|
|||||
|
KÜRESEL EKONOMİK SİSTEMDE FİNANSAL KRİZLERİ ÖNLEME VE YÖNETME SORUNSALI |
ÖZET
Finansal piyasalar ellerinde fon fazlalığı olan kesimlerle, fon ihtiyacı olan kesimlerin bir araya geldiği ve fon aktarımının gerçekleştiği soyut mekânlardır. Bu piyasalarda meydana gelen aksaklıkların ekonomik işleyişi bozması ise finansal kriz olarak adlandırılmaktadır. Finansal krizlerin meydana geliş şekilleri yıllar boyunca değişik şekillerde olmuştur. Bunları açıklanmasında da bu yüzden farklı teoriler ortaya atılmıştır. 1980’li yıllar boyunca ortaya çıkan krizler birincil nesil krizler çerçevesinde incelenirken, 1990’lı yıllarda patlak veren krizler ise ikinci nesil krizler çerçevesinde incelenmiştir. 1997 yılında Asya’da patlak veren kriz ise; üçüncü nesil modeller olarak tanımlanmıştır.
Finansal krizlerin ülke ekonomilerine vermiş olduğu ciddi hasarlar krizlerin önlenmesi için bir araştırma alanının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu anlamda yapılan çalışmalar finansal krizlerin habercisi olabilecek bazı göstergelerin elde edilmesine odaklanmıştır. Bu çalışmalar neticesinde elde edilen bazı göstergeler: faiz oranlarındaki artış, finansal sektör ve finansal olmayan sektör bilânçolarının bozulması, borsanın çöküşü ve belirsizliğin artışı olarak özetlenebilir.
Finansal kriz ile beraber ekonomisi hasar gören ülkenin ekonomik iyileşmeyi sağlamak amacıyla uygulayacağı politikalar ise finansal krizin yönetimi kapsamındadır. Finansal krizleri yönetmek ise ülkelerin kurumsal yapısına göre farklılık arz edecektir. Bu nedenle bu çalışmada finansal krizlerin yönetimi sorunu gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için ayrı ayrı değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Finansal Kriz, Kriz Yönetimi.
ABSTRACT
Financial markets are the places which channeling funds from having fund more than they need to economic agents that needs funds for their investment project. Thus fund transmission is took place in the financial markets imperfections in the financial markets. Impediments in the financial markets are hindrance the economic activity and this is generally called as financial crisis. Nascence of financial crisis has differentiated over years. Thus different theories have been built to give an explanation for different crisis. First generation crisis theories analysis the crisis of 1980. Second generation crisis analysis 1980’s crisis. Finally Asian financial crisis, occurred in 1997, have analysis in the light of third generation crisis theory.
Very harmful effects of financial crises cause of arising of a new study area that is prevention of national economics from financial crisis. After that academically studies focus on capturing some indicators which can be a clue for soon coming crisis. Captured indicators can be summarizing as follow: increase in the interest rates, detoration of financial and no financial firms’ balance sheet, collapse of stock market, and increase in uncertainty.
Financial crisis management includes the responds of policy makers to financial crisis for economic recovery after the financial crises. Managing financial crises differ among countries due to their own institutional structure. Because of that we made a difference between developed and less developed countries about the financial crisis management.
Key Words: Financial Crisis, Financial Crisis Management.
Finansal krizler, ekonominin reel kesimi üzerinde yıkıcı etkiler yaratmakta ve piyasaların etkin işleyiş gücünü bozmaktadır. Finansal kriz dönemlerinde, döviz ve hisse senedi piyasaları gibi finans piyasalarında şiddetli dalgalanmalar ortaya çıkarken, bankacılık sisteminde bankalara geri ödenmeyen krediler aşırı derecede artmakta ve ciddi ekonomik sorunlar doğmaktadır (Mishkin, 2003). Finansal krizler ana hatlarıyla; para, bankacılık, dış borç ve sistemik finansal krizler olmak üzere dört grupta toplanmaktadır (IMF, 1998). Bankacılık ve para krizleri finansal krizlerin en önemli iki bileşeni olarak görülmekte ve yapılan birçok çalışma bu krizleri odak noktası olarak almaktadır (Tay, 2007).
Finansal krizler için çeşitli tanımlamalar bulunmaktadır. Bunlardan Mishkin’e göre, finansal kriz, verimli yatırım olanaklarına sahip finansal piyasaların ahlaki tehlike ve ters seçim problemlerinin gittikçe kötüleşmesi nedenleriyle, fonları etkili biçimde kanalize edememesi sonucu ortaya çıkan doğrusal olmayan bozulmadır (Mishkin, 2003). Bir başka tanımlamaya göre söz konusu kavram, genel olarak herhangi bir mal, hizmet, üretim faktörü veya finans piyasasındaki fiyat ve/veya miktarlarda kabul edilebilir bir değişme sınırının ötesinde gerçekleşen şiddetli dalgalanmaları ifade etmektedir. Öte yandan, Paul Krugman krizin belirli bir tanımının bulunmadığını öne sürerken, Edward ve Santanella ise krizleri paranın değerindeki belirgin bir düşüşe bağlamıştır. Bunların dışında kalanlar ise krizleri paranın değerindeki düşüşe ve uluslar arası rezervlerin ciddi biçimde tükenmesine bağlamışlardır (Edwards, 2001). Pablo Bustelo ise, bir krize finansal kriz diyebilmek için onun dört öğeyi içermesi gerektiğini söylemiştir. Bu öğelerden birincisi; paranın değerindeki büyük ve istenilmeyen bir kayıp, ikincisi; hisse senedi endeksinde meydana gelen büyük bir düşüş, üçüncüsü; yerli finans sistemindeki ciddi zorluklar ve sonuncusu; GSYİH büyümesinin eksiye veya daha düşük pozitif bir değere ulaşmasıdır (Bustelo, 2000). Güney Amerika, Güney Asya ve Rusya krizlerine kadar ekonomi literatüründe çeşitli kriz tanımlamaları ve teorileri mevcut iken, krizlerle birlikte de bu bölgeler iktisatçılar ve politika belirleyiciler için deneysel bir laboratuar olmuş, bunlardan önemli dersler çıkarılmıştır Finansal krizlerin etkilerinin derin olması ve ülkelerin siyasi, ekonomik, sosyal unsurlarını köklü bir biçimde etkilemesi krizlerin açıklanmasını ve krizlere neden olan unsurların ortaya çıkarılmasını zorunlu hale getirmiştir.
Finansal piyasalar ellerinde fon fazlalığı olan kesimlerle, fon ihtiyacı olan kesimlerin bir araya geldiği ve fon aktarımının gerçekleştiği soyut mekânlardır. Günümüzde sermaye piyasalarında çok hızlı bir küreselleşme yaşanmaktadır. Bir yandan piyasalarda işlem hacmi hızla artarken, diğer yandan sınır ötesi işlemlerin payları hızlı biçimde artış göstermektedir. Böylece şirketler ve hükümetler fon bulmak için giderek artan ölçülerde iç mali piyasalara bağlı kalmak zorunluluğundan kurtulmaktadırlar (Seyidoğlu, 2001). Finansal serbestleşme politikalarının esas amacı ekonomik büyümeyi hızlandırmaktır. Bu da iki şekilde gerçekleşir: Birinci olarak, faiz oranlarının serbest bırakılmasıyla birlikte ekonomide tasarruflar artar ve kişiler gelirlerinin büyük bir kısmını finansal aktif biçiminde tutmaya başlarlar. Finansal aktif stokunun artması likidite ihtiyacının azalmasına yol açar ve yatırımlar için gerekli kredilerin bulunmasını kolaylaştırır. Faiz oranlarının artması müteşebbislerin yatırım talebini bir miktar olumsuz etkilese de, ekonomide ödünç verilebilir fonların miktarı artacağından yatırımlar ve dolayısıyla ekonomik büyüme artar. Ancak mevduat faiz oranı, sermayenin marjinal verimlik oranını aşmamalıdır. Eğer aşarsa girişimciler yatırım yapmak yerine faiz geliri elde etmeyi tercih ederler. İkinci olarak finansal serbestleşmeyle birlikte yatırımların finansmanı için, iç ve dış kredi bulma olanakları artar. Mevcut bankacılık sistemi, yatırılabilir kaynakların sadece bir kısmını yatırıma dönüştürse bile, tasarrufların yatırımlara kanalize edilmesinde büyük rol oynar. Finansal aracılar, gerçekleşme ihtimali yüksek yatırım projelerini bulup finanse ettiği sürece, bankacılık sisteminin gelişmesi ve rekabetin artmasıyla birlikte çoğalan ve daha verimli hale gelen aracı kurum faaliyetleri, getirisi çok yüksek projelerin finanse edilmesini sağlar. Sonuçta yatırımların ortalama verimliliği ve yatırım hacmi artarak ekonomik büyüme hızlanır (Güloğlu ve Altunoğlu, 2002). Sonuçta finansal serbestleşme politikaları arzulanan sonuçları doğurmamıştır. Bunun aksine birçok ülkede finansal krizlerin başlıca aktörleri konumunda olmuşlardır.
Finansal krizlerin gelişmiş ülkelerde gelişmekte olan ülkelere kıyasla çok daha nadir gerçekleşmesi, finansal krizleri gelişmiş ülkelerden daha çok gelişmekte olan ülkelerin sorunu yapmaktadır. Gelişmiş ülkelerde bir piyasada başlayan kriz diğer piyasalara, gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi kolay sıçrayamamaktadır. Örneğin, gelişmiş ülkelerde döviz piyasalarında yaşanan bir kriz, genellikle bankacılık piyasasına sıçramamaktadır (Karabulut, 2002).
2. FİNANSAL KRİZİN TANIMI VE ÇEŞİTLERİ
Yukarıda kısaca özetlediğimiz finansal kriz tanımlarından Mishkin’in asimetrik bilgi hipotezi ışığında yapmış olduğu tanım ele alınmıştır. Buna göre bir finansal sistemin en önemli fonksiyonu fonların verimli yatırım fırsatlarına sahip bireylere veya firmalara aktarılmasını sağlamaktır. Bunun için finansal piyasalardaki aktörler hangi yatırımların yapılmasının daha uygun olduğu hakkında daha güvenilir hükümlere sahip olmalıdır. Bu yüzden finansal sistem taraflardan birinin sözleşme hakkında daha az bilgiye sahip olmasını sağlayan asimetrik bilgi sorununu ortadan kaldırmalıdır. Örneğin, borç alan sahip olduğu yatırım projesinin potansiyel riskleri ve getirileri hakkında daha fazla bilgiye sahiptir. asimetrik bilgi sayesinde finansal sistemde ters seçim ve ahlaki riziko olarak adlandırılan iki sorun ortaya çıkmaktadır. Ters seçim sorunu finansal işlem gerçekleşmezden önce meydana gelir ki burada piyasada yoğun şekilde kredi arayışı içinde olanlar potansiyel olarak kötü kredi riskine sahip olanlar olacaktır. Ahlaki tehlike ise finansal işlem gerçekleşmesinden sonra ortaya çıkmaktadır.
Yirminci yüzyılda dünya ekonomi tarihinde görülen krizler, nitelik olarak birbirinden önemli ölçüde farklılaşma gösteriyor. Bu yüzyılın başlarında ülkeler arasında mal ve hizmet ticaretinin sonraki yıllara kıyasla fazla olmadığı dönemlerde meydana gelen krizler, daha çok ulusal ölçekte kalıyor; ya talep yetersizliği nedeniyle işsizliğe ve durgunluğa yol açıyor, ya da talep fazlası yoluyla enflasyona ve ekonomik genişleme ile sonuçlanıyordu. Büyük Dünya Bunalımı bu tür krizler için iyi bir örnektir (Goldstein, 1998).
Küreselleşme, mal ve hizmetlerin ülkeler arasında dolaşımını artırdığı için, kriz nitelik değiştirmeye başlamış ve kriz de uluslararası dolaşıma çıkmıştır. Ülkeler arasında hammadde-yarı mamul madde başta olmak üzere, mal ve hizmet ticareti arttıkça krizler bu defa enerji krizi, petrol krizi şeklinde görülmeye başlandı. Petrol şokları bunun en iyi örneğidir. 1980'lere gelindiğinde, ülkelerarasında bir yandan mal ve hizmet akımlarının önündeki engeller kaldırılıp, ülkeler arasında kota ve tarifelerin olmadığı tam bir serbest ticaret hedeflenirken; diğer yandan üretime yönelik sermaye yatırımı ve finans piyasalarına yönelik para-finans şeklindeki sermaye akımlarının önündeki engeller de kaldırılmaya başlanmıştır. Elektronik ve haberleşme teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeler, finans-sermayenin ülkeler arasındaki dolaşımını çok kolaylaştırmıştır (Toprak, 2001). Fakat bu gelişmeler kimi zaman uyum sağlayamama nedeniyle krizlere de neden olabilmektedir (Greenspan, 1998).
