YIL: 12

SAYI: 139

TEMMUZ  2009

 

 

önceki

yazdır

 

 

  Doç.Dr. Hakan ALTINTAŞ

 

  Dr. Abdullah URUL

 

                                                                                                   

  

KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE ÇEVRESEL PROBLEMLERE LİTERATÜR IŞIĞINDA BİR BAKIŞ


 Özet

Refah ve yaşam kalitesinin uzun dönemli sürdürülebilmesi için tüm insanlığın dünya çapında sağlıklı bir çevreye olan gereksinimi gün gittikçe çevrenin korunmasına yönelik çabaları ve dolayısıyla talebi de artırmaktadır. Hava, su ve toprak kirliliği, biyolojik çeşitliliğindeki tehlikeli boyutlara varan azalmalar ve insan faaliyetlerinden kaynaklanan atıkların sebep olduğu ozon tabakasındaki incelme gezegenimizdeki dengeleri zedelerken tüm canlı organizmaların gelecekte karşı karşıya bulunacağı tehlikeleri de beraberinde getirmektedir.

 

Anahtar Kelimeler: Çevre sorunları, Çevresel kriz, Kirlilik, Sağlık.

 

A LITERATURE REVIEW OF THE CURRENT ENVIRONMENTAL PROBLEMS

 

Abstract

The need for a long-term sustainable welfare for all humanity and ecosystems is increasingly leading to new efforts and thus demand for the protection of the environment. Air, water, and soil pollution, reduction in the biodiversity to a dangerous level, and thinning of the ozone by human activities tend to disturb ecological equilibrium of our globe, leaving all humanity and ecological communities with a dangerous future.

 

Key Words: Environmental Problems, Environmental Crise, Pollution, Health.

1. GİRİŞ

Bugün dünyanın karşılaştığı çevre krizi küresel ölçekte olup, dünyanın var oluşundan bu yana hiçbir zaman tek eksenli olmamıştır ve çevresel problemler oran ve yoğunluk olarak kısa zamanda artmıştır. Çevresel krizin sebepleri çok karmaşık olduğu gibi kısa dönemli çözümler de mümkün değildir. Son 15-20 yıl içinde çevre sağlığı ile ilgili sorunlar bir hayli artmış ve aynı zamanda büyük önem kazanmış bulunmakta­dır. Günümüzün gelişmiş ülkelerinde, ilk endüstri faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte bir yandan sosyo-ekonomik standartların süratle yükselmesi, her türlü ihtiyaç malzemelerinin üretilmesi için yaygın bir gereksinim yaratırken, diğer yandan da bu faali­yetlerin giderek hızlanarak artması, doğal kaynakların aşırı kul­lanımı ile birlikte çeşitli çevre kirliliklerini de beraberinde getirmiştir (Baran, 1997:2).

 

Çevre duyarlılığının çok kısa sayılabilecek bir sürede bu kadar artmış olmasının kuşkusuz önemli nedenleri var. Bir süreden beri açıkça görülmeye başlayan çeşitli çevresel kirlenme ve bozulmaların son yıllarda büyük bir ivme kazanmış olması dikkatleri bu konuya çekmiştir. Hava kirliliğinin başlıca aktörleri olan ve atmosferde “sera” etkisi ile gündeme gelen gazların artması sonucunda yeryüzü sıcaklığı yükselmekte ve iklimler değişmektedir; ozon tabakasının incelmesi sonucu ultra viyole ışınların zararlı etkisi artmakta; toksik kimyasal maddeler ve zararlı atıkların artması sonucu hava, su ve toprak kirlenmesi yüksek düzeylere çıkmakta; ormanların tahrip edilmesi, toprağın erozyonu, suların kirlenmesi ve kıyıların düzensiz kullanılması ekosistemleri derinden etkilerken bitki ve hayvan türleri bir daha geri gelmeyecek şekilde ebediyen ortadan kaybolmaktadır.

            “Çevre sorunlarının, içinde olduğumuz döneme gelinceye kadar olan tarihsel gelişimi ve giderek acil bir nitelik kazanmış olmasının nedenlerini tek bir faktörle açıklamak gerçekçi olmaz. Bu gelişmede uzun yüzyıllar boyu fazla bir değişme göstermeyen dünyadaki nüfus artışının 1850’lerden sonra bir artış eğilimine girmesi ve daha sonra 20. yüzyılın ikinci yarısında bir patlama göstermesinin rolü büyüktür. Günümüzde dünya nüfusu 6.3 milyar olup, yılda ortalama %1,7 artmaktadır (WRI, 2003). Nüfusun kendi iç dinamiği nedeniyle her yıl dünya nüfusuna yüz milyona yakın insan ekleniyor. Bu sayı daha önce hiç bir dönemde rastlanılmadığı kadar yüksektir. Yıllık nüfus artışının %90’ı gelişmekte olan ülkelerde yaşanmaktadır. Yapılan projeksiyonlara göre büyük bir olasılıkla dünya nüfusu 2025 yılında 8,5 milyarı, 2050’de 9 ile 10 milyarı bulacak; gelecek yüzyılın sonlarına doğru 11,3 milyar düzeyinde durağan hale gelecektir (WWI, 2002: 68).

            Son elli yılda dünya nüfusunda görülen artış inanılmaz derecede yüksektir. Söz konusu dönemde nüfustaki artış, 1950 yılına kadar geçen 500.000 yılda ulaşılan nüfus düzeyine eşittir. Geçmiş dönemlerde nüfus artışı çok yavaş olduğu için çevrede meydana gelen değişmelere uyum nispeten kolay olmuştur. Günümüzde ise çok hızlı artışlar karşısında nüfus ile çevrenin birbirine uyum göstermesi için süre çok kısadır. Statik bir teknoloji karşısında hızlı nüfus artışının çevre sorunlarını ağırlaştırmaması mümkün değildir. Geleceğe yönelik projeksiyonlar yalnızca gelecekteki çevresel bozulmayı değil aynı zamanda barınma, beslenme imkânlarının da artırılmasını gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Bu kadar yüksek düzeydeki nüfusun ve bu ölçekteki nüfus artışının çevre ve doğal kaynaklar üzerinde çok uzun süre sürdürülmesi mümkün olmayan baskılar yaratması kaçınılmaz görülmektedir (Ehrlich ve Ehrlich, 1991).

Son iki yüzyıllık süreç içerisinde kömür, petrol gibi fosil kaynaklı yakıtların başlıca enerji kaynağı olarak yoğun bir şekilde tüketilmiştir. Fosil yakıtların sanayide, ulaştırmada ve ısınmada kullanılması işgücü verimliliğini önemli ölçüde arttırarak bugünün sanayileşmiş ülkelerinde ekonomik büyüme sürecini ve kentleşmeyi başlatmıştır. Sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte gelirlerin artması tüketime de yansımış bunun sonucunda kentlerden kaynaklanan atıkların hacminde de bir artışa yol açmıştır. Böylece fosil yakıt kullanımına dayalı sanayileşme bir yandan nüfus artışlarını desteklerken, diğer yandan da artan tüketimle birlikte çevre kirlenmesinin önemli boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Hızlı tüketim ve nüfus artışı karşısında fizik çevrenin devamlı kirlenmesi ve bozulması ile çevrenin kalitesinde de değişmeler görülecektir. İnsan ile çevresi dina­mik bir sistemi teşkil etmektedir ve bir bütün olarak düşünülmelidir.

2. Sera Etkisi ve İklim Değişikliği

 

Yapılan araştırmalarda atmosfer için­de karbondioksit ve süspansiyon halindeki partiküllerden ve fosil ya­kıtlarının aşırı kullanımı sonucu atmosferde karbondioksitin artışı ile genel bir ısı yükselmesi hipotezi Chamberlain tarafından ortaya atılmış (Chamberlain, Foley, MacDonald, 1982: 253-277). Dünyanın ortalama olarak ısısı 1958'den 1963'e kadar %1,6 artık göstermiş ve diğer yönden hava­da süspansiyon halindeki partikülleri dünya ölçüsünde bir artış kaydet­miştir (HEI, 2001: 32).

