büyük ilde ana belediyeye komşu küçük belediye ve köylerin birleştirilmesi sağlanmıştır. Söz konusu kararı uygulanması sonucunda belediye sayısı 1.700’den 1580’e düşmüş ve aynı zamanda 150 kadar köyün tüzel kişilikleri kaldırılmıştır (Özgür, 2008:148). 1981 yılında ise 2560 sayılı yasa ile İstanbul’da İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) kurulmasına karar verilmiştir. Nitekim 1986 yılında İSKİ modelinin tüm Büyükşehir belediyelerinde kurulmasına karar verilecektir.

Bu dönemde yapılan Belediye meclislerince kabul edilen imar planlarının, İmar ve İskan Bakanlığınca onaylanması zorunluluğunun ortadan kaldırılması, Belediyenin sağlık ve teknik hizmetlerinde çalışacak olan memurların ilgili bakanlık onayı ile atanması kuralından vazgeçilmesi ve bazı belediye hizmetlerinin özelleştirilirken bazı alanlarda ise belediye iktisadi teşebbüslerinin (BİT) kurulması önemli gelişmeler olarak değerlendirilebilir (Eryılmaz, 1995:343).

Ancak tüm bunlardan daha önemlisi dönemin içinde bulunduğu ve yönetim anlayışına etki eden dünyada yaşanan küreselleşme sürecinin yönetimde yerelleşme politikalarına da hız kazandırmasıdır. Bu değişim rüzgarı Türkiye’de de yerel yönetim politikalarına ilişkin anlayışı hızlı bir değişim sürecine maruz bırakmış ve yeniden yapılanma sürecine girilmiştir. Söz konusu yeniden yapılanmanın arka planında bu değişime etki eden bir takım ilkeler bulunmaktadır.

Konumuz açısından bu sürecin ve çağdaş yönetim ilkeleri doğrultusunda gerçekleştirilen yeniden yapılanma sürecinin incelenmesi 5393 sayılı Belediye Kanunu ile getirilen düzenlemelerin bütüncül bir şekilde değerlendirilmesi açısında önem arzetmektedir.

3.5.   Yeniden Yapılanma İhtiyacının Temel Nedenleri

1970’li yılların sonuna doğru dünyada geleneksel yönetim anlayışı uygulamaları ile dizayn edilen kamu yönetiminin değişen koşullar karşısındaki yetersizliği kamu yönetiminde yeniden yapılanma çalışmalarını başlatmıştır. Söz konusu yeniden yapılanma çalışmalarına yön veren yeni sağ iktidarları mevcut durumunun çözümü noktasında yeni liberal anlayışı benimsemişlerdir. Refah devletinin politikaları bu dönemde artık terkedilmiş, piyasa ekonomisini geliştirmeye yönelik politikalar kamu yönetiminde paradigma değişimini kaçınılmaz hale getirmiştir.

Katı, hiyerarşik ve bürokratik kamu yönetimi, esnek, piyasa tabanlı kamu yönetimine dönüştürülmüş (Özer, 2005:4), kamu yönetiminde küçüklük, basitlik ve yalınlık gibi kavramlar ön plana çıkmıştır (Al, 2002:134) . Dahası performansa dayalı çok yönlü bir sorumluluk sistemi ve özel sektörle daha çok işbirliği yapılması gerekliliği vurgulanmıştır.

Kamu Tercihi Teorisi ve Müşteri/ Temsilci Teorisi gibi neo-klasik ekonomi teorileri ise bu dönemde devletin küçülmesi ve işlevlerinin kısıtlanmasının kayda değer tasarruf sağlayacağını ve bürokrasinin kapasitesinin ve etkinliğinin arttırılmasına yönelik programlar ve pazar mekanizmaları sayesinde özel sektörün büyümesini cesaretlendirmek yönündeki çalışmaların da kamu sektörünün problemlerinin çözümünde yardımcı olacağı görüşünde olmuştur (Gözel, 2003:199).

Yine bu dönemde Weberyen bürokrasi modeline karşı sivil toplum anlayışı güçlenmiştir. Bu bağlamda esasını Weber’in formüle ettiği yasal-rasyonel bürokrasi modelinden alan geleneksel kamu yönetimi anlayışı, piyasa tipi mekanizmalar, esnek ve adem-i merkeziyetçi örgütlenme, çıktılara yönelmiş, vatandaş-müşteri tatminini esas alan yönetim anlayış ve teknikleriyle ikame edilmeye çalışılmıştır (Eryılmaz, 2002:233).