Feldstein ise finansal krizleri dört başlık altında toplamaktadır. Bunlar cari hesap krizleri, bilânço krizleri, yayılma krizleri ile banka paniklerinin neden olduğu para krizleridir. (Feldstein, 1999). Mishkin’e göre asimetrik bilgi problemlerini finansal krizlere çeviren dört faktör bulunmaktadır. Bunlar (Mishkin, 2003);
1) finans sektörü bilânçolarında meydana gelen aşınmalar,
2) faiz oranlarındaki artış
3) belirsizlikteki artış
4) varlık fiyatlarındaki değişmelere bağlı olarak meydana gelen finansal olmayan bilânçolardaki aşınmalar
|
|||
|
Faiz oranlarında yükselme |
Borsada düşüş |
Belirsizlikte artış |
Ters seçim ve ahlaki tehlikede artış oluyor
|
|||
Döviz krizi meydana geliyor |
|||
Ters seçim ve ahlaki tehlike artış oluyor |
|||
Ekonomik faaliyette düşüş oluyor |
|||
Bankacılık krizi çıkıyor |
|||
Ters seçim ve ahlaki tehlikede artış oluyor |
|||
Ekonomik faaliyette düşüş oluyor |
|||
Kaynak: Frederich S. Mishkin, The Economics of Money, Banking, and Financial Markets, 6.bsk. The Addison-Wesley Y., Boston 2001, s.206. |
Gelişmiş ülkelerde meydana gelen krizlere örnek olarak ABD krizleri alınabilir. ABD'de meydana gelen finansal krizler, genelde şu süreci izlemektedir: Bankaların bilânçolarında kötüleşme, faiz oranlarında yükselme, borsada düşüş ve belirsizlikteki artış faktörleri, ters seçim ve ahlaki tehlikeye yol açmaktadırlar. Ekonomik faaliyetteki düşüş, banka paniklerine neden olmakta; bu da yine ters seçim ve ahlaki tehlikeyi artırmaktadır. Ekonomik faaliyet hacmi düşmeye devam etmektedir. Fiyat düzeyinde beklenmeyen düşüşler meydana gelmekte ve yine artan ters seçimi ve ahlaki tehlikeyi ekonomik faaliyetlerdeki düşüş izlemektedir.
Gelişmekte olan ülkelerde meydana gelen krizlere Latin krizleri örnek olarak alınabilir. Latin ve Doğu Asya finansal krizlerinin izlediği sürecin aşamaları şu şekilde sıralanabilir: Banka bilânçolarında kötüleşme, faiz oranlarında artış, borsada düşüş ve belirsizlikte artış faktörlerinin sonucu olarak ters seçim ve ahlaki tehlike artmakta; döviz krizi meydana gelmekte; bu da ters seçim ve ahlaki tehlikeyi daha da artırmakta ve ekonomik faaliyet düzeyini düşürmektedir. Bunu bankacılık krizi izlemektedir. Ters seçim ve ahlaki riskin iyice artması sonucu ekonomik faaliyet daha da kötüleşmektedir.
Bankacılık finansal krizlerinin ekonominin reel kesimini de ciddi biçimde etkilemesinin önemli bir nedeni, firmalar sektörünün faaliyetlerinde önemli ölçüde bankacılık kredilerine dayanmasıdır (Disyatat, 2001). Finansal aracılar ve para krizleri arasındaki etkileşim, genelde bankacılık sistemi çerçevesinde incelenmektedir. (Chang and Velasco, 1990-Chan and Chen, 1998). Buna göre, bütün bir bankacılık sisteminin çöküşü mudi paniğinden kaynaklanabilmektedir.
Bankacılık kesimi, ahlaki tehlike yoluyla para krizlerine yol açabilmektedir. Özellikle devletin banka yükümlülüklerine kefil olması sonucu bankaların ahlaki zafiyetle ‘kötü’ ödünç vermeleri mümkün olabilmektedir. Bu da eninde sonunda bütün sektörün zarar etmesine neden olmakta ve yabancı ödünç vericiler de fonlarını çekmektedir.(Krugman, 1998). Bu süreci ilk vurgulayanlar P. Krugman, C. Pesenti ve N. Roubini’dir. Dünya Bankası'nın bir raporuna göre,(World Bank, 1998). Bankaların kötü ödünçleri, resesyonların ve paraların değer yitirmesine eşlik eden krizlerin sonucudur. Bankacılık sektörünün sağlıklılığı bakımından, paraların büyük değer aşınmaları ve makro ekonomik performansın etkileşimi daha önemlidir (Disyatat, 2001).
2.1. Bankacılık krizleri
Kaminsky ve Reinhart’a göre bankacılık krizleri olaylar yardımıyla açıklanmalıdır. Çünkü bir finansal kriz oluşmaya başladığında onunla ilgili yüksek sıklıktaki bilgiye ulaşmak oldukça güçtür. Bankacılık krizlerinin başlangıcında banka panikleri ve para çekme varsa kriz zamanı olarak mevduatlardaki değişmeler kullanılabilir. Banka sorunları genellikle sorumluluk kısmından doğmaz, gerçek sorun gayrimenkul fiyatlarındaki artış veya finansal olmayan sektörde yaşanan iflaslardır. Bu durumda kriz banka kapatılması, birleşmeler veya kum tarafından el konulması ile ortaya çıkmaktadır. Kapanma, birleşme veya devlet tarafından el konulmanın olmadığı durumlarda ise kriz, benzer sonuçları olan diğer finansal kurtarmaların başlangıcı sayılabilecek en az bir önemli finansal kuruluşa devletin büyük miktarlı yardımı durumunda ortaya çıkmaktadır (Kaminsky and Reinhart, 2008). Bankacılık krizleri konusunda teorik tartışmaların büyük bir bölümü, özellikle negatif şoklardan sonra ekonomide kırılganlığa neden olan asimetrik bilgi, vade ve kur değişimi gibi bankaların özel nitelikleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Mevduat sigortasının varlığı, piyasada belirlenen faiz oranlarının yapısı gibi faktörlerde, bankaların karlılığını ve banka yöneticilerinin kredi operasyonları konusunda risk alma saiklerini etkilemesinden dolayı literatürde yoğun bir şekilde incelenmektedir (Altıntaş, 2004).
Bankacılık krizlerinin ortaya çıkmasına neden olan faktörler şu şekilde sıralanmaktadır (Goldstein, 1996):
a) Dışsal ve içsel makro ekonomik büyüklüklerdeki değişkenlik
b) Kredilerde ve sermaye girişlerinde aşırı artışlar
c) Varlık fiyatlarındaki ani kayıplar
d) Vade ve kur uyumsuzluğuna bağlı olarak bankacılık sisteminin yükümlülüklerinde artışlar
e) Finansal serbestleşme uygulamalarındaki altyapı zayıflıkları
f) Aşırı kamu müdahalesi ve krediler üzerindeki kontrollerin kaybolması
g) Ekonominin yapısına, enflasyon veya dışa açıklık düzeyine uygun olmayan döviz kuru rejimleri
h) Muhasebeleştirme, şeffaflık ve yasal düzenlemelerdeki eksiklikler.
Gelişen piyasa ekonomilerinde finansal krizlere giden ilk evre faiz oranı tavanları ve borçlanmanın her ikisindeki engelleri kaldıran finansal serbestleşme ve finansal sistemin özelleştirilmesidir. Bu süreç sonunda borçlanma dramatik şekilde artar ve uluslararası sermaye akımlarıyla bu borç kapatılır. Burada asıl sorun borçlardaki büyüme değildir. Sorun borcun geri dönmeyeler kredilerde artış yaratacak şekilde hızla artmasıdır. Meksika ve Doğu Asya krizlerinde finansal krizler patlak vermeden geri ödenmeyen krediler yaklaşık yüzde 10 artmıştır. Bu durum iki şekilde gerçekleşir.
Birincisi bankalar ve diğer finansal kurumlarda iyi eğitimli çalışanların, risk değerlendirme sistemlerinin olmaması ve diğer yöneticilerin risk değerlendirme ve riske tepki verme yeteneklerinin olmamasıdır. İkincisi, Meksika, Rusya gibi gelişmekte olan ekonomiler zayıf finansal regülasyon ve denetimleriyle ünlüdürler. Finansal liberalizasyon yeni risk alma fırsatları sağladığından bu zayıf denetim yapısı ahlaki tehlike sorununa engel olamayacaktır. Hükümet finansal kurumları denetlemede yetersiz kaldığından açık bir güvenlik ağı oluşturmaları önerilir. Böylece bu kurumları iflası önlenebilecek ve hatta garanti altına alınacaktır. Böylece mudiler ve yabancı alacaklılar bu kurumları izlemek zorunda kalmayacaklardır. Finansal liberalizasyon bir kere benimsendiğinde bu ülkelerin bankalarına ve diğer finansal aracılarına yabancı sermaye akışı gerçekleşir. Çünkü bu kurumlar yabancı sermayeyi çekebilmek amacıyla yüksek faiz ödemeyi kabul edeceklerdir (Mishkin, 2003). Finansal liberalizasyondan sonra uluslar arası sermaye hareketliliğinin artması ve kısa dönem borçların patlaması, makroekonomik istikrar ve ekonomik gelişme için güvenilirliğin çok önemli olduğunu kanıtlamıştır. Güven olmazsa, spekülatif hareketler başlayacak ve volatilitesi yüksek olan sıcak para kaçarak, faiz oranlarını yükseltecektir. Bu da dolayısıyla ulusal paranın değerinin azalmasını sağlar. Bu yüzden krizlerin gerçeklemesini engellemek için devletler de IMF de güvenilirliğini hedeflemelidir veya yüksek tutmak için uğraşmalıdır (Rodrik, 1999).
2.2. Para Krizleri: Para krizleri ülke parasına yapılan spekülatif saldırılar sonucunda hükümetin devalüasyona zorlanması ve borçlarını ödemekte problemlerle karşılaşması olarak ifade edilmektedir. Para krizleri, özellikle sabit döviz kuru sistemlerinde piyasa katılımcılarının taleplerini aniden yerel para ile birimlendirilmiş aktiflerden yabancı paralı aktiflere kaydırmaları sonucu, merkez bankasının döviz rezervlerinin tükenmesi şeklinde ortaya çıkan krizlerdir. Bir ülke parasının üzerindeki spekülatif saldırı bir devalüasyonla veya şiddetli değer kaybıyla sonuçlanırsa veya merkez bankası büyük miktarlarda rezerv satmak veya faiz oranlarını önemli oranlarda yükseltmek suretiyle parayı korumaya zorlanırsa bir döviz veya para krizi oluşur (Delice, 2003).
Yüksek cari işlemler açığı, yabancı para cinsinden borç miktarının büyüklüğü ve zayıf bankacılık sektörünün varlığı para krizlerinin etkisini daha da kötüleştirmektedir (Feldstein, 1999). Finansal krizlerin önemli bir unsuru olan para krizlerine yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar çok sık rastlanılmamıştır. Dünya savaşlarından önce paranın altın standardına bağlı olması ve dünya savaşından sonra bu standardın devam ettirilmesi paranın mobilitesini kısıtlamıştır. 1970’li yıllarda bu sistemin yıkılması ile birlikte finansal piyasalarda istikrarsızlık ortaya çıkmıştır. Bu istikrarsızlığın kaynağında imkânsız üçleme teorisi bulunmaktadır. Bu teoriye göre finansal piyasaların entegre olduğu bir ortamda sabit döviz kuru ile bağımsız para politikasının bir arada olması imkânsızdır. Bu noktada bütünleşme sürecindeki ülkeler bu sürece dâhil olurken içinde para krizlerinin de olduğu bir takım ciddi problemler yaşamışlardır. Para krizlerini açıklamada kullanılan üç adet kriz modeli bulunmaktadır.
2.3. İlk Nesil Kriz Modelleri: Krugman tarafından ortaya konulan bu modellerde devletler sabit döviz kuruyla tutarlı olmayan mali ve parasal politikalar yürütmekte bu da ödemeler dengesi problemlerine yol açmaktadır. Bir noktada spekülatörler Merkez Bankası’nın döviz kuru oranını sürdüremeyeceğini fark etmekte ve bunun sonucunda paraya karşı spekülatif bir atak gerçekleştirmektedirler. Yani ilk nesil modellerde kriz önce genişleyici mali politikalar ile başlamakta ve döviz kurunun çökmesiyle gerçekleşmektedir.
İlk nesil modellerde, sabit döviz kuru rejimi ekonomideki bireylerin davranışlarıyla ilişkisi olmayan dışsal temel göstergelerce belirlenmektedir. Bu modeller ekonomideki bireylerin beklentilerinin mali dengesizlikleri veya kredi politikalarını etkilemeyeceği varsayımı üzerine kurulmaktadır. Bu modellerde, krizlerin ekonomi politikalarındaki temel dengesizlikler ve döviz kurunu sabit tutma arasındaki tutarsızlıktan kaynaklandığı bilinmektedir. Bu tutarsızlık şayet Merkez Bankası yeterli rezerve sahip ise giderilebilmekte ancak bu rezervler yetersiz olmaya başladıkça spekülatörler atağa geçip Merkez Bankası’nı güç bir sorunla karşı karşıya getirmektedir (Krugman, 1997).