2007 Ocak ayında yayınlanan İklim Değişikliği I. Ulusal Bildirimi’ne göre ise CO2 emisyonu 2003 ve 2020 yılları arasında emisyonları azaltıcı hiçbir önlem alınmadığı taktirde yıllık ortalama yüzde 6.3 oranında artacak ve 2020 yılında yıllık 604 milyon tonu bulacağı tahmin edilmektedir. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse gelişmiş ülkelerden Fransa’nın 2020 yılı emisyonu 494 milyon ton (2004-449 milyon ton) olarak tahmin edilmektedir. TÜİK’in nüfus projeksiyonları ADNKS kapsamında henüz güncellenmediği için Amerikan Sayım Bürosu’nun (US Census Bureau) yaptığı nüfus projeksiyonlarına dayanarak 2020 yılında Türkiye nüfusunun yaklaşık 80 milyon olacağı öngörülmektedir. Bu da kişi başı 7.5 tonluk bir CO2 emisyona denk düşüyor. İklim değişikliği ile mücadelenin en önemli ayaklarından biri olan sera gazı emisyonlarını azaltma konusunda Türkiye, Kyoto Protokolü’nün 2012 sonrası dönemine emisyon azaltma hedefini belirlemesi gerekmektedir.

İnsanların ancak bir yere kadar yaşamdaki bu değişikliklere dayanabilecekleri, göz önünde bulundurulmalıdır. Herhangi bir bölgede veya yerleşme yerinde nüfusun hızla artmasının içme suyuna olan talebi arttırması doğaldır. İçme suyu kaynaklarının artan talep karşısında düzensiz bir şekilde kullanılması, su kaynaklarının kirlenmesine yol açacaktır. Meydana gelen kirlenme, o bölgede yaşayan insanlar için ciddi sağlık sorunları yaratacaktır. Eğer aynı yörede kanalizasyon şebekesinde eksiklikler bulunuyorsa, içme suyundaki kirlenme daha da tehlikeli boyutlar kazanabilecektir. Her kirlilik ikinci bir kirlilik için kaynak olabilmektedir. Bunu pestisitlerin; havayı, toprağı, akarsuları, denizleri ve toprağa boşaltılan endüstri ve evsel atıkların; yüzey ve yeraltı su yastıklarının kirletilme­sindeki etkilerinde açıkça görebilmek mümkündür. Hava %78.09 oranında nitrojen, %20.95 oranında oksijen, % 0.3 oranında karbondioksit, çok az miktarlarda diğer gazlardan oluşur. Kirlenme bir anlamda bu dengenin bozulmasıdır (Keleş, 1983: 39). Son 50 yıllık zaman sürecinde çevreyi kirleterek insan sağlığını tehdit eden 70,000’ni aşkın kimyasal maddeye rastlanmıştır (Landrigan ve Needleman, 1994).

Küresel ısınmaya neden olan gazlar, daha sonra irdelenecek olan Kyoto Protokolü Ek-A’da sera gazları adı altında sorundaki ağırlık derecesine göre şöyle sıralanmıştır: Karbondioksit (CO2), Metan (CH4), Diazotmonoksit (N2O), Hidrofluorokarbonlar (HFCs), Perfluorokarbonlar (PFCs), Sülfür heksaflorür (SF6)’dır. Her bir sera gazının CO2’ye göre Küresel Isınma Etkisi (Global Warming Effect GWE) yine sırasıyla; 1, 21, 310, 140-11700, 6500-9200 ve 23900’dur. (Rakamlar Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişikliği Panel Değerlendirme Raporu Working Group I Report "The Physical Science Basis/Technical Summary bölümünden alınmıştır www.belgeler/kuresel_isinma.pdf .)

CO2 / Karbondioksit:

İnsan faaliyetleri hava koşullarını ve mevsimleri etkilemektedir. Sanayi, ulaştırma ve ısınmada kullanılan fosil kaynaklı yakıtlar atmosfere yaydıkları “sera” etkisi yaratan gazlarla atmosferin ısınmasına neden olmaktadır. İnsanların etkinlikleri sonucunda havaya karışan karbon ve metan gazları, başımızın üzerinde, cam ya da plastik seralarda olduğu gibi, gazdan bir tabaka oluşturmakta ve yeryüzünde sıcaklığı yapay olarak artırmaktadır (Keleş, 1997: 10). Bu sıcaklık artışının 1.5-4.5 santigrad derece arasında değiştiği saptanmıştır. Ormanlar yakıldığı ve tahrip edildiği zaman da bol miktarda karbondioksit gazı atmosfere yayılmaktadır. “Sera” etkisi yaratan bu gazlar aşağı atmosfer tabakalarında güneş enerjisini tutmaktadır. Bu yolla giderek havanın ısınması ve mevsimlerin değişmesi insan yaşamını etkileyen sonuçlar doğurabilecektir.

Dünyada insan tarafından yapılan üretim ve tüketim faaliyetleri sonucu oluşan emisyonların % 83,9’unu karbon dioksit oluşturmaktadır. Bu değerin büyük kısmı ise enerji üretiminde fosil kaynaklı yakıtların kullanılmasından oluşmaktadır. Diğer bir deyişle küresel ısınma ve iklim değişikliğinin baş sorumlusu enerji üretiminde fosil yakıtların kullanılmasıdır. CO2 kısa dalga boyundaki radyasyonun atmosferdeki geçişine izin verirken, yeryüzünden gelen uzun dalga boylu kızıl-ötesi ışınları absorbe eder. CO2, metan, su buharı ve diğer sera gazları bu ısı radyasyonunun bir bölümünü tutarak, gezegenimizi yaşam için gerekli sıcaklıkta tutar. Bu doğal ısınma, insan faaliyetleri sonucunda kontrol dışına çıkmıştır. Fosil yakıtların yakılması ve ormanların tahribi sonucunda CO2'in atmosferdeki konsantrasyonları sanayi devrimi öncesi döneme oranla %25 daha yüksektir ve her yıl %0.5 oranında artmaktadır (UNEP Climate Change, 2001: 8). 1 derece artışın kutuplardaki buzları eritmeye başlayacağı gerçeği karşısında 0.5 derecelik bir yükselmenin dahi ne derece riskli olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Diğer sera gazları konsantrasyonu her yıl %1 artan metan, %0.3 artan NO ve kloroflorokarbonlardır. Bu gazların emisyonlarını azaltmak üzere hiç bir tedbir alınmazsa, yeryüzü 10 yılda 0.3 C° ısınabilecektir. Grafik 1’de görüldüğü gelecek yüzyılda CO2'den kaynaklanan 2-5 C° 'lik (en iyi tahminle 3 C° ) bir sıcaklık artışı meydana gelecektir (UNEP Climate Change, 2001: 8). Uluslararası politikalarda yaşanan olumsuzluklar, CO2 emisyonu üzerindeki politik baskıların yeterli olmayışı, değişik senaryoların üretilmesine neden olmuştur. XX’inci yüzyılın başında çok sınırlı olan CO2 emisyonu,özellikle 1960’ dan sonra başta Çin ve Hindistan olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin aşırı kömür tüketimi nedeni ile artmıştır.Bu artış kontrol altına alınamadan devam ederse XXI’inci yüzyıl içinde CO2 emisyonun boyutları gezegenin doğal hayatını tehdit eden  sınırlara yaklaşacaktır.

“Dünya’nın kendi doğal döngüsünün dışında fazladan ve hızlı ısınmasına yol açan değişik gazların yayınımı sorunudur. Bu sorundan ilk kez İsveçli bir kimyacı olan Svante August Arrhenius (1859-1927) söz etmiştir. Arrhenius’a göre atmosferdeki CO2 miktarı geometrik olarak arttıkça yüzey sıcaklığını aritmetik olarak artıracak ve sonuçta yeni bir buzul çağını tetikleyecek iklim değişikliklerine yol açacaktı. Arrhenius yaptığı çalışmaları sonucunda CO2 miktarını yarıya indirmenin yüzey sıcaklığında 4-5 derecelik düşüşe, iki katına çıkartmanın ise 5-6 derecelik ısı artışına neden olacağını ileri sürmüştür. En son kısmı (IPCC/AR4 Synthesis Report) 17 Kasım 2007’de yayınlanan Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli Değerlendirme Raporu’nda (Working Group Report I, The Physical Science Basis/Historical Overview of Climate Change Science içinde) aynı değişim 1,5-4,5 derece olarak düzeltilerek doğrulanmıştır” (www.belgeler/kuresel_isinma.pdf ).