Dünyada yaşanan bu gelişmeler aslında dönemin Türkiye’si açısından da belli ölçüde paralellik arzetmektedir. 1980 sonrası ülkemizin ithal ikameci ve içe dönük bir kalkınma stratejisinden ihracata dayalı dışa dönük bir stratejiye geçmesi, özellikle piyasa ekonomisini geliştirmeye dönük politikalar, Türkiye’de de kamu yönetimi alanında da değişimi uyaran önemli bir faktör olmuştur (Dinçer ve Yılmaz, 2003:6).

Türkiye’de 1983 seçimleriyle sona eren askeri yönetim döneminin ardından, sivil toplum örgütleri de, bireyi devlet karşısında koruyacak mekanizmalar olarak değerlendirilmiştir (Ercan, 2002:71). 1980 öncesi varlığı yada yokluğu çok dikkati çekmeyen sivil toplum örgütlerinin sayısı bu dönemde ciddi bir artış göstermiştir (Ercan, 2002:70).

Ancak her ne kadar yukarıda belirtilen bu gelişmeler etkisiyle ve IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların telkinleri ile 1980 sonrası bir takım ekonomi alanında serbestleşmeyi içeren reform çabaları içerisine girilse de bu dönemde kamu yönetimindeki reform süreci tutumluluk, verimlilik, etkinlik, kalite, hesap verebilirlik, yönetişim, vatandaş odaklılık, esnek örgüt yapıları, yerindelik ve performansa dayalı yönetim gibi daha çok kamu yönetimi anlayışını ve yapısını bir bütün olarak yeniden düzenlemeyi amaçlayan ikinci ve üçüncü dalga reformlarla devam ettirilememiştir (Eryılmaz, 2002:242).

1990’lı yıllarda ise daha belirgin hale gelen kamuda yeniden yapılanma ihtiyacı, bu dönemin koalisyon yapıları, kısır çekişmeleri ve ekonomik sıkıntıları altında ihmal edilmiş ve ülkemiz kamu alanında diğer ülkelerin gerçekleştirdikleri değişimin oldukça gerisine düşmüştür (Dinçer ve Yılmaz, 2003:6).

2000’li yıllara gelindiğinde ise yeniden yapılanma süreci ciddi bir ivme kazanmıştır. Dış etkenlere bağlı olarak Avrupa Birliği Süreci temel bir etken olarak öne çıkmıştır. Bunun yanında küreselleşmenin etkileri de azımsanmayacak ölçüde olmuştur. Bunun yanında kararlı bir siyasi iradenin varlığı ile toplumsal ihtiyaçların belirginleşmesi bu çalışmaları somutlaştırmıştır.

Bu amaçla son dönemlerde yerel yönetimlere ilişkin olarak Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı, İl Özel İdaresi Kanunu, Belediye Kanunu ve Büyükşehir Belediye Kanunları çıkarılmıştır.

Belediyelere yönelik 24.12.2004 tarihinde 5727 sayılı Belediye Kanunu yürürlüğe girmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi tarafından şekil yönünden iptal edilen kanundaki esas ve ilkeler korunarak ve bir takım değişiklikler yapılarak bu kanun yerini 5393 sayılı Belediye Kanunu’na bırakmıştır.

Böylece 1930 yılından günümüze temel kanun sıfatıyla varlığını koruyan 1580 sayılı Belediye Kanunu ve getirdiği belediyecilik düzeni, değişimin gerekliliğinden ömrünü tamamlamış ve Türkiye yeni bir belediyecilik anlayışının modern ilkelerini 5393 sayılı Belediye Kanunu ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunları ile uygulama eşiğine gelmiştir. Söz konusu kanunların arka planında ise dünyadaki yeniden yapılanma sürecine esas teşkil eden çağdaş yönetim ilkeleri yer almıştır.

SONUÇ

Türkiye’de modern anlamda belediyecilik Tanzimat ile başlamıştır. Özellikle Tanzimat’tan bu yana idari reform düşüncesi sürekli gündemde olmuştur. Ancak batılı tarzda belediyeler oluşturma girişimlerinin yüzeysel kaldığı da bir gerçektir. Bu dönemde idari meselelerin çok yönlü ve kökü tarihi, iktisadi ve sosyal sebeplere dayandığı gözden kaçırılmıştır.