Bu modellerde hükümet bütçe açığı vermektedir ve bu açık iç borçlanma ya da para basımı ile finanse edilmektedir. Aşırı genişletici mali politikaların para yaratılmasıyla finanse edilmesi, enflasyona, beklentilerde olumsuzluğa ve sermaye çıkışına neden olarak ödemeler bilânçosunda bir açığa yol açar. Sabit kur sistemini korumak isteyen hükümetler, yabancı rezervlerini kullanmak durumunda kalır ve rezervlerde azalma görülür. Spekülatörlerin paradan kaçışı rezerv kaybını hızlandırır. Sonuçta sınırlı rezervlere sahip merkez bankasının sabit kur sistemini sürekli olarak koruması mümkün olamaz. Bu noktada para ya devalüe edilir ya da dalgalanmaya bırakılır. Birinci-nesil modele göre kriz, yanlış makro ekonomik politikaların bir sonucudur ve paranın reel olarak aşırı değerlenmesi, cari işlemler bilânçosundaki artan açık ve rezervlerdeki ciddi azalma ile birlikte öngörülebilir (Erkekoğlu ve Bilgili, 2005).
2.4. İkinci Nesil Kriz Modelleri: 1990’larda krizler giderek daha az tahmin edilebilir olmuş, tartışmaların birçoğu, cari açıklar ve paranın aşırı değerlenmesinden, çeşitli türden finansal oranlara kaymıştır. Para krizleri, mali açıkların para yaratılması ile finanse edilmediği hallerde de oluşabilmektedir. 1992–1993 Avrupa Para Sistemi (ERM) ve 1994-1995 Latin Amerika krizleri, birinci-nesil modeller tarafından açıklanamaması, yeni para krizleri teorilerinin ortaya atılmasına neden olmuş ve bunlar ikinci-nesil modeller olarak sınıflandırılmıştır. Bu modeller, hükümetin devalüasyon yapmak istemesiyle aynı zamanda sabit kuru sürdürmek istemesi arasında kararsız kalması olarak tanımlanmıştır. Hükümet devalüasyonu yurt içindeki büyük borç yükünden veya işsizlik yüzünden arzu edilen genişleyici para politikasından dolayı istemektedir. Aynı zamanda uluslar arası ticareti hızlandırmak veya enflasyonu kontrol etmek veya milli duygulardan dolayı sabit döviz kurunu korumak istemektedir. Spekülatörler, pariteyi korumanın çok maliyetli olduğunu fark ettiklerinde ulusal para spekülatif saldırısı başlamaktadır (Eichgreen ve Bordo, 2002).
Devalüasyon beklentileri ile harekete geçen spekülatif saldırılar devalüasyonun en güçlü nedeni olarak görülmektedir. Bu sürece, başta yurtiçi ekonomik hedeflerle sabit kur arasındaki çelişki olmak üzere atağa maruz kalan ülkenin ekonomi politikalarının yol açtığı görüşü hâkimdir. Diğer taraftan, bu konuyu inceleyen önemli sayıda iktisatçı, krize yakalanan ülkelerin haksız ve keyfi olarak krize uğratıldıkları yolundaki şikâyetlerinde haklılık payı vardır. Bu modelde de ilk nesil modelde olduğu gibi mali disiplin döviz kuru istikrarının temelindedir. Çünkü farklı varsayımlara dayanan yeni modellerin bulunması sonucunda yeni unsurlar bulunmuştur. Bu yeni unsurlar; cari işlemler, nominal faiz oranları, üçüncü piyasalara olan ticaret bağlantıları ve rekabeti, reel ve nominal ücret esnekliği, kısa vadeli borç, istihdam seviyesi, sürü davranışı ve bulaşmadır.
Bir para krizinin beklentilerin devalüasyon olacak şekilde oluşmasıyla gerçekleştiği düşünülebilir. Bu durumda döviz kurunu savunmak zordur. Para krizinin bu şekilde yorumunu yapmanın başlıca avantajı iki çeşit oynaklık arasında ayrım yapılabilmesini sağlamadır. Birinci oynaklık finansal piyasalarla ilgili, ikincisiyse makroekonomik göstergelerle ilgilidir. Birinci oynaklık ikincisini hayli etkilemektedir. Piyasalardaki beklentilerin aniden değişmesi krizin gerçekleşmesinde önemli rol oynar. Böylece ikinci nesil modeller küresel finans piyasalarının özelliklerini daha iyi yansıtmaktadırlar. Beklentilerle gerçekleşen ekonomik sonuçlar arasındaki etkileşim ikinci nesil modellerin merkezinde yer almaktadır. Piyasadaki beklentiler direkt olarak makroekonomik politika kararlarını etkilemektedir. Bu modellerde vurgulanan yatırımcıların beklentilerinin gerçekleşen politika sonuçlarıyla etkileşimi kendi kendini besleyen krizlere yol açabilmesidir (Pesenti and Tille, 2006). Modele göre piyasada oluşan devalüasyon beklentileri faizi arttırmakta, bu da hükümetin tercih edilebilir bir düzenleme yapabilme gücünü zayıflatmaktadır (Gür, 2002). Bu modellere göre, spekülatörler bazı ekonomik göstergelerin kötüleşmesinin, hükümet tarafından kabul edilemez boyutlara ulaştığına inandıklarında harekete geçmeleridir (Karabulut, 2002). Böyle bir durumda ortaya çıkan kriz, o ülkedeki pozisyonlarını bir an önce kapatmak isteyen uluslar arası yatırımcıların paralarını yurt dışına çıkarmaları ile büyümekte ve kendi kendini besleyen bir sürece girilmiş olmaktadır.
Bulaşma ülkeler arasındaki bağlar ve ilişkilerdir. Yani bir ülkedeki para krizinini diğer bir ülkenin ekonomisini etkilemesidir. Bunun nedeni ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerdir. Buna göre, A ülkesindeki para krizi B ülkesindeki ekonomiyi yapısal olarak olumsuz etkilemektedir. Örneğin, Güneydoğu Asya ülkelerinin farklı oranlarda spekülatif müdahalelere maruz kalmalarının nedeni, dünya pazarlarına benzer ürünleri ihraç ediyor olmalarıdır. Tayland Baht’ındaki devalüasyon, Malezya’nın ihracatı üzerinde bir baskı oluşturarak zamanla bu ülkeyi krize sürüklemiştir. Özetle İkinci-nesil modellere göre kriz; tutarlı kendi kendini besleyen beklentiler, sürü davranışı ve bulaşma nedeniyle ortaya çıkar. Bir başka deyişle, temel ekonomik göstergelerde ciddi bozulmalar olmasa da ikinci-nesil modellere göre, gerçekte olmayan fakat beklenen politika değişimlerine katılım sonucu oluşan spekülatif hareketler krize yol açar. Zayıf makro ekonomik göstergeler kriz için gerekli ancak yeterli değildir. Ancak bu modeller, analizlerinin temelini oluşturan beklentilerdeki değişmeye neyin ya da nelerin neden olduğu konusuna tam bir açıklık getirmezler (Erkekoğlu ve Bilgili, 2005).
2.5. Üçüncü Nesil Kriz Modelleri: 1997’de Asya’da ortaya çıkan para krizlerini, alışılagelmiş ekonomik göstergeler temelinde ve mevcut kriz teorileri ile açıklamak ve tahmin etmek mümkün olmadığından üçüncü nesil para krizi modelleri geliştirilmiştir. Bilindiği gibi birinci ve ikinci nesil kriz modelleri, ülkelerin temel göstergeleriyle ilgilidir. İlk nesil modele göre, para krizleri temel göstergelerin kötü gelişmesinden ve hükümetin sabit döviz kuru rejimini sürdürememesinden kaynaklanmaktadır. İkinci nesil modellerde, piyasadaki beklentilerin kayması veya ülkenin temel göstergelerinin yıpranması para krizinin oluşmasına yol açmaktadır. Üçüncü nesil modellerde ise bankacılık sektörü ilave bir istikrarsızlık kaynağı oluşturmaktadır. Üçüncü nesil modeller sadece para krizini açıklamadıkları için yani para ve bankacılık krizlerinin ikisine birden bir açıklama getirdiği için ikiz kriz modeli olarak da adlandırılmaktadır.
Finansal piyasaların giderek bütünleştiği günümüz dünyasında, üçüncü nesil kriz modelleri, herhangi bir ülkenin finans piyasasında meydana gelen istikrarsızlıkların veya krizin bir başka yerde makroekonomik temellerle açıklanamayan bir krizi başlatabilmesi gerçeğinden hareket etmektedir. Bu modellerde, hükümetlerin ahlaki tehlikeye yol açan politikaları (özellikle finansal güvenlik ağları) krizi yaratan temel faktör olarak ele alınmaktadır. Bu modellerde farklı ülkelerde eşanlı olarak ortaya çıkan krizler açıklanırken ülkelerin kendi içlerinde benzer kırılganlıklar taşıdıkları ve bu yüzden ortak şoklarla sarsıldıkları öne sürülmektedir. Diğer taraftan bireylerin rasyonel olmayan davranışları veya parasal fon yöneticilerinin karşılaştıkları asimetrik güdüler nedeniyle yatırımcılarda oluşan rasyonel olmayan beklentilerin de krizlerin yayılmasını etkilediği kabul edilmektedir (Delice, 2003).
Bu modellerde, bankacılık ve finans sektörünün kırılganlığı firmalara ayrılan kredi miktarını azaltmakta ve kriz olma ihtimalini arttırmaktadır. Bu modeller, para krizinin yüksek borç, düşük rezervler, düşük devlet gelirleri, artan devalüasyon beklentisi ve yurt için borçlanmadaki engellerin bir kombinasyonu sonucunda olacağını söylemektedir. Üçüncü nesil kriz modelleri, para politikasına sabit döviz kurunun terk edilmesi kararının yanı sıra, aksak finans piyasasında bağlayıcı bir kredi kısıtıyla bir rol önermektedir. Eğer, yurtiçinde firmalara destek azaltılırsa, o zaman yabancı paralarla büyük miktarda borçlanma yapılmaktadır. Yurt içinde, kredi miktarı nominal faiz oranına bağlı olduğundan, Merkez bankası firmaların yatırımdan vazgeçmelerine yol açmakta ve krizi derinleştirmektedir. Para krizi için reçete, faiz oranlarının yükseltilmesi ve yurt içinde paraya olan talebin artırılmasıdır. Oysa üçüncü nesil kriz modellerinde faiz oranlarında bir artış kredi miktarını etkilemekte ve firmaların finansal sermayeye ulaşmasını sınırlamaktadır. Kredi miktarının faiz oranlarına karşı aşırı duyarlı olduğu durumlarda, nominal faiz oranlarında bir artış yıkıcı olabilmektedir. Çünkü yatırımı baskı altına alarak ekonominin üretim kapasitesini değiştirmektedir. Üretim miktarındaki düşüş gerçekleşen vergi gelirlerinde düşüşle beraber döviz kuru üzerinde ilave baskı oluşturmakta ve krizi daha da derinleştirmektedir. Bu durumda Merkez Bankası için bir alternatif strateji oluşmaktadır. O da yatırımları canlandırmak için faiz oranlarını düşürmek. Bu modelde para krizinin başlamasına ve krizin büyüklüğüne etki eden yurtiçindeki kamu ve özel sektör borcu, beklentiler, olmak üzere dört faktör vardır (Chioda and Ownyang, 1998).
Üçüncü nesil kriz modellerinde ahlaki risk önemli rol oynamaktadır. Devletin finansal aracılara sağladığı devlet garantisinin ciddi ahlaki risk sorunlarına yol açtığı bilinmektedir. Bu tür aracılar yüksek riskli yatırım stratejileri uygulamaktadır. Bu strateji ile getirisi düşük olan projeler finanse edilme tehlikesi vardır. Bu durumda gerçekleştirilen yatırım kötü bir sonuca yol açsa da kayıplar devlet tarafından karşılanacak karlar ise finans kuruluşunun olacaktır.
Üstü kapalı garantiler finansal kurumların borç verirken ihtiyatsız davranmalarına yol açmaktadır. Bu da riskli aktiflerin fiyatlarının gerçek değerlerinin üzerine çıkarılmasına ve aktif balon oluşmasına neden olmaktadır. Bu riskli kredilerden dolayı kayıplar artmaya başladığında bir noktada yatırımcılar bütün üstü kapalı garantilerin ödenemeyeceğini düşünmeye başlayarak ekonomideki aktiflerin değerini düşürmektedir.
2.6. Dış Borç Krizleri: Borç alanlar borçlarını ödeyemediğinde veya borç verenler borçların ödenmeme olasılığı olduğunu düşünüp yeni kredi vermeyi bırakıp ve mevcut kredileri geri almaya çabaladıklarında borç krizleri ortaya çıkmaktadır. Bu krizler özel veya kamu borcundan kaynaklabalir. Kamu sektörünün geri ödeme yükümlülüklerini yerine getiremeyeceği şeklindeki risk algılamaları özel sermaye girişlerinde şiddetli bir düşüşe ve bir para krizine yol açabilmektedir.
Bir ülkenin kamu ve özel kesimine ait dış borçlarını ödeyememe durumu dış borç krizi olarak tanımlanmaktadır. Özellikle, hükümetlerin dış borçların çevrilmesi ve yeni dış kredi bulma konusunda sıkıntı yaşamaları nedeniyle dış borcun yeni ödeme planlarına bağlanması veya yükümlülüklerinin ertelenmesi şeklinde ortaya çıkmaktadırlar (Delice, 2003).