Dünya Bankası'nın araştırmasına göre 1992-2002 yılları arasında dünyada karbondioksit emisyonu yüzde 15 artmıştır. Dünya Bankası tarafından yayımlanan “2006 Küçük Yeşil Çevre Kitabı’nda belirtilen veriler, karbondioksit (CO2) emisyonlarının 2002 yılında 24 milyar tona yükseldiğini gösteriyor. Bu, 1992'ye göre yüzde 15'lik artış anlamına gelmektedir. Karbondioksit emisyonlarında en büyük artış Çin ve Hindistan gibi kalkınma yolundaki ülkelerde görülmüştür. Havayı en fazla kirleten ikinci ülke olan Çin'de 1992-2002 arasında CO2 emisyonu yüzde 33, Hindistan'da ise yüzde 57 artmıştır.

 

Diğer yandan, Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre, sanayileşmiş ülkelerde CO2 emisyonlarının 1990-2006 döneminde yüzde 5 oranında bir azalma gözlenmiş ve bunun başlıca sebebinin Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde 1990’larda yaşanan ekonomik sıkıntılar olduğu ancak 2000’den bu yana genel bir yükseliş gözlendiği belirtilmiştir.

 

 

 

Grafik 1: Dünya CO2 Oranları Gelişim Tablosu

Kaynak: EMF-IIASA 1999. ( http://www.centre-cired.fr/archives/articles/1999/IEA-EMF-IIASA-Figures.PDF)

 

Sıcaklık ve yağışlardaki değişikliklerin sonucunda, iklim bölgeleri tarıma ve ekosistemlere zarar verecek biçimde kutuplara doğru yüzlerce kilometre hareket edebilir, besin üretimi ekvator ve tropik bölgelerde ciddi biçimde düşebilir ve kutupların yakınlarında mevsimler uzayabilir. CO2 su dengesi ile yakın bağlantılıdır. Su kütleleri 60 kez daha fazla CO2 içermektedir. CO2 oranının artması, geceleri dünyadan uzaya yansıyan uzun dalga termik ışınların hapsedilmesine ve böylece troposferin ısınmasına yol açmaktadır. Stratosfer ise bu durumda soğuk kalmakta ve denge durumu bozulmaktadır. CO2 fosil yakıtlardan yılda 10 üstü 10 ton atmosfere yayılmaktadır. CO2 oranının artması polar kar yağışlarına ve buzlanmanın yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Güneş ışınlarının ortalama %32’si özellikle geceleri yeryüzünden uzaya yansımakta ve buna da Kısa Dalga Enerji (albedo) adı verilmektedir. Bir kısmı da Uzun Dalga Enerji/Isı Enerjisi olarak uzaya sızmaktadır. Güneşten gelen ışın enerjisinin albedoya bölünmesiyle, kullanılan ve değişen enerji ortaya çıkmaktadır. Kar, gelen ışınların %85’lik bölümünü uzaya albedo olarak yansıtmaktadır. CO2 artışı, kar ve buzul yüzeylerin çok yüksek düzeyde bir albedo enerjisini açığa çıkarır. Eğer ekvatoral bölgelerdeki ısının azalması kutuplarda doğru büyük çaplı bir ısınma dalgası oluşturur bu da kar radyasyona dönüşerek ısınmanın daha da artarak etkisini sürdürmesine neden olur. Bu albedo geri besleme mekanizması kuzey enleminde bulunan bölgelerde CO2’nin neden olduğu ısınmayı artırır. Güney yarımkürede bu geri besleme mekanizması Antartika buzul bölgesinde mevsimsel olmayan düzensizliklerin oluşmasına neden olur (Robock, 1980: 267-285). Küresel ısınma, deniz seviyesinin yükselmesine neden olarak, okyanus sirkülasyonu ve deniz ekosistemlerini değiştirebilecektir. İklim değişmeleri sonucunda yeryüzünün soğuk yörelerinde eriyecek buzdağlarının 2030 yılına kadar deniz suyunun düzeyinde seviyesinde 20 cm, 2100'e kadar da 65 cm'lik yükselme beklenmekte olup, deniz seviyesinde olan adalar ile kıyı alanlarının sular altında kalacağı, tarım alanlarının yok olarak su kaynaklarının kirlenebileceği ve birçok insanın evsiz kalacağı üçte biri kıyılardan 60 kilometrelik bir toprak kuşağı içinde yaşamakta olan insanları yer değiştirmeye zorlayacağı tahmin edilmektedir (Michaels, 2002:5). Bu kitlesel nüfus devinimlerinin insanlığın karşı karşıya bulunduğu sorunlara yenilerini ekleyeceğinden kaygı duyulmaktadır. Çöllerin daha da genişlemesi, kıtlık ve açlık tehlikesinin artması bu gelişmeler arasında sayılabilir (Keleş, 1997: 11). Atmosfer CO2, metan, diğer sera gazları (Green House Gases) etkisiyle meydana gelen ısınmadan etkilenmektedir. Bu gazlar olmaksızın dünyada yaşam olmaz ve dünya 30 C° daha soğuk olur.

Freon Gazları (Kloro-Fluorometan): Deodorantlar, saç spreyleri ve diğer insektizidler gibi, tüplerdeki itici güç gazlarla sağlanmaktadır. Ancak, serbest kaldığı zaman ozon moleküllerini negatif olarak etkilemekte ve çözülmektedir.

Nitrojenoksidler (NOX): NO, NO2 ve NO3 gibi yanma, çatlama gibi durumlarda oluşan bu bileşikler direkt nefes sistemine etki yaparak toplu ölümlere yol açabilir. Nitrojenoksidler ozonu tahrip edenlerin başında gelmektedir. Yapay gübreleme (azot) nitrat oluşturmaktadır. Nükleer patlamalarda da durum aynıdır. Endüstri atıkları, egsoz gazları yüksek oranda NOX ihtiva eder. Nitrit NO2 çok zehirli olup, yanma gazlardan oluşmaktadır (fotokimyasal duman).

GHG’ların okyanuslar, ormanlar ve tarımsal alanlarda karbon dönüşümü surecinde tutulur ve depolanır. Endüstriyel faaliyetler GHG konsantrasyonunu artırmaktadır. 200 yıl önce yaklaşık 280 ppm (Part. per milyon) oranında iken şimdilerde 368 ppm oranına ulaşmıştır. Bu etki büyük çapta fosil yakıtlarının kullanımından kaynaklanmaktadır (UNEP Climate Change, 2001: 28). Küresel yüzeysel sıcaklık 2100 yılının sonlarında 1.4 ºC’den 5.8 Cº’ye yükselecektir. Deniz seviyesine yakın bölgelerdeki artış oranı daha fazla olacaktır. Bu oran buzul çağından günümüze kadar gerçekleşen en yüksek değerdir. Bilimsel olarak bu iklim değişikliğinin neden kaynaklandığı konusunda henüz kesinlik kazanmış bir teori olmamasına rağmen dünyanın ısınmasına, insan faaliyetlerinin sebep olduğu varsayımı ileri sürülmektedir. İklim değişikliğinin etkileri dünyanın her tarafında yaygınlıkla – Orta Amerika, Afrika’nın her tarafında, Asya’nın büyük bir kısmında ve kuzey Çin’de – gözlenmektedir (Michaels, 2002: 5). Bu etkilenme sürecinden dünyanın soğuk olan bölgelerinin yarar sağladığı iddia edilmekle birlikte henüz geçerliliği kanıtlanamamıştır. Flora ve fauna çok daha uygun bir iklimde gelişebilir veya daha az dost bir bölgede yok olarak, mevcut ekosistemlerin yapısı değişebilir (Parmesan and Yohe, 2003: 38).

