YIL: 13

SAYI: 152

AĞUSTOS 2010

 

önceki

yazdır

 

 

 Yrd. Doç. Bahar BURTAN DOĞAN

 

KLASİK LİBERAL TEORİDE BİREYCİLİĞİN YERİ VE ÖNEMİ İLE BİREYCİLİK VE KALKINMA SORUNSALI ARASINDAKİ ETKİLEŞİMLER


ÖZET

İktisadın gelişim süreçleri, serbesti ve müdahalecilik taraftarları arasında gerek teori gerekse de politikalar bakımından çetin bir mücadeleye tanık olmuştur. Modern Dünyayı şekillendiren başat öğretilerden biri olan liberalizm; bu mücadeleyi hem aynı zamanda rakibi olan alternatifleriyle, hem de kendi bünyesindeki fraksiyonlar içerisinde yaşamıştır. Bu mücadeleden konjonktürel rüzgârı arkasına alan taraf galip çıkmış ve yeni bir kriz ortaya çıkıncaya kadar iktidarda kalmıştır.

Sanayi Devrimini takip eden süreçte siyasi ve iktisadi bakımdan örgütlenen liberalizm; politik açıdan parlamenter demokrasi, ekonomik açıdan da piyasa ekonomisi bünyesinde kurumsallaşmıştır. Özgürlük, hoşgörü/gönüllülük, kendiliğindenlik ve rekabet kavramlarıyla birlikte söz konusu kurumsal yapıların özünü teşkil eden bireycilik ise; liberal öğretinin her zaman temel yapı taşlarından biri olmuştur.

 Kalkınma sorunsalı ve bireycilik, müdahaleci yaklaşımın etkisi altında uzun bir süreliğine zıt kutuplarda gibi lanse edilmiştir. Ancak 1990’lardan itibaren ivme kazanan araştırmalar, disiplinler arasındaki keskin ayrımları yumuşatmış ve yeni ilişkileri ön plana çıkarmıştır. Bu yeni eğilim, bireycilik kavramının tekrardan ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.  

 

Anahtar Sözcükler: İktisadî Doktrinler, Liberalizm, Klasik İktisat Okulu, Bireycilik, Kalkınma.

 

ABSTRACT

The development processes of economics witnessed a hard struggle between the supporters of freedom and interventionism both in terms of theory and politics. Liberalism, which is one of the main doctrines shaping the modern World, experienced this struggle both with its alternatives – that are also rivals at the same time –, and within the fractions in its own structure. The side provided the support of the cyclical wind came out victorious from this struggle and stayed in power until a new crisis occured.

In the period following the Industrial Revolution, liberalism organised in terms politics and economics and also institutionalised within parliamentary democracy in terms of politics and market economy in terms of economics. As for that, individualism constituted the core of the aforementioned institutional structures for all times together with liberty, tolerance/voluntariness, spontaneousness and competition concepts.

Under the effect of interventionist approach, development problematique and individualism were introduced as if they were at cross–purposes for a long time. But the studies which gained acceleration since 1990’s, moderated the sharp discriminations between disciplines and featured new relationships. This new trend necessiates the individualism concept to be reconsidered.    

 

Key Words: Economic Doctrines, Liberalism, Classical School of Economics, Individualism, Development.  

 

1. Giriş

Yüzyıllar boyunca verilen emeklerin bir sonucu olarak Dünya üzerinde meydana getirilen medeniyet ve gerçekleştirilen maddî–manevi birikim, bir anlamda, insanoğlunun ilk etapta çevresini tanıma, etrafında olup biteni anlama/kavrama, daha sonra da öncelikle hayatın devam ettiği ortamlardaki tehlikelerden korunma/vaki tehlikeleri minimize etme veya bunları asgari zararla bertaraf etme, bilahare de bu ortam üzerinde egemenlik tesis ederek çevreyi kendi menfaatleri doğrultusunda yönetme/yönlendirme arayışlarının bir ürünüdür.