2.7. Sistemik Finansal Krizler: Sistemik finansal krizler, finansal piyasaların ciddi biçimde hasara uğradığı krizlerdir. Ekonomik, politik ve sosyal yaşamın yapısından ve değişkenliğinden etkilenmektedir. Bütün sisteme etki eden sistemik finansal krizler, genel olarak makro ekonomik dengesizlikten ileri gelmektedir. Bu tür dengesizlikler sistemik krizleri başlatmakta, krizlerin tekrarlanması ve derinleşmesi ise sektörün kurumsal ve düzenleyici unsurlarınca belirlenmektedir.
Finansal birkaç aşamada meydana gelmektedir. Finansal ve finansal olmayan bilânçolarda bozulmanın olduğu başlangıç aşamasının, ikinci aşamada bir para krizi takip etmektedir. Üçüncü aşama ise para krizinin bir sonucu olarak ortaya çıkan finansal ve finansal olmayan bilânçoların daha da bozulmasıdır. Bu aşamada ekonominin yıkıcı sonuçları olan sistemik bir finansal krize girme aşamasıdır. Genellikle gelişen piyasa ekonomilerinde, bir spekülatif atak başladığında ve paranın değerinde bir düşüş ortaya çıktığında borç piyasalarının kurumsal yapısı ile ulusal paranın develüasyonu arasında karşılıklı bir etkileşim ortaya çıkmakta ve ekonomi sistemik finansal krize doğru sürüklenmektedir (Mishkin, 2003).
Finansal krizler önlenebilir mi? Bazı makroekonomik göstergelerdeki bozulmalar bir finansal kriz habercisi olabiliyorsa bu tür durumlarda nasıl tedbirler alınabilir? Krizlerin ortaya çıkması önlenemiyorsa, kriz esnasında sürecin en az kayıpla aşılması konusunda neler yapılabilir? Son dönemlerde finansal krizlerin sıklaşması ve şiddetinin artması üzerine bu sorulara yanıt arayan bir literatür oluşmaya başlamıştır. Geliştirilen çözüm önerileri ulusal ve uluslararası düzeyde olmak üzere iki ayrı başlık altında toplanmaktadır. Bunların incelenmesine geçmeden önce kriz göstergelerinin incelenmesinde yarar vardır. Finansal krizlere yönelik teori oluşturma çabaları çerçevesinde ortaya çıkan modellerin ele aldığı önemli konulardan bir tanesi finansal krizler ortaya çıkmadan önce bunların belirtilerinin neler olduğunun ortaya konulmasıdır. Bu amaçla yapılan çalışmalarda finansal krizlerin göstergeleri belirlenmeye çalışılmıştır (Delice, 2003). Erken uyarı sistemleri, IMF’nin para krizleri ortaya çıkmasından önce krizleri öngörebilmek amacıyla oluşturduğu istatistikî ve ekonometrik modelleri ifade etmektedir (Berg and Pattillo, 2004).
Bu bölümde öncü göstergeler asimetrik bilgi yaklaşımı çerçevesinde ele alınacaktır. Asimetrik bilgi problemine ve dolayısıyla finansal bir krizlere yol açan dört faktör vardır (Mishkin, 2001): Faiz oranlarındaki artış, finansal olan ve olmayan sektör bilânçolarının bozulması, borsanın çöküşü ve belirsizlikteki artışlar.
3.1. Bilânçoların Bozulması
Asimetrik bilgi ve finansal yapı üzerine olan literatür finansal aracıların finansal sistemde neden bu kadar önemli bir rol oynadığını açıklar. Finansal aracıların bilânçolarının bozulması, kredi verme yeteneklerini azaltır. Finansal kurumların kredilendirme yeteneklerinin zayıflaması, ekonomik faaliyetlerin yavaşlamasına neden olur. Bu yüzden bilânçolardaki bozulma, finansal krizlerin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynar. Finansal aracılar, bilânçolarının kötüleşmesi nedeni ile sermayelerinde önemli bir daralma yasarlarsa, kredilendirmeyi kesmeyi veya sermaye artırımına gitmeyi tercih ederler. Ancak bilânçoları kötüleşen bu kurumların makul bir maliyetle sermaye artırmaları çok zordur. Bu yüzden bilânçoları zayıflayan finansal kurumların tipik tepkisi, kredilendirmeyi daraltmaktır. Banka bilânçolarındaki kötüleşme yeterince şiddetli ise bankacılık paniğine dahi yol açabilir. Mevduat sigorta sisteminin olmadığı bir durumda bankanın iflası, asimetrik bilgi nedeniyle sistemin bütününe yayılabilir.
3.2. Faiz Oranlarındaki Artışlar
Asimetrik bilgi ve onun sonucu olan tersi seçim problemi kredi tayınlamasına neden olabilir. Kredi piyasasında asimetrik enformasyon; kredi arz edenlerin kredi talep edenler hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı bir durumu ifade etmektedir (Orhan ve Erdoğan, 2008). Yani kredi verenin, riskliliği yüksek projeleri kredilendirmesine yol açabilir. Eğer kredi veren, riskliliği yüksek yatırım projelerini birbirlerinden ayırt edemez ise kredi miktarını azaltmak isteyebilir. Bu durumda daha yüksek faiz oranlarında kredi arzının artmaktan çok azalmasına neden olur. Bu yüzden daha yüksek faiz oranları piyasa dengesini sağlayamayacak ve kredi arzını azaltarak aşırı kredi talebine yol açacaktır. Eğer piyasa faiz oranları yeterince yükselirse artan kredi talebi ve azalan para arzı nedeniyle kredi verenlerin riskliliği yüksek olan borçluları kredilendirme olasılıkları artacaktır. Sonuçta, bankanın fazla kredi talebiyle karşı karşıya kaldığında faiz oranını veya teminat miktarını yükseltmesi karlı olmayabilir. Bu yüzden bankalar iyi ödünç alan ile kötü ödünç alanı ayırt edemediğinde ödünç alıcıları reddedecektir (Stiglitz and Weiss, 199). Riskliliği yüksek olan borçluların yüksek faiz oranlarında borçlanmaya istekli olmaları, riskliliği düşük borçlulardan daha fazladır. Ters seçim nedeniyle finansal aracılar, kredilendirmeye daha az istekli davranacaklardır. Bu ise kredilendirmede sert bir düşüşe neden olacaktır. Kredilendirmedeki düşme, yatırımlarda ve toplam ekonomik faaliyette azalmaya yol açacaktır (Mishkin, 1996).
3.3. Belirsizlikteki Artış
Belirsizlikteki bir artış neticesinde finansal piyasalardaki bilgi daha fazla asimetrik hale gelir ve sonuçta tersi seçim problemi artar. Kredi verenlerin ters seçim probleminin çözümündeki yeteneksizlikleri, onları daha az kredi vermeye istekli hale getirir. Bu da kredilendirmede, yatırımlarda ve toplam ekonomik faaliyetlerde azalmaya yol açar.
3.4. Finansal Olmayan Bilânçolarda Aşınma
Finansal olmayan bilânçolardaki çöküş, finansal piyasalardaki ters seçim ve ahlaki riziko problemlerini artırabilir. Çünkü bunlardaki bir düşme, firmanın net değerinde bir azalmaya yol açar. Net değerdeki azalma, finansal kurumların kredi verme dürtülerini olumsuz etkiler. Çünkü, firmaların net değerinin teminata benzer bir rol oynamasıdır. Teminatın değerinin düşmesi, kredi verene daha az koruma sağlayacağı için kredilendirmeden doğan zararlar daha fazla olacaktır. Ayrıca borsa düşüşünün sonucu olarak net değerdeki azalma, ahlaki riziko problemlerini de artırır.
Yükselen piyasalarda meydana gelen krizler, birçok öncü göstergenin geliştirilmesine yol açmıştır (Uygur, 2001). Bazı değişkenlerdeki gelişmeler önemli bulgular sunmaktadır. Kriz döviz veya bankacılık kaynaklı olduğu için, göstergelerin temel özelliği de genelde döviz rezervi veya döviz üzerinden yapılan sermaye hareketleriyle ilişkili olmaktadır. Yükselen piyasalardaki krizler doğal olarak dış ekonomik ilişkilerdeki gelişmelerle paralellik göstermektedir. Aşağıda Türkiye bağlamında bazı göstergelerin gelişimi yorumlanmaktadır (Toprak, 2001).
· Kısa vadeli dış borç / döviz rezervi: Bir ekonomide kısa vadeli faizler, o ekonomideki parasal istikrar ve dalgalanmanın yani para politikasının bir göstergesi olarak alınabilir. Türkiye'de döviz, faiz ve borsa bu anlamda üçlü bir entegre gösterge sistemi oluşturur. Kısa vadeli faiz oranları, IMF programının uygulanma süresi uzadıkça giderek daha büyük ölçüde dış kaynak girişine duyarlı hale gelmiştir. Dolayısıyla, bu kalemdeki belirsizlik potansiyeli ve riski de artmıştır. Nitekim gecelik faizlerdeki dalgalanmanın büyüklüğü, yaklaşan krizi en açık biçimde haber vermiştir. 2000 yılında kısa vadeli borçların döviz rezervine oranında önemli bir artış eğilimi yaşanmıştır. Programın uygulanma arifesinde bu oran yaklaşık 1 civarında iken, 2000 yılı sonunda 1,5’e yaklaşmıştır. Yine, paralel bir gösterge olarak, kısa vadeli dış borcun ihracat gelirine oranı da aynı dönemler için 0,9’dan 1'in üzerine çıkmıştır.
· Cari açık / döviz rezervi, cari açık /GSYİH: Döviz rezervi azalma, cari açık da artma eğiliminde olunca, doğal olarak cari açığın döviz rezervine oranı da önemli bir artış seyri yaşamıştır. Nitekim, 1999 sonunda cari açığın döviz rezervine oranı yüzde 5.9 iken, bu oran 2000 sonunda yüzde 50'ye ulaşmıştır. Yine cari açığın yurtiçi milli gelire oranı, 1999 sonunda yüzde 0.7 iken, 2000 yılı sonunda yüzde 5'e yaklaşmıştır (Dornbusch, 2001). Bir ülke parasının reel olarak yüzde 25 olarak değer kazanması ve cari açığın yurtiçi milli gelire oranının yüzde 4'e ulaşması durumunda, bu ülkenin kriz ortamına girdiği söylenebilir.
· Döviz kurunun değer yitirmesi, yerli paranın aşırı değerlenmesi: Ayarlanabilir-sabit kur uygulaması nedeniyle TL, 2000 yılı boyunca döviz karşısında değer kazanmaya devam etmiştir. 2000 yılı için, TL TÜFE bazında yaklaşık yüzde 14, TEFE bazında ise yaklaşık yüzde 10 değer kazanmıştır. Dolayısıyla, ekonomisini düzlüğe çıkaracak bir program uygulayan bir ülkede, olması gerekenin tam tersi gelişmeler yaşanmıştır.
· Ekonomide borç/öz-kaynak yapısı: Kriz ortamında bu değişkende önemli ölçüde bir yükselme beklenir. J.P.Morgan'ın Türk bankacılığını inceleyen raporuna göre, Türkiye ekonomisinin, kriz geçiren diğer ülkelerden borç/öz-kaynak çerçevesinde üç önemli farklılık gösterdiği söylenebilir (Morgan, 2001): İlk olarak, borç/öz-kaynak oranı Güney Kore'de yüzde 400, Endonezya, Malezya ve Filipinler’de yüzde 150-200 ve Meksika'da yüzde 83 iken, Türkiye'de Eylül 2000 sonu itibariyle yüzde 40 dolayındadır. İkinci olarak, banka kredilerindeki artış sınırlı olmuştur. Banka kredileri, 1991-1994 arasında Meksika'da reel olarak yüzde 89 artmıştır. Kriz geçiren Asya ülkelerinde de banka kredileri önemli ölçüde artış kaydetmiştir. Üçüncü olarak, krize giren ülkelerde çıkış için pek bir alternatif kalmamışken, Türkiye'de banka sisteminin işleyişini sürdürecek ve yeniden yapılanmasına olanak verecek ölçüde sağlıklı bir banka kesimi mevcuttur.
· Diğer göstergeler: Krizin öncü göstergeleri olarak bankacılık kesimi açık pozisyonunun döviz rezervine veya ihracat gelirine oranı, bankacılık kesimi kredi hacminin döviz rezervine oranı, para arzının (çeşitli tanımlar) döviz rezervine oranı, sermaye hareketlerindeki dalgalanma, kısa vadeli faizlerdeki dalgalanma, borsada yabancı sermaye hareketleri gibi faktörler de önemli ölçüde enformatik olabilmektedir. Finansal piyasalardaki baskının derecesini ölçmek için kullanılan ve faiz oranı, döviz kuru ve resmi döviz rezervindeki yüzde değişmelerin ortalamasını dikkate alan "finansal baskı endeksi" (FBE), Kasım sonu ve Aralık başında finansal piyasalarda önemli miktarda bir baskıya işaret etmektedir. Endeksin ortalaması 1, standart sapması da ortalamadan daha büyük örneğin 1.5 dolayında olduğunda, finansal baskıda kritik eşik aşılmış kabul edilmektedir. Türkiye bu bakımdan kasım ayında kriz sürecine girmiştir (Uygur, 2001).