3. Ozon Tabakasının İncelmesi

 

Atmosferde yeryüzünden 15-35 kilometre uzaklıkta bulunan bir kuşak içinde yer alan ozon tabakası, canlılar için zararlı olan kızılötesi güneş ışınlarını tutarak önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Stratosferde oksijenden oluşan ozon moleküleri dışardan bir etki olmadan morötesi radyasyonla temaslarında belli bir denge içindedir. Hidrojen, azot ve klor oksitleri gibi reaktif kimyasalların stratosferde bulunması ozon bozunmasını hızlandırıp, doğal dengeyi sekteye uğratarak ozon miktarında net bir azalmaya neden olabilir. CO2 gibi, nitrojen monoksit, freon gazları ve hatta süpersonik uçaklardan çıkan atıklar da ozon tabakasını inceltmekte ve hatta parçalamaktadır. Bu kimyasal maddeler stratosferden uzaklaştırılmadan önce birçok ozon-bozma reaksiyonuna girebilirler (UNEP Mitigation, 2001: 24). 1974'de insan yapımı kloroflorokarbonların (CFC) yıllarca kalabileceği aşağı atmosferden ozon moleküleriyle reaksiyona geçerek onları diğer ozondan farklı atom ve molekülere dönüştürebileceği stratosfere geçebildiği bulunmuştur. Bunlar stratosferde morötesi radyasyonla parçalanarak stratosferik ozon tabakasına saldıran atomik kloru açığa çıkarmaktadır. Bu daha sonra daha fazla stratosferik ozonu parçalayan atomik kloru tekrar oluşturan diğer bir reaksiyona yol açar. Bu zincirleme reaksiyon suresince her bir klor atomu 100 000 ozon molekülün bozunmasına neden olabilmektedir (UNEP Assessment, 1998: 13). CFC'ler aerosol spreylerde itici ve çözücü, soğutma ve klima ekipmanında akışkan; plastik sünger üretiminde köpük-şişirme ajanı; esas olarak elektronik sanayinde çözücü olarak kullanılmaktadır. 1980'lerdeki çalışmalar bromür emisyonlarının da stratosferik ozonda ciddi düşüşlere yol açabileceğini göstermiştir. 1987 tarihli Montreal Protokolü ile bu gazların üretim ve tüketimini 1999 yılından itibaren, yarı yarıya azaltmayı öngörmüş bulunan sanayi ülkelerinin, bu azaltma oranını çok daha yükseltmeleri gerçeği apaçık ortadadır. Bromoflorokarbonlar (halen 1211 ve 1301) yaygın olarak yangın söndürmede, metil bromür de fumigant olarak kullanılmaktadır (Parmesan and Yohe, 2003: 46). Stratosferdeki klor konsantrasyonu temel olarak CFC'ler, karbon tetraklorür ve metil kloroformun antropojenik kaynakları tarafından belirlenmektedir. Metil klorür atmosferde bulunan tek doğal organik klor bileşiğidir. Metil klorürden dolayı olan atmosferdeki klor konsantrasyonu belki de 1900' lerden bu yana değişmeden kalmıştır. Atmosfere yapılan başlıca klor ilaveleri esas olarak 1970'den bu yana ve antropojenik kaynaklara bağlı olarak gerçekleşmiştir. Şu anda atmosferdeki organik klor bileşiklerine bağlı olarak bulunan toplam klor, 20 yılda 2.6 katlık bir artışla 4 ppbv'ye yaklaşmaktadır. UV-B radyasyonunun insan, hayvan, bitki ve materyaller üzerinde çok fazla etkisi olduğu bilinmektedir (Parmesan and Yohe, 2003: 47).

 

 

 

4. Hava Kirliliği ve Asit Birikimi

 

İnsan faaliyetleri sonucu atmosfere verilen bütün maddeler orada kısa veya uzun süre kalarak, gaz fazındaki ve partikül maddeler kimyasal dönüşüm ve yeryüzünde birikme ile atmosferden uzaklaştırılır. Bu uzaklaştırma kimyasal reaksiyonlar ve/veya biyolojik alımı takip eden fiziksel veya yüzeyde adsorpsiyon yoluyla yani kuru birikimle veya bulut ve yağmur suyu ile belirlenen ve yaş birikim olarak adlandırılan yolla gerçekleşir. Hem asit yağmurları (pH'sı 5.5'den düşük yağmurlar) kar, sis ve buluttaki buharlarla ortaya çıkan yaş birikim, hem de asidik partiküller ve aerosolların yol açtığı kuru birikim, fosil yakıtların yakılması sonucunda büyük oranlarda SO2 ve NOx çıkmasından kaynaklanır. Katı yakıt yakan termik santraller, cevher işleme tesisleri, endüstriyel kazanlar gibi sabit kaynaklar, insan kaynaklı SO2 emisyonlarının hemen hemen tamamını, NOx emisyonlarının da %35'ini oluşturur (UNEP Vital Climate Graphics, 2001: 26). Yüksek bacalar, bu gazları sülfat ve azot partiküllerine dönüştürerek rüzgarla dağıtılabildikleri atmosferin yüksek katmanlarına vermektedir. Kuru birikim genellikle kaynağın yakınlarında gerçekleşmekle beraber, bunlar birikmeden önce 1000 km uzağa kadar taşınabilmektedir. Bu taşınım sırasında bileşikler bir dizi kimyasal reaksiyon gerçekleştirerek SO2, sülfonoz asit veya sülfürik asit, NOx'lar ise nitrik asidi oluşturmakta, bunlar yağmurla yer yüzeyine ulaşmaktadır. Asit birikimi hem kara hem de deniz ekosistemlerinde ciddi etkilere yol açmaktadır. Zamanla toprağın asidi dengeleme gücü kaybolur, toprak ve yüzey suları asitleşir ve burada yaşayan canlıların kimyasal ve biyolojik prosesleri sekteye uğrar ve buradaki canlılar ölebilir. Atmosferde 200-300 metre yüksekte oluşan ve rüzgarla yüzlerce kilometre uzağa taşınabilen bu maddeler düştüğü ülkelerde gölleri tahrip etmekte, ormanlara zarar vermekte, tren yolu ağlarını aşındırmakta, tarihi eserleri tahrip etmektedir (Görmez, 1991: 30). Asitlerin sis ve bulut buharında oluşmaları, bitki yapraklarına 10 kat daha fazla zarar vermektedir. SO2’nin yarılanma süreci (etkinin azalması) 20 saati bulabildiğinden, bu sürede rüzgarla 60 km uzağa gidebilmekte ve çevreyi kirletmektedir. İngiltere’nin kömür havzalarına yakın inşa edilmiş termik santrallerden çıkan SO2 gazı, havada yağmur bulutları ile birleşip Atlantik ve İskandinavya sahillerine ulaşmakta ve orada asit yağmuru şeklinde yüzeye düşerek ekini tahrip etmektedir. Güney Norveç’te Lisya’da 2.4 ton kükürt km2 /yıl olarak ölçülmüştür (Hun, 1997: 58). Zararlı gazların, yağmur, bulut ve kar gibi ıslak ya da yarı ıslak cisimlere karışmaları sonucunda ortaya çıkan asit yağmurları, orman alanlarının hızla daralmasına yol açmaktadır. Dünyada var olan 1.9 milyar hektarlık tropikal ormanlık alanın, her yıl 15 milyon hektarı bu yüzden yitip gitmektedir (Keleş, 1997:12). Ormanlık alanlardaki küçülmeye ilişkin olarak, hayvan türlerinin ve biyolojik zenginliklerin giderek azalmakta olduğuna tanık olmaktayız. Bugün, sayıları 5.000’e yaklaşan tür yitip gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Asit yağmurları dolayısıyla Norveç’te 13 bin kilometrekarelik bir alanda göllerde balık nesli tükenmiştir. Toprağın normalde 7 olan pH değerleri (hidrojen iyon konsantrasyonu) düşmekte, organik yapısı çözümlenmektedir. Eriyen kar sularında da yüksek değerde sülfürik asit bulunabilir. İsveç’te 20 bin kilometrekarelik bir alanda suların tamamı asit ihtiva etmektedir. Avrupa ve Kuzey Amerika başta olmak üzere bugün pek çok ülkede sülfürik asit ve nitrik asit ihtiva eden yağmurların yağdığı görülmektedir.