Türk modernleşme tarihini içerisinde onun bir alt başlığı olarak değerlendireceğimiz Türk Belediyeciliğinin gelişim sürecinin hakim tonu batı olmuştur. Bu hakim unsurun Osmanlı’dan günümüze kadar olan gelişmeleri etkilediği, yön verdiği, ve dönüştürdüğü de bir gerçektir. Özellikle Tanzimat döneminde böyle bir teşkilatlanmayı gerekli kılan iç ve dış koşullar dikkate alındığında bu olgu daha açık bir şekilde görülmektedir. Ancak batıdaki bu modern şehir görünümlerinin, Osmanlı şehirlerinde de uygulama alanı bulması sadece batılıların ve dönemin bürokratlarının bu yöndeki isteklerine de bağlanamaz. Bu dönemde toplumsal gelişmelerinde etkisiyle büyüyen şehirler eskisine göre ciddi sorunlarla da karşı karşıyadır. Dolayısıyla bu gelişme geleneksel formların üzerine inşa edilmiş bir yapıyı ortaya çıkarmakta ve tümüyle eski anlayışla zıtlaşan bir tutum sergilememektedir. Denilebilir ki, değişimin yönü batı olmuş ancak sorun ve ihtiyaçlara verilen cevaplar kendi iç dinamiklerimizin karmaşık çizgilerini yansıtmıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise değişen ihtiyaçlara cevap verebilmek adına belediyelerde yeniden yapılanma süreci kapsamında 1580 sayılı Belediye Kanunu yürürlüğe girmiştir ve uzun yıllar Türkiye’nin belediyecilik alanındaki temel kanunu olma sıfatıyla varlığını korumuştur.

Ancak özellikle 1970’li yılların sonunda yaşanan mali krizler nedeniyle tüm dünyada kamu yönetiminin yapısı ciddi anlamda sorgulanmaya başlamış ve bunun sonucunda 1990’lı yıllarda yeni liberalizminde etkisiyle özellikle gelişmiş ülkelerde devlettin toplumdaki rolünün etkinlik ve verimliliği esas alacak bir şekilde tanımlanması söz konusu olmuştur. Bu anlayışa paralel olarak özel sektördeki başarılı uygulamaların kamu yönetimine adaptasyonu sürecine girilmiştir. Kamu yönetiminin yeniden yapılandırma çalışmalarından elde edilen başarılı sonuçlar ise gelişmekte olan ülkelerde de yeniden yapılanmayı bir zorunluluk haline getirmiştir.

Özetle dünyadaki küreselleşme süreci yerelleşme politikalarını da hızlandırmış ve değiştirmiştir. Bu değişim ise yerel politikaların özüne yönelik bir değişim olmuştur.

 

 


KAYNAKÇA

Al, Hamza (2002), Kamu Yönetiminde Paradigma Değişimi, Doktora Tezi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Bostanoğlu, Özer (1990), “Türk Belediyeciliğinde Güncel Tarihsellik”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 23, Sayı 2, Haziran, s.74-93.

Çelik, Behiç (1995), “Türk Belediyeciliğinin Tarihsel Gelişimi”, Yeni Türkiye, Yıl 1, Sayı 4, Mayıs-Haziran, s.588-597.

Çukurçayır, Arif (2008), “Türkiye’de Yerel Siyasetin Tarihi Gelişimi”, Yerel Siyaset, Okutan Yayıncılık, Ocak, s.15-36.

Dinçer, Ömer ve Cevdet Yılmaz (2003), Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma: 1 Değişimin Yönetimi İçin Yönetimde Değişim, T.C Başbakanlık, Ekim, Ankara.

Dönmez, Mustafa (1995), “Türkiye’de Belediyeciliğin Tarihsel Gelişimi”, Türk İdare Dergisi, Yıl 67, Sayı 406, Mart, s.165-173.

Ercan, Hülya (2002), “Türkiye’de Sivil Toplum Tartışmaları Üzerine”, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 26, Sayı 1, Mayıs, s.69-79.

Ersoy, Neşet (2003), “Anadolu’da Sivil Toplum Örgütlenmesinin Tarihsel Gelişimi”, Türk İdare Dergisi, Yıl 75, Sayı 438, Mart, s.129-157.

Eryılmaz, Bilal (1995), “Yerel Yönetim Sendromu”, Yeni Türkiye, Yıl 1, Sayı 4, Mayıs-Haziran, s.340-346.

Eryılmaz, Bilal (2002), Bürokrasi ve Siyaset, Alfa Basım Yayın Dağıtım, Mart, İstanbul.

Eryılmaz, Bilal (2006), Tanzimat ve Yönetimde Modernleşme, İşaret Yayınları, 2.Baskı, İstanbul.