Finansal krizlere yönelik teori oluşturma çabaları çerçevesinde ortaya çıkan modellerin ele aldığı önemli konulardan biri ekonomide yarattığı sorunlar ve maliyetler nedeniyle finansal krizlerin önceden tahmin edilebilmesi, bunların belirtilerinin neler olduğunun ortaya konulmasıdır. Bu anlamda erken uyarı sistemleri, para krizlerini ortaya çıkmadan önce krizlerin öngörülmesini sağlamak amacıyla IMF tarafından oluşturulan istatistiki ve ekonometrik modellerdir.
Kaminsky ve Reinhart yapmış oldukları çalışmada ne eski literatürde ne de yeni literatürde bankacılık ve para krizleri arasındaki ilişkiye çok fazla dikkat edilmediğini ifade etmişlerdir. Bu iki krize ikiz krizler adını vermişler ve Şili, Finlandiya, Meksika, Norveç ve İsveç deki krizlerin ikiz krizlerin örnekleri olduğunu ve bunlara son dönemlerde yaşanan Tayland, Endonezya ve Kore krizlerinin eklendiğini belirtmişlerdir (Kaminsky, 1997).
Krizi önceden tahmin etmeye yönelik göstergelerin kriz sürecinin habercisi olabilmesi için kritik değerler arasında seyir izlemesi gerekir. Bu değerlere göre makroekonomik politika seçimine gidilir. Kaminsky, Lizondo ve Reinhart’ın yaklaşımına göre, (KLR) her bir değişken analiz edilerek optimal esik değerleri hesaplanır. Herhangi bir gösterge kritik değerin üzerine çıktığında takip eden 24 aylık süre zarfında bir finansal krizin oluşabileceği ihtimalini ifade etmektedir. Göstergelerdeki değişmeler bir yıl önceki değerleri göz önüne alınarak hesaplanmakta ve yüzde olarak değerlendirilmektedir. Göstergelerin herhangi birindeki değişme, kritik değeri %10 ile %20 arasında asıyorsa bu bir kriz sinyali olarak algılanmakta ve gelecek 24 ay içerisinde bir kriz ihtimali öngörülebilmektedir. Kaminsky, Lizondo ve Reinhart’ın yaklaşımına göre değişkenlerin kritik değerlerini bir tablo yardımıyla görmek gerekirse,
Tablo 1. Kaminsky, Lizondo ve Reinhart’ın Çalışmasına Göre Kritik Değerler
GÖSTERGE |
KRİTİK DEĞERLER |
ULUSLAR ARASI REZERVLER |
%10 (-) |
İHRACAT |
%10 (-) |
DIŞ TİCARET HADDİ |
%11 (-) |
REEL DÖVİZ KURU |
%10 (+) |
AŞIRI REEL M1 |
%17 (+) |
M2 ÇARPANI |
%17 (+) |
YURTİÇİ KREDİ/GSYİH |
%19 (+) |
REEL MEVDUAT FAİZ ORANI |
%15 (+) |
M2/BRÜT ULUSLAR ARASI REZERVLER |
%10 (+) |
ÜRETİM ENDEKSİ |
%10 (-) |
Reel Döviz Kuru ve Reel mevduat faiz oranı haricinde diğer değişkenler bir önceki döneme göre değerlendiriliyor. Kritik değer tablosunun altında yer alan kısımda her bir parametre için kritik kabul edilen değerler görülmektedir. Rakamların yanında yer alan (-) ve (+) işaretleri ilgili değişkene göre artışın mı yoksa azalışın mı dikkate alınacağını göstermektedir. Sinyal yaklaşımında esas olan konu, optimal kritik değerin ne olduğunu bulabilmektir. Modelin sinyal verme sıklığı, optimal kritik değerin düşüklüğü ile alakalıdır. Optimal kritik değer ne denli düşükse model o kadar sık sinyal verecektir. Tabi bununla birlikte muhtemel yanlış sinyal verme sayısı da optimal kritik değerin düşüklüğüne bağlı olarak artış gösterecektir. Bu ikinci tip hatadır. Optimal kritik değerin yüksek tutulması her ne kadar yanlış sinyal alımını engellese de bununla birlikte bazı krizlerin de öngörülememesi riskini beraberinde getirebilecektir. Bu da birinci tip hatadır. Kaminsky, Lizondo ve Reinhart’ın tanımlamasına göre birinci tip hata, olası iyi sinyallerin içinde iyi sinyaller olarak hesaplanırken, ikinci tip hata ise, olası kötü sinyaller içerisinde kötü sinyallerin yüzdesi olarak ifade edilmektedir (Karaçor ve Alptekin, 2006).
Birinci ve İkinci tip hatayı matris yardımıyla görmek gerekirse,
Tablo 2. Sinyal Matrisi
SİNYAL DURUMU |
KRİZ VAR( 24 AY İÇİNDE) |
KRİZ YOK |
SİNYAL VAR |
A |
B |
SİNYAL YOK |
C |
D |
KAYNAK: Kaminsky L.; Saul Lizondo ve Carmen Reinhart; “Leading İndicators of Currenciy Crises”, IMF Papers, No:1, s.18.
Matriste yer alan hücrelerin neyi ifade ettiğini sırasıyla açıklamak gerekirse, A, değişkenlerin iyi sinyal gönderdiği ay sayısını, B, göstergelerin kötü sinyal gönderdiği ay sayısını, C, kriz sinyali olmasına karsın göstergelerin krizi işaret etmediği ay sayısını, D, kriz yok sinyali olup göstergelerin krizi işaret etmediği ay sayısını ifade etmektedir. Bu noktada 2. sütün ile 2. satırın kesişiminde bulunan A’nın sıfırdan büyük ve anı zamanda C’nin de sıfıra eşit olduğu bir kombinasyonda 24 ay içerisinde bir krizin oluşacağı öngörülebilir. Yine aynı şekilde 3.sütün 3. satırda bulunan D noktasının ifade ettiği durumda, yani B’nin sıfıra eşit, D’nin de sıfırdan büyük olduğu bir kombinasyon için kriz olmayacağı öngörüsünde bulunulabilir. Buradan hareketle kötü sinyalin iyi sinyale oranını minimize eden (B/A) optimal kritik değeri bulunmuştur. Yukarıda ifade edilenlerden hareketle matriste yer alan C durumu birinci tip hatayı, B durumu ise ikinci tip hatayı temsil etmektedir. Her zaman için birinci tip hata ekonomi açsından ikinci tip hataya oranla daha az maliyetli olmaktadır. Çünkü muhtemel olarak değerlendirilmeyen bir finansal krizin yaşanması ülkede iktisadi kanalların tümünü etkileyecek ve konjonktür olumsuza dönecektir. Bununla birlikte finansal krizi öngörmek için ülkenin topyekûn olarak iktisadi, siyasi ve toplumsal yapısı değerlendirilmelidir. Zira ikinci tip hata olarak ifade edilen durum sadece modelin tahminci başarısızlığı ile ilgili değildir daha ziyade temellerin kırılgan olmasından ötürü krizi önlemek ve ekonomiyi güçlendirmek için uygun politika önlemlerinin alınması gerektiğini gösterirler (Bussier and Fratzzscher, 2002). Kaminsky, Lizondo ve Reinhart, tek bir bileşik kriz göstergesini, göstergelerin ağırlıklı toplamı seklinde hesaplar. Bu işlemde, her bir gösterge kendi kötü sinyal/ iyi sinyal oranının tersi ile ağırlıklandırılır. Örnek olarak verilen endeksin toplam değerini 24 ay içerisinde bir krizin ne sıklıkta takip ettiğini gözlemler ve toplam endeks değerinin her biri için krizlerin olasılığını hesaplar (Karaçor ve Alptekin, 2006).
4. FİNANSAL KRİZLERİ ÖNLEMEK İÇİN FİNANSAL POLİTİKALAR
Mishkin finansal krizler meydana gelmeden evvel onları oluşumunu engellemeye yardım edebilecek finansal politikalar oluşturmuştur. Bununla ilgili toplam on iki finansal reform alanını incelemiştir. Kriz olasılığını önlemek için üç konuda değişim gereklidir: (i) ülke politikaları ve kurumları, (ii) IMF’nin rolü ve diğer resmi finansal kuruluşlar ve (iii) uluslararası sermaye piyasalarının işleyişi (Fischer, 2002)
4.1.Sağduyulu Denetleme Güvenlik ağı, bankaların aşırı risk alma dürtülerini artırarak ahlaki rizikoya neden olur. Bu yüzden hükümetler, aşırı risk alımını önleyecek güçlü bir denetleyici ve düzenleyici sisteme ihtiyaç duyarlar. Bankaların gelişen piyasa ekonomilerinin finansal sistemlerindeki oynadığı önemli rolden ötürü bankacılık sektörü son yıllardaki finansla krizleri yaratmada hayli önemli bir kriter olmuştur. Bankacılık krizlerine yol açan banka bilânçolarındaki azalma finansal krizleri biraz daha yakınlaştıran asimetrik bilgi sorununu artırmaktadır. Dahası bankacılık sektöründeki sorunlar bir döviz krizi olasılığını artırmaktadır. Banka paniklerinin zararlı etkilerinden ötürü, hükümetler bu etkiden kaçınmak için yaygın bir güvenlik ağı oluşturmalıdır. Bu ağdaki azalma finansal krizlerin oluşma olasılığı artıracak olan ahlaki tehlike sorununu ağırlaştıracaktır. Bu yüzden finansal krizlerin oluşmasını önlemek adına hükümetler sağlam düzenleyici ve denetleyici bir sistem oluşturmalı ve bunun devamını sağlamalıdır (Mishkin, 1996). Feldstein Kore’deki finansal sistemin denetleyici ve gözetleyici zayıflığının kriz için temel bir sorun olduğunu ortaya koymuştur. Buna göre Kore sermaye piyasası bazı finansal olmayan kurumların yurtdışından dolar cinsinden yoğun biçimde borçlanmaya gitmiştir. Kore krizi ise toplam dolar cinsinden kısa vadeli yükümlülüklerin ülke toplam rezervlerini aştığını anladığı anda ortaya çıkmıştır (Kaminsky and Carmen, 1998).
Güçlü bir bankacılık denetleme sistemini oluşturmak bir takım formatlarda gerçekleştirilebilir. Öncelikle, gelişmekte olan ülkelerdeki düzenleyici/denetleyici kurumlar işlerini etkin olarak yapabilmek için yeterli kaynağa sahip olmalıdır. Bu kaynaklardan yoksun olunduğunda gözetleyici kurum bankaların riskli aktivitelerini ve ahlaki tehlike sorununa yol açacak olan sermaye yetersizliklerini yeterince denetleyemeyecektir. İkincisi finansal kurumlar için muhasebe gereksinimleri ciddi anlamda desteklenmelidir. Üçüncüsü ise, banka denetleyici kuruluşların acil düzeltici aksiyonları (prompt corrective action) arzu edilmeyen banka aktivitelerine engel olabilecektir. Asimetrik bilgi çerçevesi acil düzeltici aksiyonların sadece bankaları kendi kurum değerlerini düşürecek hareketlerden engellediği için değil aynı zamanda bankaların çok riskli hareketlerden engellediği için de önemlidir. Dördüncü bir neden ise, acil düzeltici aksiyonların öneminden kaynaklanır. Buna göre banka düzenleyici/denetleyici kuruluş sorunları halının altına süpürmeye niyetli politik süreçten de bağımsız olmalıdır. Bunu yapmanın bir yolu merkez bankalarına düzenleyici görevinde yüklenmesidir. Ancak birçok Merkez Bankası bu görevi, kendilerinin de politize edileceğine inandıklarından, istemez.
4.2. Muhasebe standartları ve şeffaflaşma: Doğru muhasebe standartları ve şeffaflık, sağlıklı bir finansal sistemin gelişimi için önemli bir ilk adımdır. Yeterli bilgiye sahip olmadıkça piyasalar ve denetçiler aşırı risk alıcı hareketleri gözlemlemede başarısız olacaklardır. Bu durumun en meşhur örneği sürekli yeşil kredi (evergreening) olarak adlandırılan durumdur. Buna göre birçok ülkede denetim ve muhasebe kuralları bankaların sorunlu ödünç alanlara yeniden kredi vermesi sonucunda batık kredilerin iyi bir şey olarak gösterilir.
4.3. Yasal çerçeve: Yasal çerçeve de finansal sistemin etkin çalışmasını sağlamada önemlidir. Çoğu ülkede yasal çerçevenin yetersizliği finansal piyasalar için ciddi bir problemdir. Eğer mülkiyet hakları belirgin değilse veya onları sağlamak güçse finansal aracılık süreci ciddi olarak aksayacaktır. Kredi piyasasında karşılıklılık tersi seçim ve ahlaki riziko sorununu azaltmada etkin bir politikadır. Çünkü bu iflas durumunda borç verenin kaybını azaltacaktır. Bununla beraber birçok gelişmekte olan ülkede yasal sistem cari varlıkların karşılık olarak kullanılmasına engeldir. Bu da asimetrik bilgi sorunlarını çözmede karşılığın etkinliğini azaltmaktadır.