5. Kirletici Kaynakların Etkileri

Atıkların miktarı çeşidi ve kullanıldıkları yöntemlere göre de­ğişiklik gösterirler. Örneğin, Alman araştırıcılarına göre meydana gelen atık mikta­rının değişikliği, kat sayısı kağıt fabrikaları için 25,  malt fabrikaları için 2,5, tabakhaneler için 10 tekstil fabrikaları için 20'dir (Unep Impacts, Adaptation & Vulnerability, 2001: 85). Başka bir açıdan çağımızın gittikçe artan elektrik enerji ihtiyacını karşılayabilmek için yapılan araştırmalara göre hasıl olan her megavat elektrik enerjisi için bir reaktör yaklaşık olarak günde 4 gr. uranyum tüketir ve buna karşılık bir miktar radyoaktif atık meydana gelir. Çevreyi kirleten başka bir parametreye göz atacak olursak, örneğin 1945'ten önce kullanılan ensektisitlerin çoğu arsenik, civa, kükürt ve bir kaç doğal toksik maddeden başka bir şey değildir. İlk sentetik ensektisit D.D.T. 1945 yılında çok tesirli ilaç olarak piyasaya çıkınca hem tarımda hem halk sağlığı ala­nında kullanıma geçilmiştir ve Amerika’da yaklaşık 800 milyon lb sen­tetik pestisit kullanılmış (Raloff, 2000: 12) ancak bu kullanım şekli dünyada yaygın hale gelince pestisitlerin ekolojik etkileri ortaya çıkmış gerek hayvanlarda gerek insanlar üzerinde görülen kirliliklerden dolayı D.D.T.’nin dünya­da kullanımı sınırlı hale getirilmiştir. Japonya'da annelerin sütlerinde D.D.T. görülmüş, bu yüzden 0-6 yaş gurubundaki çocuklar üzerinde yapılan incelemeler derinleştirilmiş ve ciddi sakıncaları ortaya çıkarılmıştır (Raloff, 1998: 6). Bu kirletici olguların yanı sıra hava kirliliği de sağlığı tehdit eder boyutlara ulaşmıştır.

Atmosferin hızla artan kirlenmesinde fosil yakıtların büyük payı bulunmaktadır. Alansal ve yoğunluk olarak kalabalık şehirlerde 1962 yılından buyana atmosferdeki karbon monoksit, azot oksitler, hidrokarbürler bazı ölçümlemelere tabii tutulmuş, buna karşılık, fotoşimik reaksiyonla meydana gelen oksitleyiciler ancak 1964-1967 yılları arasında kamuoyu tarafından fark edilmiş ve tehlike oluşturabileceklerinden söz edilmiştir. Bilindiği gibi bazı kirleticiler gaz halinde diğerleri küçük damlacıklara ayrılan aerozol veya katı partiküller halinde atılır. Atmosfere bırakılan kirleticiler hava değişimleri­ne veya kimyasal reaksiyonlara uğrayarak kükürt dioksit nemli, rutu­betli veya su buharı fazla bulunan ortam içinde sülfuroz, daha sonra sülfürik aside H2SO4’e dönüşerek damlacık şeklinde doğal ve yapay ya­pıları tahrip etmeye yönelir ve motorlu araçlardan çıkan kirleticiler de özellikle hidrokarbürleri ve azot oksitler, oksitleyici güçler ile orantılı bir bileşiği oluştururlar (HEI, 2001: 21). Bunlar genellikle oksitleyiciler (oxydants) ismi­ni alır. Ozon ve peroksiasil gaz veya partikül halindeki kirleticilerin ka­rışımını oluştururlar. Bu reaksiyonlar genellikle meteorolojik şartların uygun ve güneş ışınlarının şiddetli olduğu hallerde meydana gelir (Bylin, 1996: 42).

Örneğin Los Angeles, Bombay, Ankara-Erzurum, Pensilvanya gi­bi şehirlerde görülür. Ancak gaz halindeki kirleticiler kolaylıkla yayı­lırlar veya birbirleri ile karışırlar fakat aerozolların yayılmasını sınırlayan bir çok faktörlerin tesirinde kalır. 10 mikrondan büyük çaplı partiküller yağmur, kar, hava akımı ile çekerek yere inerler daha küçük çaplı partiküllerin optik özellikleri de önemlidir (Künzli, 2000: 82). Görüş alanları ve ışınların parlaklıkları değişime uğrarlar. Diğer yönden Londra, Milan, Los Angeles'da atmosfer için­deki So2 konsantrasyonunun fazla oluşu kronik bronşitlerin, alt ve üst mukozaların ve nefes borusu tahrişlerinde bir artış göstermiştir (Bylin, 1996: 53). Yu­karda işaret edilen olgular Ankara, Erzurum, Murgul, Kayseri, Erzin­can içinde zaman zaman geçerli olmaktadır. Başka bir açıdan bakıla­cak olursa, yani toksikolojik yönden, motorlu araçlardan çıkan gazların başlıcaları karbon monoksit, hidrokarbürler, azot oksitler, oksitle­yiciler ve esası kurşun olan bileşiklerdir.

Yüksek konsantrasyonlarda karbonmonoksidin toksik tesirleri bilinmekle beraber hemoglobin ile birleşir ve kan ile oksijen taşınma kapasitesini yavaşlatır, bu da zaman zaman insan sağlığında sıkıntılı durumlar yaratır (Pershagen, 2000: 34). Hava kirliliği önemli sorunları meydana getirirken buna hız katan farklı iklim şartlarının da büyük rolü vardır. Örneğin, bacadan çıkan uçan küller, kok partikülleri, is, katran CO, CH4 gibi yanıcı gazları hidrokarbürleri, SO2, SO3'de ilave ede­biliriz. Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi konut bacalarından çıkan kirlilik parametreleri hava kirlenmesine sebep olurlar ve konut alanlarının ısıtılmasında ağır veya orta fuel oil yerine hafif veya çok hafif fuel oil yakmaları gerekir. Bu suretle SO2 emisyonları atmosfer içinde azaltılmış olunur. Örneğin, İtalya'nın güneyinde Sicilya'da kışın en düşük derece 11 veya 12 olduğunda kapalı yaşam alanlarının ısıtılmasına pek ihtiyaç gö­rülmez genelde kış üç ay sürer. Bunun yanı sıra kuzey İtalya ve İsviçre'de iklim şartlan daha şiddetli ve uzun süreli olduğundan ve dolayısıyla ko­nut alanlarından atmosfere bırakılan kirleticilerde daha fazla olduğu için kirlenme süresi ve yayılması o nispette yaygınlaşır. Konut alan­larından çıkan baca gazları da endüstri bacaları gibi hava kirliliğini hız­landırır. İngiltere, Fransa, Hollanda da tamamıyla is çıkarmaksızın yanan ve kükürt oranı hemen hemen olmayan yakıtlar­la, merkezi ısıtma sistemleri faaliyetlerini sürdürmektedirler (Defra, 2002: 9).

Yoğun yerleşme yerlerinde artan nüfusla birlikte hava kirlenmesi de artmaktadır. Hava kirlenmesine bağlı olarak, solunum sistemi hastalıkları çoğalmıştır. Yoğun hava kirlenmesi, hele içme suyu kirlenmesi ile birlikte oluyorsa insanların bulundukları yeri terk ederek başka yerleşme yerlerine göç etmesi sonucunu doğurabilmektedir. Bilindiği gibi kentlerin düşük kotlu kısımlarında atmosfer içinde kimyasal etkilenmeyi hızlandıran parametreler arasında kanserojen faaliyet gösteren maddeleri şöyle sıralayabiliriz: (Aromatik polisiklik hidrokarbürler) özellikle (Benzo 3, 4 Pyrene)'i bu madde bilhassa mesken bacalarından endüstri ve motorlu araçlardan gazlarla atmosfere karışır ve şehir havasının kirlenmesine ve kanserojen potansiyelinin hızlandığını gösterir ve bir gerçektir ki hava kirliliğinden oluşan akciğer kanserinden ölümlerin dünyada yılda 150.000 - 200.000 kişiyi bulduğu ilgili uzmanlar tarafından belirtilmektedir (Poirier and Weston, 1996: 3). Ancak akciğer kanserine, içilen sigara dumanının da çok büyük etkisi olduğu belirtildiği gibi hava kirliliğinin sigara dumanından daha tesirli olduğunu gösteren araştırmalardan da söz edilebilir. Ayrıca kırsal kesimlerde bu hastalığın çok daha az bir oranda seyir ettiği de belirtilmektedir.