Eryılmaz, Bilal (2007), Kamu Yönetimi, Genişletilmiş ve Güncellenmiş Yeni Baskı, Erkam Matbaası, İstanbul.

Eş, Mecit (1998), Maliye Tarihi Ders Notları, Eser Ofset, Trabzon.

Göymen, Korel (1997), Türkiye’de Kent Yönetimi, 1.Baskı, Boyut Kitapları, İstanbul.

Göymen, Korel (1999), “Türk Yerel Yönetiminde Katılımcılığın Evrimi: Merkeziyetçi Bir Devlette Yönetişim Dinamikleri”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 32, Sayı 4, Aralık, s.67-83.

Gözel, Kadir Akın (2003), “Yeni Kamu Yönetimi Nedir?”, Türk İdare Dergisi, Yıl 75, Sayı 438, Mart, s.195-209.

Gülöksüz, Yiğit ve İlhan Tekeli (1990); “1973-1980 Dönemi ve 1980 Sonrası Belediyeciliği”, Türk Belediyeciliğinde 60. Yıl, IULA-EMME, Ankara.

Heper, Metin (1974), Bürokratik Yönetim Geleneği, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara.

Kalabalık, Halil (2005), Avrupa Birliği Ülkeleri ile Karşılaştırmalı Yerel Yönetim Hukuku, Seçkin Yayıncılık, Ankara.

Karadağ, Arif (2003), “Osmanlıdan Günümüze Türk Kentinin Değişen Kimliği”, Türk İdare Dergisi, Yıl 75, Sayı 442, Aralık, s.147-162.

Kazıcı, Ziya (2006), Osmanlı’da Yerel Yönetim, Bilge Yayıncılık, İstanbul.

Köse, Ömer (2004), “Yerel Yönetim Olgusu ve Küreselleşme Sürecinde Yükselişi”, Sayıştay Dergisi, Sayı 52, Ocak-Mart, s.3-42.

Ortaylı, İlber (1973), “Türk Belediyesinin Denetim Yetkisinin Tarihi Gelişimi ve Günümüzdeki Durumu”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 6, Sayı 4, Aralık, s.14-24.

Ortaylı, İlber (2000), Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri 1840-1880, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.

Özbilgen, Erol (2003), Bütün Yönleriyle Osmanlı, İz Yayıncılık, İstanbul.

Özer, Akif (2005), “Kamu Yönetiminin Geleceğine Dair Düşünceler”, Sayıştay Dergisi, Sayı 57, Nisan-Haziran, s.55-80.

Özgür, Hüseyin (2008), “Yerel Siyaset Perspektifinden Bakışla Büyükşehir Belediyelerinde Kentsel Alan Yönetimi Uygulamaları”, Yerel Siyaset, Okutan Yayıncılık, Ocak, s.125-166.

Sunay, Cengiz (2008), “Türkiye’de Yerel Siyasetin Tarihi Gelişimi”, Yerel Siyaset, Okutan Yayıncılık, Ocak, s.32-67.

Şahin, Köksal (2005), “Eski Türklerde Merkezi İdare”, Türk İdare Dergisi, Yıl 77, Sayı 445, Eylül, s.149-164.

Tabakoğlu, Ahmet (1998), “Tımar ve Vakıf Sistemleri”, Türk İktisat Tarihi, 4.baskı, Dergah Yayınları, İstanbul, s.202-207.

Tekeli, İlhan (1983), “Yerel Yönetimlerde Demokrasi ve Türkiye’de Belediyelerin Gelişimi”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 16, Sayı 2, Haziran, s.7-21.

Toprak, Zerrin (2001), Yerel Yönetimler, 5. Baskı, İzmir.

Toraman, Ömer (2002), “Osmanlı Taşra İdaresi: Klasik Dönem”, Türk İdare Dergisi, Yıl 74, Sayı 437, Aralık, s. 191-200.

Tuzcuoğlu, Ferruh (2003), Metropoliten Yönetim, Sakarya Kitapevi, Sakarya.

Ulusoy, Ahmet ve Tekin Akdemir (2004), Mahalli İdareler Maliyesi, Seçkin Yayınları, Ankara.

Vural, Tarık (2004), “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yerel Yönetimler”, Türk İdare Dergisi, Yıl 76, Sayı 444, Eylül, s.179-193.

Yaşamış, Firuz Demir (2001), “Osmanlı Devlet Yönetimi Başlangıç Yılları”, Türk İdare Dergisi, Yıl 73, Sayı 432, Eylül, s.1-32.