4.4. Piyasa disiplini: Denetleyici otoritenin finansal kurumları kontrol ederken karşılaştığı iki problem vardır. İlki, finansal kurumların kendilerine ait bilgileri denetleyicilerden gizleme dürtüsüne sahip olmalarıdır. Bu sayede denetçiler niyetleri bu olmasa bile bankaların riskli hareketlerini engelleyemez. Disclosure’a ilaveten iki ilave adım piyasa disiplinini artırabilir. Birincisi, finansal kurumların kredi ratinglerinin olmasını gerektirir. İkincisiyse, tasfiye halinde öncelikli borçların ödenmesinden sonra kalan borç olarak adlandırılan senetlerin çıkartılmasıdır. Eğer bankalar aşırı riskli davranırlarsasubordinated debt’leri satma imkanı bulamazlar. Böylece aşırı riskli hareket etmekten imtina etmeleri sağlanır. İkincisi asil-vekil problemi nedeni ile denetleyicilerin müsamahakâr davranmalarıdır. Bu sakıncalar piyasanın kendisini disipline etmesi ile giderilebilir.
4.5. Yabancı banka girişi: Çoğu ülkede yabancı banka girişini sınırlayan düzenlemeler vardır. Yabancı bankaları tehdit unsuru olarak görmekten ziyade bankacılık sistemini güçlendiren bir fırsat olarak değerlendirmek gereklidir. İlkin, yabancı bankaların varlığı rekabeti getirerek yerli bankaların maliyetleri azaltmasını ve mevcut finansal hizmetlerin etkinliğini artırmasını sağlayarak yerli bankaların canlanmasını teşvik edecektir. Yabancı bankaların varlığı ayrıca banka regülasyonlarının ve denetim ve gözetiminin gelişmesini sağlayacaktır. Bu da yerli bankaların bankacılık işlem kalitesin de gelişmeye katkıda bulunur (Hermes and Lensink).
4.6. Sermaye hareketlerinin kontrolü: Meksika ve Asya krizlerinde krizlerden önce yoğun sermaye krizlerinin, krizlerden sonra ise yine yoğun sermaye çıkışlarının olduğunun gözlenmesi sonucu uluslararası sermaye hareketleri finansal istikrarsızlığın ana kaynaklarından biri olarak dikkati çekmiştir. Sermaye çıkışları döviz kuru kriziyle birleşerek para krizinin nedeni olabilir. Ancak burada Mishkin’in önerdiği çözüm döviz kuru kontrolleri gibi sermaye kontrolleri değildir. Özellikle bankaların aşırı risk almasını ve kredilendirmedeki genişleme olasılığını azaltmak için banka düzenleme ve denetlemelerinin gelişimini sağlamak gereklidir.
4.7. Kamu finansal kurumlarının rolünün azaltılması: Gelişmekte olan ülkelerdeki finansal sistemin bir özelliği de devletin kredilere doğrudan müdahale etmesidir. Kamu finansal kurumları, kar güdüsü ile hareket etmezler. Bu yüzden onların kredileri en verimli yatırım fırsatlarına yönlendirme olasılıkları daha azdır. Bir başka deyişle devlet bankaları zayıf bankacılık sisteminin nedenidir.
4.8. Dış borçlanmanın sınırlandırılması: Gelişmekte olan ülkelerde ve geçiş ekonomilerinde büyük miktardaki dış borç finansal sistemi daha kırılgan hale getirmiştir. Dış borcu yüksek olan ekonomilerde para krizleri ve devalüasyon yaygın bir finansal krizi tetikleyebilir. Ancak bu durum yerli para cinsinden borçlu ülkeler için geçerli değildir. Dış borç, finansal krizden kurtulmayı da zorlaştırır. Yerli para cinsinden borçlu sanayi ülkeleri finansal sisteme likidite enjekte ederek yani genişlemeci para politikası uygulayarak iyileşmeyi sağlayabilir. ancak büyük miktarda dış borcu olan gelişmekte olan ülkelerde parasal otoritenin genişlemeci para politikası kullanarak ülkeyi krizden kurtarması mümkün olmaz. Çünkü bu türden yüksek borçlu ülkelerde yapılan enjeksiyonun yerli parayı aşındırma ihtimali güçlüdür. Bu aşınma da firmaların ve bankaların bilançolarını dış borçlarının yüksek olması nedeniyle bozacaktır. Sonuçtaysa artan borç yükü bu kurumların net değerlerini düşürecektir.
4.9. Batmayacak kadar büyük politikalarının önlenmesi: Çoğu gelişmekte olan ülkede hükümetler, büyük olan ve kendileri ile politik bağlantıları olan kurumları finansal sıkıntıya düştüklerinde desteklemişlerdir ve bu da finansal kurumların aldıkları riskin kaynağını oluşturmuştur.
4.10. Finansal liberalizasyona gidilmesi: Finansal sistemlerin liberalizasyonu ve deregülasyonu son yıllarda neredeyse tüm ülkelere yayılmıştır. Uygulamanın doğru bir sekilde yönetilmemesi felaket derecesinde büyük sonuçlar doğurabilmektedir. Siyasal otoritelerin, finansal sistemleri liberalize etmeden önce sağlam bir finansal yapı, düzenleyici ve denetleyici kurumları inşa etmeleri gerekmektedir. Eski deneyimler göstermektedir ki liberalizasyon banka kredileri imkânındaki artış ve finansal derinleşme sonucu ekonomiler borç patlamaları yaşamaktadır. Ancak bu tehlike ülkeleri liberalizasyon stratejilerini terk etmelerini gerektirmez.
4.11 Parasal politika ve fiyat istikrarı: Para politikası, finansal istikrarın sağlanmasında önemli bir rol oynayabilir. Finansal krizin asimetrik bilgi analizi fiyat istikrarının neden önemli olduğuna dair ilave nedenler ortaya koymuştur. Eğer ülkeler yüksek enflasyon geçmişine sahipse; borç sözleşmeleri döviz cinsinden olmaktadır. Bilindiği gibi bu da finansal krize neden olmaktadır. Merkez bankaları, fiyat istikrarının olduğu ülkelerde yeterli güvene sahiptirler ve finansal krizden kurtulmak için para politikasını etkin olarak kullanabilirler.
5. FİNANSAL KRİZLERİNİ YÖNETMEK
Finansal krizlerin felaket doğurucu sonuçlarını bildiğimizden ötürü politika yapıcıların finansal krizden bir an evvel önce kurtulmak ve finansal krizin ekonomi üzerindeki zararlı etkilerinden kurtulmak için gerekli hamleleri yapması gerekir. Ancak finansal sistemin kurumsal yapısı finansal krizden kurtulmak için otoritelerin alacağı önlemleri belirlemesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu anlamda gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkelerin alacağı önlemler farklılaşmaktadır. Bu yüzden her iki ekonomi için ayrı ayrı durum ele alınarak kurumsal yapının oynadığı rol vurgulanacaktır (Mishkin, 1996).
5.1.Gelişmiş Ülkelerde Finansal Kriz Yönetimi:
Çoğu gelişmiş ülkedeki finansal yapı, merkez bankalarına finansal kriz yaşayan ekonomileri iyileştirme imkânı sağlayan iki özellik sunar: İlki, borç sözleşmelerinin neredeyse tamamı yerel para ile yapılmıştır. İkincisi, enflasyon oranları ılımlı olma eğiliminde olduğu için çoğu sözleşme uzun vadelidir.
Merkez bankasının veri kurumsal yapısıyla finansal krizden kurtulmak için kullandığı ilk yöntem, genişleyici bir para politikası takip ederek finansal sisteme likidite enjekte etmek olacaktır. Enjeksiyon ya açık piyasa işlemleri aracılığıyla ya da bankalara borç vererek (reeskont penceresini kullanarak) bankacılık sektörüne likidite sağlamaktır. Bu tür bir hamle ise para arzını artırarak fiyatların yükselmesine neden olacaktır. Gelişmiş ülkelerde borç sözleşmelerinin yerel para ve uzun vade ile yapıldığı varsayımı altında reflasyonist politika, hane halklarının ve firmaların reel borç yüklerinin düşmesine ve bu yüzden net değerlerinin artmasına neden olur. Net değerdeki artış, finansal piyasalardaki ters seçim ve ahlaki riziko problemlerini azaltır. Yani ters seçim ve ahlaki riziko problemlerinin azalmasını bir finansal kriz başlatmış olur. Ayrıca ekonomiye enjekte edilen likidite, menkul ve gayrimenkul piyasalarının değerlerini (fiyatlarını) yükseltir. Bu da net değerin artması ve tersi seçim ve ahlaki riziko problemlerinin ise azalması demektir.
Federal Reserve’in genişlemeci para politikası ve ekonominin reflasyonist politikası, 1933 sonrası ABD ekonomisinin iyileşmesinde önemli bir etken olmuştur. Federal Reserve’in para arzını ve rezervleri artırmasıyla, fiyatlar genel düzeyini yükseltmiştir. Sonuçta finansal piyasalar iyileşmiş ve ekonomi hızla büyümüştür. Yine 1995’te Japonya’da Japonya Bankası (Bank of Japan), genişlemeci bir para politikası izleyerek bankacılık krizinden ekonominin kurtarılmasında genişlemeci para politikasının etkinliğini göstermiştir.1995’de Japonya Bankası nominal faiz oranları çok düşük seviyelerde olması ve parasal tabanın büyüme oranını artması sonuçlarını üreten daha yüksek miktarda genişlemeci para politikası izlemiştir. Bu politika sonucunda borsa da keskin bir artış olurken ekonomik iyileşme sinyalleri alınmaya başlanmıştır.
Merkez bankasının finansal krizleri iyileştirmede kullandığı ikinci yöntem, son kredi borç mercii olarak kredi vermesidir. Ekim 1987’deki Kara Pazartesi olarak adlandırılan veborsa tarihindeki en büyük günlük düşüş olarak rekor kıran borsa çöküşü, finansal bir kriz üretme potansiyeline sahipti. Borsayı ve ilgili indeks gelecek piyasa fonksiyonlarını korumak için brokerlar müşterilerinin büyük miktarlardaki marj tamamlama taleplerini (margin call) sağlamak için kredi ihtiyacı bulunmaktaydı. Sorunun büyüklüğünü anlamak için söylemek gerekirse sadece iki firmanın ihtiyaç duyduğu miktar 1,5 milyar dolardı. Ancak Federal Reserve’in son kredi borç mercii olarak acil müdahalesi ile kriz engellenmiştir. Böylece görülmektedir ki finansal kriz üretme potansiyeline sahip bir borsa düşüşü Fed’in acil eylem aksiyonu ile kontrolden çıkması engellenmiştir. Daha hızlı bir müdahale daha az borç verme miktarı demektir.
5.2. Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Kriz Yönetimi
Gelişmekte olan ülkelerin kurumsal yapısı, merkez bankalarının finansal krizi iyileştirmesinde güçlüklere yol açabilir. Çoğu gelişmekte olan ülkenin sahip olduğu borcun büyük bir miktarı döviz cinsinden olacaktır. Ayrıca yüksek ve değişken enflasyon geçmişleri, borç sözleşmelerinin vadesinin çok kısa olmasına sebebiyet verecektir. Bu kurumsal özelliklerin sonucu olarak gelişmekte olan ülkedeki bir merkez bankası, finansal krizden kurtulmak için artık genişlemeci para politikası kullanamaz. Çünkü bu durumda uygulanacak olan genişlemeci bir para politikası beklenen enflasyon oranının dramatik olarak yükselmesine neden olacaktır.
Genişlemeci para politikası, bu tür kurumsal özellikleri olan gelişmekte olan bir ülkede uygulandığında beklenen enflasyon hızla yükselir. Enflasyondaki bu ani yükselmenin iç paranın devalüasyonuna neden olması olasıdır. Devalüasyon, firma ve bankaların bilânçolarının bozulmasına yol açar. Çünkü banka ve firmaların borçlarının büyük bir kısmı döviz cinsinden olduğu için reel borç yükleri artar. Borç yüklerinin artması, net değerlerinin düşmesi ile sonuçlanır. Ayrıca artan enflasyonun faizleri de yükseltmesi olasıdır. Faiz oranlarındaki yükselme, faiz ödemelerinin artmasına ve firmaların nakit girişinin azalmasına sebep olur. Öte yandan borç sözleşmeleri çok kısa vadeli olduğu için genişlemeci para politikasından kaynaklanan fiyat yükselişi, firmaların reel borç yükünü azaltarak net değer üzerinde önemli bir olumlu etki yapmaz (Mishkin, 1999).
Gelişmekte olan ülkelerdeki genişlemeci para politikasının net sonucu, hane halklarının, firmaların ve bankaların bilânçolarına zarar vermesi biçimindedir. Bu yüzden ters genişlemeci bir para politikası gelişmiş ülkede verdiği sonucun aksine neden olacaktır. Yani gelişmiş ülkelerdeki iyileştirici etkisinin aksine genişlemeci para politikası, finansal bir krize neden olan faktörlerin gelişmesine yol açar. Bir başka ifadeyle tersi seçim ve ahlaki riziko problemleri artıracaktır.