Londra'da meydana sis, sis+hava kirliliği olay­ları incelendiği zaman 1940'da 126 saatlik bir süre içinde devamlı bir sis sonucu şehir merkezinde yaşıyan 3.400.000 kişide 300 ölüm aynı tarihte bütün Londra için ise 8.400.000 kişide 700-800 ölüm olayı ve yi­ne Londra kentinde, 1952 yılının Aralık ayının 1’i ile 15’i arasında ünlü yoğun sis olayında (Londonsmog) sülfür dioksit oranı günlük 5000 µg/m3 aşarak bir dünya rekoru kırmış ama 55-57 yaş grubu içinde 4000 kişinin ölüme sebebiyet ver­miştir (Gürpınar, 1983: 39). Grafik 2’de bu olayın sonuçları görülmektedir.

Grafik 2: Londra Şehri Sis+Hava Kirliliğinden Kaynaklanan Ölüm Oranları

 

Kaynak: The Great Smog of 1952, (http://www.metoffice.com/education/historic/smog.html).

Büyük Londra Sis ve Hava Kirliliği olayında NO2 (Nitrit) oranının da yüksek olması süreci hızlandırmıştır. Bu gazlar, havada yüksek oranda tozla birlikte bulunduklarından nefes ve kalp sistemini bloke edebilmektedir (250-350 mg/m3 ). 1956 Legan’da 96 saat süren diğer bir sis kuşağı içinde 1000 ölüm olayı görülmüştür. 1957 (Martin) de meydana gelen sis olayında epidemiyolojik araştırma sonucunda merkezde 300 bütün Londra'da 700 -1000 ölüm vakasına rastlanmıştır. 1958 - 1959 kış aylarında Londra'da diğer senelere göre çok az olay ortaya çıkmıştır. 1962’de Londra'da Sott tarafından yapılan araştırmada 340 ölüm olayı tespit edilmiştir. Nüfus yoğunluğu fazla, şehirleşmiş, sanayileşmiş bölgelerde görülen hava kirliliği A.B.D’de de bugün büyük bir problemdir. ABD’de hava kirlenmesinde ulaştırma araçlarının %50, enerjinin %21, endüstrinin de %17 oranında etkili olduğu bilinmektedir (Kelley ve diğerleri, 1976: 67-68). Gorham, 1958 şehirde bronşitten ölümün 100.000/82 kişi kırsal bölgelerde 100.000/45 kişi olduğunu tespit etmiştir. Stock, 1960 yılında İngiltere'nin 26 yöresinde havada asılı maddelerden bronşit ve zatürreden ölümler ön sırayı almıştır. Boyd 1960’da bronşit, Pnömoni (Zatürre) ve hava kirliliği meteorolojik şartlar arasında bağlantıyı incelemiş sis ve alçak hararet bileşiminin yörede çok ciddi şekilde tesir ettiği belir­lenmiş ve öncelikle teneffüs yolu hastalıklarına neden olduğu açıklan­mıştır (Pershagen, 2000: 65). Bunların en önemlilerini şöyle sıralayabiliriz.

·             Raşitizm (endüstri bölgelerinde % 15 şehir, kırsal kesimde % 7),

·             Alyuvar sayısında bozulma (endüstri alanlarında) kilo alama­ma, vücudun zayıf düşmesi,

·             Göz bozuklukları (Kaşıntı, konjoktivite gibi),

·             Huysuzluk, sinirlilik hallerinin devamlılığı,

·             İçki ve sigara kullanımında artış,

·             Sağlıksız bir görünüm arz etmek gibi.

“Çalınan Geleceğimiz” (Our Stolen Future) adlı çalışmada (Colborn, Meyers ve Dumanoski, 1994) üretim süreci ve tüketim, dioxin emisyonları, PCB’ler ve diğer maddeler göğüs kanseri, sperm üreme yeteneklerinin azalmasına, kara ve suda yaşayan habitatın ve diğer canlı türlerinin sayısal bir erozyona uğradığı vurgulanmıştır.

 Dünya sağlık teşkilatının hijyencilere, hava kirliliği uzmanlarına, plâncılara tavsiyesi epidemiolojik anket çalışmaları yaparak toplum içinde sorunlu bireylerin ortaya çıkarılması ve bunların rahatsızlıkları­nın yaşadıkları yörelerin sağlık koşullarıyla ilişkilendirilmesinin önemli olduğunu vurgulamaktadır.

 

6. Çevre Problemlerine Yönelik Yaklaşımlar

 

1970'li yıllar dünya üzerinde çevresel bilinçlenme ve örgütlenme yılları olmuştur. 5 Haziran 1972'de Stock­holm'de Birleşmiş Milletlerin (BM) öncülüğünde yapılan “Habitat” (İnsan ve Çevresi) toplantısı dünya uluslarını çevre sorunları konusunda harekete geçiren ilk önemli uluslararası girişim olmuştur. 1970’li yıllar, aynı zamanda, çevre konusundaki önemli kuramsal çalışmaların kamuoyuna yansıtıldığı yıllardır. Roma Klubü tarafından gerçekleştirilen ve Donella H. Meadows, L. Dennis Meadows ve Behrens tarafından hazırlanan “Büyümenin Sınırları” (The Limits to Growth) adlı rapor bunlardan en fazla ilgi çekeni olmuştur (Yaşamış, 2001: 237). “Dinamik sistemler” yaklaşımını esas alarak gerçekleştirilen bu çalışmada, tüm insanlığı çevrenin korunması konusunda eyleme geçmeye zorlayan yargılara ve sonuçlara varılmaktaydı. Raporda, insanlığın gelişimine o güne kadar olanak veren kıt kaynakların artık sonuna gelindiği, 2050'li yıllara gelinirken bu kaynakların büyük bir kesiminin tükenmiş olacağı ve bu nedenle de kıt kaynakların üretim ve tüketim kalıplarında önemli ve köktenci değişiklikler yapılması gerektiği belirtilmekleydi. 1970’li yılların ortalarında gerçekleştirilen bu rapordan bir süre sonra, ABD Başkanı'na sunulan “Global 2000” başlıklı bir başka raporda da benzer sonuçlara ulaşılmıştır.

1970'lerin yaklaşımı çevre ve ekonomi arasında negatif bir ilişki olduğunu, çevre korumanın ekonomik gelişmeyi engellediğini ve ekonomik gelişmenin beraberinde çevre sorunlarını getirdiğini varsayar. Weale'in de işaret ettiği gibi (Weale, 1992: 22) 1970'lerin çevre stratejileri yeni örgütsel ve kurumsal formların getirilmesini de içeren bazı kurumsal düzenlemeler ve idari düzenleme tekniklerine dayanmaktaydı. Özellikle yeni yasaların çıkarılması ve kurumların getirilmesine önem verildi. Çevre sorunlarının çevreden sorumlu bir kuruluş tarafından çözülebileceği mantığından hareketle çevre sorunlarının birden fazla kurumu ilgilendirdiği gerçeği göz ardı edildi ve çevre politikasının başlı başına bir ayrı bir alan olarak kabul edilebileceği ve çevre sorunları bağlamında bir neden-sonuç ilişkisinin varolduğu varsayıldı (Orhan, 1999: 59-66). Alıcı ortama göre yapılan düzenlemeler beraberinde sorunların kaynağı yerine sorunlar ortaya çıktıktan sonra çözülebileceği yaklaşımını beraberinde getirdi. Bu anlamda bu stratejiler sorunlarını kaynağında çözmek yerine ortaya çıkan sorunların giderilmesine odaklanmıştır. Bunlara ek olarak 1970'lerin stratejileri bazı çevre sorunlarına diğerlerinin aleyhine daha fazla önem verilmesine neden oldu. Yaşanan uygulama sorunlarıyla beraber, bu yaklaşım bazı sorunları çözmek yerine sorunların zaman ve mekan anlamında yer değiştirmesine neden oldu (Weale, 1992: 22-23). Bu çalışmalar sayesinde Jänicke ve Weidner'in de belirttiği üzere göreceli olarak müreffeh ülkelerde bile sadece SO2 ve tozdan kaynaklanan hava kirliliğinde bir azalma ve kanalizasyon sayılarında artış sağlandı. Ancak bu ülkelerde bile trafikten kaynaklanan hava kirliliği (Künzel, 2000: 34), yeraltı sularının kirlenmesi, artan katı atık ve toksik atık miktarları, toksik atıklara maruz kalmış alanların sayısının artması ve biyolojik çeşitliliğin azalması (Jänicke ve Weidner, 1996: 299-300) önemli çevre sorunları arasındadır Bu anlamda kentlerde hava kirliliğinin azaltılması ve benzeri bir kaç alanda ilerleme sağlanmakla birlikte çevre sorunları artmaya devam etmiştir.