Benzer nedenler yüzünden gelişmekte olan ülkelerde merkez bankasının son kredi borç mercii faaliyetleri de gelişmiş ülkelerdeki kadar başarılı sonuçlar vermeyebilir. 1987 borsa çöküşü boyunca Federal Reserve son kredi borç mercii olarak müdahalede bulunduğunda enflasyonda önemli bir artış olacağı beklentisi oluşmamıştır. Bununla beraber gelişmekte olan ülkelerin geçmişte yüksek enflasyon deneyimleri olduğu için merkez bankasının finansal kriz anında sisteme likidite enjekte etmesi enflasyon sarmalını yeniden canlandırabilir. Bu yüzden merkez bankasının son kredi borç mercii rolü gelişmekte olan ülkelerde daha ihtiyatlı kullanılmalıdır.
Görüldüğü gibi çoğu gelişmekte olan ülkede finansal bir krizin iyileşmesi, gelişmiş ülkelerdekinden çok daha karmaşıktır. Genişlemeci para politikası gelişmiş ülkelerin aksine çoğu gelişmekte olan ülkede finansal bir krizden kurtulmak için tercih edilmez. Para politikası, iç paraya olan güveni artırmak için ve enflasyonu düşürmek için sınırlanmalıdır. Bu yüzden gelişmekte olan ülkelerde finansal bir krizden kurtulmak için dış kaynağa, yani uluslararası son kredi borç merciine ihtiyaç duyulabilir.
Gelişmekte olan ülkelerin merkez bankalarının, finansal krizleri iyileştirmedeki yeteneklerinin sınırlılığı, dış desteğe olan ihtiyacın haklı bir gerekçesi olarak gösterilebilir. Çünkü dış kaynaklardan sağlanan likidite, yerel otoritenin sağladığı likiditeden kaynaklanan istenmeyen sonuçların hiçbirisine yol açmaz. Dışarıdan sağlanan likidite, enflasyon artışına yol açmaz ve iç paranın değerini stabilize etmeye yardımcı olur. Öte yandan eğer bir ülkeden diğerine finansal krizin bulaşma olasılığı varsa, uluslararası son kredi borç merciine ihtiyaç vardır. Uluslararası son kredi borç merci, gelişmekte olan ülkeye rezerv sağlayarak spekülatif ataklara karsı koruyabilir. Böylece o ülkenin parası devalüe olmaktan kurtulmuş olur. Ancak asimetrik bilgi yaklaşımı, makul bir gerekçe sunmuş olsa dahi, uluslararası son kredi borç merci ahlaki riziko problemlerine yol açabilir. Çünkü mevduat sahipleri, kriz anında korunacaklarını umarak bankaların faaliyetlerini gözetlemekten vazgeçebilirler. Sonuçta bankalar, aşırı risk almaya teşvik edilmiş olur. Ahlaki riziko problemlerini yeterince sınırlandıramayan uluslararası son kredi borç merci, durumu daha fazla kötüleştirebilir (Mishkin, 2000).
Asimetrik bilgi yaklaşımı, finansal krizlerin meydana gelmesinde bankacılık paniklerinin önemli bir rol oynadığını kabul eder. Ancak, finansal krizlerin meydana gelmesinde başka faktörlerin de etkili olduğunu kabul eder. Bu yüzden asimetrik bilgi yaklaşımına göre, son kredi borç mercii, asimetrik bilgi probleminin var olduğu finansal sistemin bankacılık dışındaki sektörlerine de likidite sağlamakla yükümlüdür (Mishkin, 1991).
Mishkin, uluslararası son kredi borç merciinin etkin olarak islemesi için gereken temel ilkeleri su sekilde sıralamıştır:
a) Finansal sisteme olan güveni yeniden oluşturmak. Güvenin olmadığı bir finansal piyasa katılımcılar tarafından terk edilecektir. Bu yüzden finansal sistem fonları en verimli yatırım alanlarına aktaramayacaktır. Güvenin yeniden tesisi için aşağıdaki önlemlerin alınması gereklidir.
b) Finansal sistemin faaliyetlerine yeniden başlaması için likidite sağlamak. Finansal sistemin işleyişini sağlamada ve güveni yeniden tesis etmede atılması gereken ilk adım, bol likidite sağlamaktır. Ancak finansal sisteme enjekte edilen likiditenin etkili olabilmesi için aşağıdaki üç ilkenin izlenmesi gereklidir.
c) Hızlı likidite sağlamak. Likiditenin istenen sonuçları sağlayabilmesi için ilk olarak kredinin hızlı bir sekilde verilmesi zorunludur. Başarılı son kredi borç merci operasyonlarının önemli bir özelliği, hızlı bir sekilde kredi sağlanmasının toplam verilen kredi miktarını azaltmasıdır. Merkez bankasının çabuk hareket etmesi, bankalara finansal sistemin işleyeceğinin garantisini vermektedir. 1987 borsa çöküşünde Federal Reserve çok hızlı hareket ettiği için piyasaya verilen likidite miktarı da az olmuştur. Tersine Meksika ve Güney Doğu Asya krizlerinde geç kalındığı için verilen likidite 100 milyar $ ı aşmış ve krizin etkileri de derinleşmiştir.
d) Bilânçoların iyileştirilmesi. Likiditeden istenen sonuçları alabilmenin ikinci koşulu, bilânçoların iyileştirilmesidir. Bilânçoların iyileştirilmesi, ödeme gücünü yitiren firmaların tasfiyesini ve bir miktar kamu fonu enjekte edilmesini gerektirir. Böylece sağlam firmalar, bu firmaları varlıklarını satın alabilirler. Ödeme gücünü yitiren firmaların faaliyetine izin verilmesi, bu firmaların aşırı risk almalarını teşvik edecektir.
e) Ödeme gücünü yitiren firmaların sahiplerinin cezalandırılması. Ahlaki riziko, ödeyebilirliğini yitiren kurumların sahiplerinin cezalandırılacağının garantisi verilerek sınırlandırılabilir. Gelişmekte olan ülkelerde ödeyebilirliğini yitiren finansal kurumların sahiplerine, faaliyetlerine devam etme imkânı veren fonlar sağlanır. Onların kurtarılmaları, ahlaki riziko problemine yol açarak finansal kriz olasılığını artırır. Ahlaki riziko, ödeyebilirliğini yitiren kurumların sahiplerinin cezalandırılacağının garantisi verilerek sınırlandırılabilir.
f) Yeterli bir denetim mekanizmasının teşviki. Mevduat sigortasının sakıncaları, iyi isleyen bir denetim mekanizması sayesinde sınırlandırılabilir.
g) Reformları uygulayan ülkelere kredi vermek. Kriz yaşanan ülkelerde politikacılar, reformları uygulamaya direnebilirler. Bu yüzden reformları uygulama güvencesi veren ülkelere kredi verilmelidir.
h) Son kredi borç merci işlemlerine nadiren ve kısa süreli başvurmak. Son kredi borç mercii işlemlerinin getirisi ile ahlaki riziko problemleri arasında takas ilişkisi vardır. Bu nedenle son kredi borç merci müdahalelerine sadece zorunlu hallerde başvurulmalıdır. Yani son kredi borç merci müdahaleleri, sadece çok nadir ve kısa süreli başvurulduğunda başarılı olacaktır (Mishkin, 2000).
Her ne kadar kriz yaşayan ülkeler kendi krizlerini kendileri yönetse de IMF’in yakın yönetim ve denetimine de ihtiyaç duymaktadırlar. IMF’nin krizlere karşı yaklaşımı son krizlerde değişiklik göstermeye başlamıştır. IMF’nin değişen bu politikalarının krizleri yönetmede başarılı olup olmadığının değerlendirilmesi ve bu politikaların gelecekte daha da sağlamlaştırılmasının hayati bir önemi vardır (Feldstein, 2002).
Finansal krizin yapısına bağlı olarak, IMF destekli programlar kapsamında ortaya konulan politika önerisi üç temel elemana sahiptir: gayri resmi parayı yerinde tutmaya yönelik tedbirlerle birlikte geniş kapsamlı kamusal finans paketleri, benzeri görülmemiş yapısal reformlar bütünü ve krize karşı koymaya yönelik makroekonomik politikalar (Lane, 1999).
Öncelikle, IMF tarihi boyunca cari kriz yönetimleriyle ilgilenmek yararlı olacaktır. 1980’li yıllarda önce Meksika daha sonra tüm Latin Amerika ülkeleri dış borcun ödenememesinden ötürü ciddi finansal krizlerle karşı karşıya gelmişlerdir. Borç genellikle ABD’nin ve diğer sanayileşmiş ülkelerin merkez bankalarından alınmaktaydı. Ancak, Latin Amerika hükümetleri fonları cezp edilme ve borçlarını ödeyebilme yeteneklerini doların değer kazanması, reel dolar faiz oranlarındaki dramatik artış ve bu ülkelerin mallarına olan talebi azaltan küresel resesyon gibi çeşitli faktörler neticesinde kaybettiler. IMF bu duruma öncelikle borç alan ülkelere en azından acil borç sorumluluklarından bir kısmını karşılamaya yetecek kısa vadeli krediler ile cevap vermiştir. Daha sonraysa borç krizine giren ülkelerde üç şeyi yapmaya uğraş vermiştir. İlkin, kriz ülkelerine para ve maliye politikalarını sürdürülebilir dengeli cari hesap oluşturmayı sağlayacak şekilde ayarlamalarını tavsiye etmiştir. İkinci olarak borçlu ülkeler ile borç veren ülkeleri borçların yeniden yapılandırılması adına bir araya getirmiştir. Son olarak ise borçlu ülkelerin borç veren ülkeler adına para ve mali performanslarını gözlemiştir (Feldstein, 2002).
1990’lı yıllarda Tayland’da başlayan ve oradan tüm güneydoğu Asya’ya ve oradan da Latin Amerika’ya yayılan kriz daha önceki krizlerden iki temel farkla ayrışmaktadır. Bu farklardan birincisi borcun kaynağı sanayi ülkelerinin ticari bankaları değildi ancak bonolara ve sekuritize kredilerdi. İkincisi ise, borç veren ülkeler değil özel ticari bankalar ve finansal olmayan şirketler kriz ülkelerine karşı egemendi. Bu krizin ortaya çıkmasının üç nedeni bulunmaktadır. Sabit ve ayarlanabilir döviz kuru yönetimi sonucunda döviz kurunun aşırı değerlenmesi sonucu oluşan cari işlemler hesabı açığı; kısa dönemde çevrilemeyecek kadar çok olan aşırı kısa dış borçlar ve zayıf bankacılık sisteminin yarattığı banka panikleri. Her ne kadar IMF krizlere karşı ülkeden ülkeye farklı politikalar önerse dahi her durumda temel yaklaşımı aynıdır. Fon bütçe açıklarını azaltmak ve nakit azalmasının önüne geçmek için dalgalı kur sistemine geçilmesini önerir. Ayrıca özel ve merkez bankacılığında reforma gidilmesi, özel firmalara devlet desteğine son verilmesi veya bazı ürünlere uygulanan sübvansiyonun ortadan kaldırılması, mal ve sermaye piyasalarını serbestleştirmesi gibi birçok alanı kapsayan yapısal reformların yapılmasının gerekli olduğunu söyler. Eğer krize girmiş ülkeler bu reformları gerçekleştirebilirse IMF’den kredi alabileceklerdir.
Son dönemlerde IMF’in kriz yönetimi eleştiriye uğramıştır. Vasques’e göre 20 yıl veya daha uzun süreden beri yaklaşık yetmiş ülke IMF kredilerine bağlı kalmıştır. Bir ülke IMF yardımına mecbur kaldıysa bu demektir ki müteakip yıllarda da IMF’den gelecek bir krediye ihtiyaç duyacaktır (Vasques, 2003). IMF’in uyguladığı kredi politikası, ülkeleri ve özel kesimi daha fazla risk almaya teşvik etmektedir. Buda, mali disiplinsizliğe neden olmaktadır. Ahlaki risk konusunda özellikle liberaller IMF’in iki yolla ahlaki riske yol açtığını ileri sürmektedirler. Birinci, hükümetleri uyguladıkları kötü politikaların sonuçlarına katlanmaktan kurtararak, onları hatalarını tekrara teşvik etmektir. İkincisi ise, ihtiyatsız yatırımcıları da kurtararak, onların umursamazlıklarını ödüllendirmektedir (Özbilen).
IMF’ın kredi paketleri aracılığıyla finansal krize girmiş olan ülkeler borç servislerini karşılayabilmektedir. IMF büyük miktarlardaki kredi paketlerini kriz ülkelerinin rezervlerini yeniden sağlamaları ve piyasa güvenini yeniden inşa etmelerinin bir yolu olarak tanımlamaktadır (Feldstein, 2002). Gerçekten de yapılan kredi ödemeleri Asya bankalarınını iflasını önlemiş ve para yabancı bankalara gitmiştir. IMF’in bu desteği, yabancı bankaların gelişmekte olan ülkelere korkmadan borç vermelerini özendirmektedir. Gerçekten de, IMF’in kurtarması yüksek riskli ülkelere de borç vermeyi özendirmektedir. Böyle IMF’in kurtarma çabasının sonucunda yabancı bankaların borç vermesi daha sık finans krizlerine yol açabilmektedir. Özetle IMF ahlaki risk oluşturmaktan nasıl kaçınabileceğini hala çözmüş değildir (Vasques, 2003).
Friedman ve Schwartz, parasal istikrarsızlılığın temelinde bankacılık paniklerini göstermiştir. Bankacılık panikleri, para arzı ve dolayısıyla da ekonomik faaliyet üzerindeki etkileri nedeniyle önemlidir. Mevduat sigortası veya güvenilir bir son kredi borç mercii bankacılık paniklerinden korunmak için gereklidir. Finansal krizleri açıklamaya yönelik bir diğer görüş ise Fisher Minsky ve Kindleberger tarafından geliştirilmiştir. Buna göre ekonominin genişlemesi, yeni ve karlı yatırım fırsatlarına neden olan bazı dışsal olaylar tarafından hızlanır. Dışsal şok, fiyat ve üretim artışına yol açan yeni yatırımları cesaretlendirir. Karların yükselmesi daha fazla yatırıma yol açar ve sermaye kazancı spekülasyonlarına neden olur. Bu süreç, borçlanarak finanse edilir. Kredi miktarındaki artış, para arzını artırır. Ayrıca artan iyimserlik de parasal genişlemeyi destekler. Sonuçta fiyatlar yükselir. Fiyat artışı, nominal borcun reel değerini düşürerek borçlanmayı daha fazla körükler. Bu süreç, genel bir aşırı borçluluk durumuna ulaşıncaya kadar sürer. Diğer bir yaklaşım olan asimetrik bilgi yaklaşımına göre, finansal kriz, finansal piyasalardaki bilgi akışının aksadığı ve bu yüzden finansal piyasaların görevlerini yapamadığı bir durumdur. Finansal piyasalar, fonları en verimli yatırım fırsatlarına etkin bir şekilde kanalize edemezler. Sonuçta yatırımlardaki azalmaya bağlı olarak da ekonomik faaliyetlerde bir daralma gerçekleşir.
Son yıllarda finansal krizleri tahmin etmeyi amaçlayan çalışmalar artmıştır. Finansal krizlere olan duyarlılığı artıran faktörlerin belirlenmesinin finansal krizlerin tahmin edilebilirliğine katkısı üzerinde durulan bir konudur. Finansal krizlerin önceden tahmini, sorumlu otoritelerin önceden tedbir almalarına olanak sağlayacaktır. Finansal krizlerin tam zamanını tahmin etmek başarılamasa da, kriz olasılığını artıran faktörlerin belirlenmesi finansal krizlerin tahminine imkân sağlayacaktır. Finansal krizlerin tam olarak gerçekleşeceği zamanı tayin etmenin zorluğu ortadadır. Bununla beraber bir ülkenin finansal krizlere olan duyarlılığını artıran faktörlerin belirlenmesi, krizlerin tahmin edilebilirliği bakımından önemlidir. 1980 sonrası ülkemizde yaşanan finansal krizlerin gerçekleşmesinde dışsal faktörlerden ziyade finansal ve içsel faktörlerin etkin rol oynadığı gözlenmiştir Bu tahmin sayesinde finansal krizleri önlemeyi ve finansal kriz bir kere gerçekleştikten sonra onun yönetimi daha da kolaylaşacaktır.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin finansal sistemlerinin kurumsal yapıları farklılık göstermektedir. Bu yüzden karar alıcıların, gelişmekte olan ülkelerde meydana gelen finansal krizleri önlemeye yönelik politikaları belirlerken kurumsal yapıdaki bu farklılığı hesaba katmaları gerekmektedir. Uluslararası son kredi borç merciinin uluslararası finansal sistemin işleyişinde önemli bir rol üstlenebileceği iddia edilmektedir. IMF, uluslararası son kredi borç mercii olma niteliklerine sahip tek uluslararası finansal kurum olarak görünmektedir. Bununla beraber IMF’in mevcut faaliyetlerinin bu rolün etkin işleyişini engelleyebileceği ile ilgili endişeler vardır. Özellikle ülkelerin farklı yapısal özelliklerinin olduğu düşünüldüğünde ve krizden çıkışta aynı nitelikte programların önerilmesi IMF tipi istikrar programlarının ve IMF’nin krizlere yönelik önerilerinin eleştirilmesine neden olmaktadır. Bu eletiriler daha çok uygulanan programların ekonomik büyümeyi azalttığı ve kriz sürecindeki durgunluğu daha da artırdığı yönündedir.
Son yıllarda gelişmekte olan ülkelerde giderek sayıları artan ve ülke ekonomileri için yüksek maliyetlere yol açan finansal krizler yaşanmıştır. Bununla beraber finansal krizlerin nedenleri ve alınması gereken önlemlerle ilgili önemli adımlar atılmıştır. Asimetrik bilgi yaklaşımı, finansal krizlerle mücadelede politik karar alıcılar için yol gösterici olmuştur.
KAYNAKLAR
Altıntaş, Halil. “Bankacılık Krizleri, Nedenleri ve Ekonomik
Maliyetleri”, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergisi, Sayı: 22, Ocak-Haziran 2004.
Berg, Anderw and Pattillo, Catherine. “Assesing Early Warning Systems: How Have
They Worked in Practice?”, IMF Staff Papers No:52, 2005.
Bussier, Matthiue and Fratzzscher, Marcel. “Towards A New Early Warning System
of Financial Crises” , ECB Working Paper Series, No: 145, 2002.
Bustelo, Pablo. “Novelties Of Financial Crises in the 1990s and the Search For
New Indicators”, http://www.ucm.es/info/eid/pb/BusteloEMR00pp.pdf,
(09.01.2009),1990.
Chang R. and
Velasco, A. Financial Crises in Emerging Markets: A Canonical Model, NBER
Working Paper, 6606, 1990.
Chan-Lau J.A. and Chen, Z. “Financial Crisis and Credit Crunch as a Result of
Inefficient Financial Intermediation-with reference to the Asian Financial
Crisis”, Mimeo, IMF
Research Department, 1998.
Chioda, Abbigail and Owyang, Michael T. “A Case Study
Of A Currency Crises: The Russian Default of 1998”, http://research.stlouisfed.org/publications/review/02/11,
(19.01.2009), 1998.
Corsetti, G., Pesenti P. and Roubini,
N. "What Caused the Asian Currency and Financial Crisis", Mimeo, 1998.
Delice, Güven. “Finansal Krizler: Teorik ve Tarihsel
Bir Perspektif”, Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı 20, 2003.
Disyatat, Piti. “Currency crises and The Real Economy: The Role of Banks”, IMF
Working Paper,WP1/49, 2001.
Dornbusch, Rudiger. A Primer on Emerging Market Prices, NBER Working Papers, 11-13
Ocak 2001.
Edwards, Sebastian. “Does The Current Account Deficit Matter?” NBER Working
Papers, No:8275, http://www.nber.org/papers/w8275 , (19.01.2009),
2001.
Eichgreen Barry and Bordo; Michael D. “Crises Now and Then: What Lessons From
The Last Era Of Financial Globalization?”, NBER Working Papers, No:
8716, http://www.nber.org/papers/w8716,
(13.01.2009), 2002.
Erkekoğlu, Hatice ve Bilgili, Emine. “Parasal Krizlerin Tahmin Edilmesi: Teori
ve Uygulama”, http://iibf.erciyes.edu.tr/dergi/sayi24/herkekoglu.pdf
(19.01.2009).
Feldstein, Martin. “Economic and Financial Crises in Emerging Market Economies:
Overview Of Prevention and Management”, NBER Working Papers No:8837, http://www.nber.org/papers/w8837(19.02.2009),
March 2002,
Feldstein, Martin. “Self Protection for Emerging Market Economies”, http://www.nber.org/papers/w6907(19.01.2009).
Fischer, Stanley “On the Need for an International Lender of Last Resort”, Journal
of Economic Perspectives, Volume 13, Number 4, Fall 1999, s.12, http://people.colgate.edu/nsimpson/teach/fischer99.pdf(19.02.2009)
Fischer, Stanley. Financial Crises And Reform Of The International Financial
System, NBER Working Papers,9297, http://www.nber.org/papers/w9297,
2002.
Goldstein, M. The Asian Financial Crisis:Causes, Cures and Systimc
Implications, Institute for International Economics, 1998
Goldstein, Morris and Turner, Philip. “Banking Crises in Emerging Economies: Origins
and Policy Options”, http://www.bis.org/publ/econ46.pdf?noframes=1,
(17.01.2009)
Graciela L. Kaminsky and Carmen M. Reinhart: Financial Crises in Asia and Latin
America: Then and Now, The American Economic Review, Vol. 88, No. 2 May
1998.
Greenspan, Alan. “Dünyadaki Son Ekonomik Gelişmeler Üzerine Değerlendirme”,
çev.:M.Alparslan-S.Sırmacı, Bankacılar Dergisi, Sayı 26, 1998.
Güloğlu, Bülent ve Altunoğlu, A. Ender. “Finansal Serbestleşme Politikaları ve
Finansal Krizler: Latin Amerika, Meksika, Asya ve Türkiye Krizleri Üzerine”, İÜ
SBF Dergisi, No:27 Ekim 2002.
Gür, Timur ve Tosuner, Ayhan “Para ve Finansal Krizlerinin Öncü Göstergeleri, HÜ
İİBF Dergisi, Cilt20, Sayı 1, 2002.
International Monetary Fund, World Economic Outlook, Washington, 1998.
Joseph Stiglitz, A.Weiss “Credit Rationing in Markets with Imperfect
Information”. www.cepa.newschool.edu/het/profiles/stiglitz.htm - 17k (19.01.2009).
Kaminsky, Graciela., Carmen L. and Reinhart, M. “The Twin Crises: The Cause of
Banking and Balance of Payment Problems”, http://home.gwu.edu/~graciela/home-page/research-work/workıng-papers/twin-crises.pdf
(16.01.2009).
Karabulut, Gökhan. Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizlerin Nedenleri,
Der Yayınları, İstanbul, 2002.
Karaçor, Zeynep ve Alptekin, Levent. “Finansal Krizlerin Önceden Tahmin Yoluyla
Değerlendirilmesi” Celal Bayar Üniversitesi Yönetim Ve Ekonomi Dergisi,
Cilt 13 Sayı 2, 2006.
Krugman, Paul. “Currency Crises”, http://web.mit.edu/krugman/www/crises.html,
1998.
Mankiw I. and Romer, New Keynisian Economics, Volume
2:Coordination, Failures, and Real Rigidities,1991.
Mishkin Frederic .S. The Economics of Money, Banking and Financial Markets,
Seventh Edition, Pearson Addison Wesley, 2004.
Mishkin Frederic S. “Understanding Financial Crises: A Devoloping Country
Perspective”, NBER Working Paper Seriews, Working Paper No.5600, May
1996.
Mishkin, Frederic S. “Asymmetric Information and Financial Crises: A Historical
Perspective”, NBER, Working Paper, No. 3400, July 1990.
Mishkin, Frederic S. “Financial Policies and The Prevention Of Financial Crises
in Emerging Market Countries”, NBER Working Paper, No:8087, http://www.nber.org/papers/w8087
(19.01.2009)
Mishkin, Frederic S. “Lessons from Asian Crisis”, NBER Working Paper Series,
No.7102, April 1999, http://www.nber.org.papers/w7102 (04.01.2009)
Mishkin, Frederic S. “The Anatomy of Financial Crises” NBER Working Papers
No:3934, 1991.
P. Dooley, Michael and Frankel, Jeffrey A. “Managing Currency Crises In
Emerging Market”, 2003, http://www.nber.org/books/dool03-1(11.02.2009)
Pesenti, Paola and Tille, Cedric “The Economics Of Currency Crises and
Contagion:An Introduction”, http://www.newyorkfed.org/research/epr/00v06n3/0009pese.pdf(19.01.2009),
2006.
Rodrik, Doni. “Governing the Global Economy: Does One Architectural Style Fit
All?”, http://ksghome.harvard.edu/~drodrik/ifa2.pdf(19.01.2009)
Sachs, Jeffrey D. “The Internatıonal Lender Of Last Resort: What Are The
Alternatıves?”, http://www.bos.frb.org/economic/conf/conf43/181p.pdf
(12.01.2009)
Seyidoğlu, Halil. Uluslar arası Finans, Güzem Yayıncılık, İstanbul,
2001.
Tay, Arzu. “Erken Uyarı Sistemleriyle Finansal Krizlerin Analizi: Türkiye ve
Geçiş Ekonomileri Örneği”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007.
Toprak, Metin. “Yükselen
Piyasalarda Finansal Kriz”, 2001, http://metin.toprak.googlepages.com/(19.01.2009)
Uygur,
Ercan. Krizden Krize Türkiye: 2002 Kasım ve 2001 Şubat Krizleri, www.tek.org.tr/dosyalar/KRIZ-2000-20013.pdf,
(19.01.2009), 2002.
Vasques, Ivan. “Uluslararası Finansta Alacaklı-Borçlu İlişkilerinin
Onarımı”, Kapitalizm ve Küresel Refah, Liberte Yayınları, 2003.