 Çevre koruma ve kalkınmayı bir bütün olarak gören bu yaklaşım bu amaca ulaşılabilmesi için uluslararası dayanışma ve yardımlaşmadan, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere teknoloji ve kaynak aktarımına, kuşaklar arasında ve uluslararasında hakkaniyet ölçüleri içinde kalınmasına kadar pek çok yeni ilkeyi beraberinde getirmiştir. Bu gelişmeler üzerine, ABD hükümeti çevre sorununu BM Genel Kurulu'nda gündeme getirmeye karar vermiştir. BM Genel Kurulu'nda yapılan görüşmelerden sonra alınan kararla, uluslararası bir komisyon oluşturulmuş ve komisyon başkanlığına Norveç eski Başbakanı Gro Harlem Brutland getirilmiştir. Komisyon’un “Ortak Geleceğimiz” (Our Common Future) başlıklı raporu 1987'de yayınlanmıştır. “Sürdürülebilir Kalkınma” kavramının ağırlıklı olarak dünya gündemine girmesine yol açan bu rapor Avrupa ülkeleri üzerinde önemli etki yaratmıştır. Bu Rapor, çevre sorunlarının endişe verici boyutlara ulaştığını, ekonomik kalkınma planlarının çevre konularını ikinci plana attığını, tarımsal ve endüstriyel yayılmanın devam ettiğini vurgulamıştır (RWC, 1987: 1). Rapordaki başlıca sav, “Sürekli ve dengeli gelişme” savıdır. Buna göre, zengin uluslar, yeryüzünün çevrebilimsel olanakları elverdiği ölçüde yeni bir yaşam biçimi benimsemelidir. Sürekli ve dengeli gelişme, kaynak kullanımının, yatırımların, teknolojik gelişmenin ve kurumsal değişmenin, bugünün ve yarının gereksinmeleri arasında denge kuran bir süreçtir. Gerçekte, bu türlü kalkınma yaklaşımlarına, daha önceleri, Willy Brandt (Ortak Bunalım ve Yaşama İzlencesi) ve Olof Palme (Ortak Güvenlik) raporlarında da yer verilmiştir (Keleş, 1997: 10). Bu süreçte 1983 yılında Birleşmiş Milletlere bağlı olarak kurulan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonunun (DÇKK) çalışmaları sonrasında “Sürdürülebilir Kalkınma” yeni bir paradigma olarak çevre ve kalkınma sorunlarına farklı bir bakış açısı getirdi. DÇKK' nun hazırladığı Ortak Geleceğimiz Raporunda (DÇKK, 1987: 31) “bugünkü kuşakların ihtiyaçlarını sağlarken gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme imkanını ellerinden almayan kalkınma” olarak tanımlanan sürdürülebilir kalkınma 1980'lere ve şu ana kadar 2000'li yıllara damgasını vurdu. Bu süreçte sürdürülebilir kalkınma ve bu amaca ulaşmak için getirilen yeni ilkeler çevre koruma konusundaki yeni paradigmayı oluşturdu. 1992'deki Rio Toplantısı sonrası bu ilkeler 170'ten fazla ülke tarafından kabul edildi ve sürdürülebilir kalkınma bu ülkelerin çevre ve ilgili diğer mevzuatlarında yerini aldı. Bu anlamda sürdürülebilir kalkınma bu ülkeler için hem yakalanacak bir hedef hem de onların çevre politikaları için belirleyici ilkeler bütünü haline geldi. Çevre kirlenmelerini tahmine yönelik çeşitli modeller ve kuramlar geliştirilmiştir (Options, 1990). Bu modellerin bir eksik yanı yalnız doğal süreçler üzerinde yoğunlaşması, içinde insan faktörü bulunmamasıdır. Kirleten, insanlar olduğuna göre, kirletme oranlarının azaltılmasına yalnız insanlar karar verebilecektir. Bu da, çevre kirlenmesi araştırmalarında toplumbilimlerine daha çok yer verilmesi gereğini ortaya koymaktadır. Modellerde yapılabilecek değişikliklerle “sürdürülebilir bir kalkınma” içinde hoşgörüyle karşılanabilecek sınır kirlenme değerlerinin nicel olarak neye mal olabileceğini çeşitli yönleriyle tahmin etmek gibi bir sorun ortaya çıkmıştır. İkinci olarak da, nüfus artışlarının, kullanım biçimlerinin ve üretim sistemlerinin modellere adaptasyonu ile belki ekonomik gelişme ve çevre kirlenmesi arasındaki uyuşmazlık daha da belirginleşecektir. İnsan eylemlerinin atmosferik kimyasal olay süreçleri ve üzerindeki etkilerine ilişkin veriler, özellikle dünyadaki çevresel iklim değişmelerinin tahmini açısından yeterli sayılmamaktadır (Uluğ, 1997: 47).

 Çevre kirlenmesi konusunda yapılan çalışmalar sonucunda geliştirilen politikalar sayesinde:

·             Bulaşıcı hastalıklarla savaşmakta etkili yolların bulunması 0-6 yaş arasındaki çocuk ölümlerinde azalma sağlandı.

·             Çeşitli antibiyotiklerin kullanılması, hastalıkları önledi.

·             Bilimsel çalışmaların hızlanması, bunların yanı sıra çevre eko-sistemindeki dengesizliklerden oluşan sağlıksız durumları düzeltmek, rehabilite etmek için yeni yöntemler ortaya çıkarıldı. Bu çabalardan biri olarak, Dünya Sağlık Teşkilâtının çevre kirliliği konusunu (WHO, 2000: 17) halk ve toplum sağlığı yönünden ele alarak incelenmesi anıla­bilir.

·             Avrupa Birliği Roma Antlaşmasının 130 R, S, T maddelerinde değişiklik yaparak çevre kavramını antlaşma metni içine almıştır.

·             Avrupa’da bugün, önümüzdeki 40 yılda çevrenin durumu tahminine çalışılmakta; mevcut kirlenme problemlerini durduracak ve yayılmalarını azaltacak teknolojik, iklim değişmeleri incelenmektedir (Stigliani, 1998: 4).

·             Çevre kirlenmesine karşı dünya ülkelerinin görüşlerini belirlemek (WHO, 1990) için 16 ülkede yapılan bir araştırma gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde çevrenin geniş çapta bozulduğunu ortaya koymuştur. Kirlenmeden doğan etkilenmeler, bağımlılık ve çevre politikalarında ortak girişimlerle daha çok şey yapılması şansı artmıştır. Kirliliğin sınır tanımadığı açıkça ortaya çıkmıştır.

 

 

 

7. SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRMELER

 

Ana çizgileriyle belirlenmeye çalışılan sosyo-ekonomik gelişmenin sonucu olarak önemli çevre sorunları ortaya çıkmış bulunmakladır. Bu sorunlara yol açan temel etmenler ise aşırı nüfus artışı, hızlı kentleşme ve kentsel büyüme ve endüstrileşmedir. Bu durum bir yandan çevre kirliliklerinin artmasına yol açarken öte yandan biyolojik eşitlilik üzerindeki baskıların yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Sonuçta bugün hızlı nüfus artışı, giderek sanayileşen ve kentleşen toplumlar, ekonomik büyümeyle birlikte birey başına tüketimde artış ve bunlara paralel olarak çevredeki hızlı kirlenme ve bozulma, karmaşık bir ilişkiler yumağı olarak karşımıza çıkıyor. Bu gelişmelerin hangisinin sebep, hangisinin sonuç olduğunu söylemek de her zaman kolay değil. Ancak, bilinen bir şey varsa, o da toplumların yaşamlarını uzun dönemde devam ettirebilmeleri için bugün karşılaşılan çevredeki tahribatın bir an önce durdurulması gerektiğidir.

 

Genel olarak insanların sonuçlarını iyi düşünmeden yapmış oldukları faaliyetlerle kirlenme alanları hızla genişlemekte ve doğal kaynak rezervlerinde de bir azalma söz konusu olmaktadır. Bu arada havanın, besinlerin, suyun kirlenmesi süreklilik kazanmaktadır. Ancak başlan­gıçta doğa otoepürasyon gücü ile kendi kendini dengelemeye yetmek­te idi. Zamanla kirletici kaynakların çoğalması ve nüfus artışındaki hız­lanma karşısında ekolojik dengede yer yer bozulmalar göstermeye baş­lamıştır. Bu nedenle dünya ülkeleri çevre sorunlarına önemle eğilmek zaruretini duymuştur. Dengeli ve sürekli bir kalkınma, gelecek kuşakların sahip olacağı olanakları tehlikeye sokmadan, büyük bir sorumluluk duygusu içinde, doğanın kirletilmesini ve tahribini önleyerek bugünkü kuşağın ihtiyaçlarını karşılamayı hedef alan bir kalkınma biçimi olmalıdır.

 

 


KAYNAKÇA

A.B.D Enerji Bakanlığı EEÖ (1999), www.eia.doe.gov/emeu/iea/tableh1.html

Baran, Tuncer (1997), “Çevre, Nüfus ve Ekonomik Gelişme”, TÇV, Nüfus, Çevre ve Kalkınma Konferansı bildirisi 13-14 Kasım.

Bylin G., et al, (1996), “Health Risk Evaluation of Ozone”, Scand J. Work, Environ. Health, 22 suppl. 3:1–102.

Chamberlain, J. W., Foley, H. M., MacDonald, G. J., and Ruderman, M. A. (1982), Climatic Effects of Minor Constituents, D. C : Clark.

Colborn, Theo, Meyers, John Peterson and Dianne Dumanoski (1996), “Our Stolen Future: Are We Threatening Our Own Fertility”, Intelligence, and Survival, New York: Dutton.

DÇKK (1987), Ortak Geleceğimiz, Ankara: Türkiye Çevre Sorunları Vakfı.

Donald Kelley ve Diğerleri (1976), The Economic Superpowers and the Environment, S. Francisco.

Ehrlich, Paul R., and Anne H. Ehrlich (1991), Healing the Planet: Strategies for Resolving the Environmental Crisis, Reading, MA: Addison-Wesley.

Görmez, Kemal (1991), Türkiye’de Çevre Politikaları, Ankara: Teknomak.

Gürpınar, Ergun (1983), Çevre Ders Notları, İstanbul.

EMF-IIASA (1999), http://www.centre-cired.fr/archives/articles/1999/IEA-EMF-IIASA-Figures.PDF

HEI Perspectives (2001), “Airborne Particles and Health”, HEI Epidemiologic Evidence.

Hun, Ediz (1997), “Canlı Çevrenin Dünü, Bugünü ve Yarını”, İnsan Çevre Toplum içinde, (Der. Ruşen Keleş), İmge kitabevi, Ankara.

Janicke M. and H. Weidner (1996), “Summary: Global Environmental Policy Learning” in National Environmental Policies: A Comparative Study of Capacity Building, (Eds.) M.

Janicke ve H. Weidner, Berlin: Springer-Verlag.

Keleş, Ruşen (1997), “İnsan, Çevre, Toplum”, İnsan Çevre Toplum içinde, (Der. Ruşen Keleş), İmge kitabevi, Ankara.

Keleş, Yavuz, (1983), Çevre Sorunları, Ankara.

Künzli, N. et al, (2000), “Public health impact of outdoor and traffic-related air pollution: a European assessment”, The Lancet, Vol.356.

Landrigan, P. J and H. L. Needleman (1994), Raising Children Toxic Free, New York: Farrar Straus&Giroux.

Michaels, P.J. et al., (2002), “Revised 21st-Century Temperature Projections”, Climate Research, V.23, pp.1-9.

Options (1990), International Institute for Applied System Analysis, Luxemburg.

Orhan, Gökhan (1999), “Türkiye'de Çevre Sorunlarının Çözümünün İdari ve Siyasi Koşulları” içinde Kent Yönetimi ve Çevre Politikaları, (Eds.) İzzet Öztürk, Mustafa Aykaç and Ahmet

Ekerim, İstanbul: İSTAÇ Yayınları.

Parmesan, C., and G. Yohe, (2003), “A Globally Coherent Fingerprint of Climate Change

Impacts Across Natural Systems”, Nature, V. 421, pp.37-42.

Pershagen G. (Ed.) (2000), “Particles in ambient air – a health risk assessment”, Scand. J. Work Environ. Health, V.26, pp.1–96.

Poirier, Miriam C. and Ainsley Weston (1995), “Human DNA Adduct Measurements: State of the Art” paper was presented at the Conference on Air Toxics: Biomarkers in Environmental Applications held 27-28 April 1995 in Houston, Texas. Manuscript received 24 May 1996; manuscript accepted 5 June 1996.

Raloff, J. (1998), “Persistent Pollutants Face Global Ban”, Science News, V.154, July 4, p.6.

Raloff, J. (2000), “The Case for DDT”, Science News, Vol.158: No:1, p.12

Report of the World Commission on Environment and Development (1987), “Our Common Future”, Oxford, Oxford University Press.

Robock, A. (1980), “The seasonal cycle of snow cover, sea ice and surface albedo”, Monthly Weather Review, Vol.108, pp.267-285.

Stigliani, W (1989), Future Environments for Europe, IIASS, Options.

TÇSV (1989), Ortak Geleceğimiz, Ankara: Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu.

DEFRA, (2002), “Integrated Pollution Prevention and Control: a Practical Guide”, London: Admail Defra Publications.

The Great Smog of 1952, http://www.metoffice.com/education/historic/smog.html.

Uluğ, Erol, (1997), “ Çevre Kirlenmesinin Boyutları”, İnsan Çevre Toplum içinde, (Der.

Ruşen Keleş), İmge kitabevi, Ankara.

Unep (1982), The Human Environment, Action or Disaster, England: Unep Earthprint Ltd.

Unep (1998), Environmental Effects of Ozone Depletion 1998 Assessment, England: Unep Earthprint Ltd.

Unep (2001), Aviation and the Global AtmosphereAviation and the Global Atmosphere 2001, England: Unep Earthprint Ltd.

Unep (2001), Climate Change 2001: Impacts, Adaptation & Vulnerability, Contribution of Working Group II to the Third Assessment Report, England: Unep Earthprint Ltd.

Unep (2001), Climate Change: Synthesis Report 2001, the Summaries for Policymakers and Technical Summaries of the three Working Group volume, England: Unep Earthprint Ltd.

Unep (2001), Climate Change: The Scientific Basis, Contribution of Working Group I to the Third Assessment Report, England: Unep Earthprint Ltd.

Unep (2001), Vital Climate Graphics, England: Unep Earthprint Ltd.

Unep (2001),Climate Change 2001: Mitigation, Contribution of Working Group III to the

Third Assessment Report, England: Unep Earthprint Ltd.

Weale, A. (1992), The New Politics of Pollution, Manchester:Manchester University Press.

WHO (2000), Air Quality Guidelines for Europe, second edition, Copenhagen:WHO Regional Office for Europe.

World Health Forum (1990), 1990 WHO, V.11, No.1, Geneva, Switzerland.

World Resources Institute (2003), World Resources, 2002-2003, New York: Oxford University Press.

Worldwatch Institute (2002), State of World, 2002, Washington D.C: Worldwatch Institute.

Yaşamış, Demir Firuz (2001), “Avrupa Birliği, Türkiye ve Çevre”, Avrupa Birliği Süreci ve Planlama, 25. Dünya Şehircilik Günü 7-9 Kasım, Ankara.