İnsan haricindeki tüm canlılar, hayatı idame içgüdüleri sayesinde yaşam tarzları ve alışkanlıklarında kayda değer bir ilerleme sağlayamadan bugünlere gelebilmiştir. Örneğin, herhangi bir balık veya kuş türünün binlerce yıl öncesi ile günümüzdeki yaşam stilleri arasında ciddî bir farklılık göze çarpmamaktadır. Ancak; başlangıç itibarıyla yeryüzündeki diğer canlılardan çok da farklı bir yaşam biçimi bulunmayan ve toplayıcılık faaliyeti ile hayatını idame ettiren insanoğlunun; aklı sayesinde çevresine her geçen gün daha fazla hükmettiği ve etrafını yönetir bir konuma yükseldiği gözlemlenmektedir.       

         Metodolojik açıdan geçmişe bakıldığında; insanoğlunun evrende meydana gelen her olayı birer olgu kabul ederek bunları tanımlamaya, aralarında sebep–sonuç ilişkileri kurmaya ve kurduğu illiyet bağlarını genelleştirilerek “teori” adını verdiği soyut modellerle açıklamaya çalıştığı görülmektedir. Bu kapsamda, insan medeniyetinin meydana getiriliş süreçleri, tüm zamanlar boyunca bütün bilim adamlarının olduğu gibi ekonomistlerin de belli başlı ilgi alanı olmuştur.

Etimolojik analizlere göre “Ekonomi” kelimesi, Yunanca “Ev” ve “Yönetim” anlamındaki “Oikos” ile “Yasa” manasındaki “Nomos” sözcüklerinin birleştirilmesi suretiyle ilk kez Aristo tarafından kullanılmıştır (Turanlı ve İşgüden, 1987: 82). Ekonomi kelimesinin ne anlama geldiğini irdeleyen sorulara verilen cevaplar, zaman başta olmak üzere farklı kriterlere göre değişkenlik göstermiştir. Bu bağlamda; iktisadın uğraşı alanının “İktisatçıların ele aldıkları her şey” olduğunun dahi ifade edildiğine rastlanmakla birlikte, genel kabul gören tanımlamalarda iktisadın, “Kullanım alanları birbirinin alternatifi olan kıt kaynaklardan, insan ihtiyaçlarının karşılanmasında nasıl istifade edildiği” sorusunun cevabını arayan toplumsal bir bilim dalı olduğu (Türkbal, 1997: 4; Türkay, 1991a: 6, Türkay, 1991b: 1; Bulmuş, 1994: 1) hususunun ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Konu hakkında mikro temelli, “Çeşitli alternatif alanlarda kullanılabilecek sınırlı olanaklar ile tatmin edilmek istenen ihtiyaçlar arasındaki ilişkilere ait insan davranışları” üzerinde yoğunlaşan bu ve benzeri tanımların yanı sıra;  makro bazlı, “Mal–hizmet üretiminin ve bu üretimin bölüşülmesi sonucunda ulaşılan toplumsal tatminin en üst düzeyde gerçekleşmesinin toplumsal kanunlarının saptanması, maddi refaha ulaşılması ve gereğince yararlanılabilmesi için çalışma hayatında kişilerin ve toplumun incelenmesi, kişi, aile, firma ya da devlet düzeyinde, kaynakları ve bu düzeylerde değer yaratan ya da tüketen eylemlerin irdelenmesi” (Genel Ekonomi Ansiklopedisi, 1988: 116) şeklinde tanımlar yapılabildiğine de tanık olunabilmektedir.

İnsanlık tarihi boyunca toplumların yaşantıları üzerinde etkili olan çok sayıda sosyo/politik–ekonomik teori geliştirilmiş olmakla birlikte, bunlar arasında liberalizmin ayrı bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Zira liberalizm, modern Dünyanın temel felsefesi ve düşünce biçimini oluşturmaktadır. Liberalizm modern Dünyadaki gelişmelerin arkasındaki temel paradigmayı oluşturduğu gibi, bu Dünyadaki gelişmelerin de paralelinde şekillenmiş bir düşünce biçimidir. Rönesans ve Reform hareketiyle başlayan süreç aslında liberal temaların nüvelendiği bir süreçtir. Ekonomiden, sosyal yaşam alanına kadar genişçe bir eksende modern düşüncenin temellerinin atılmış olduğu bu süreçte esas itibarıyla liberal düşüncenin de temel taşları döşenmiştir. Reform hareketiyle başlayan yeni Dünyanın yaşama biçimini şekillendiren liberalizmi esas alan toplumlar bugün Dünyada yükselmekte olan değerlere öncülük etmekte, Dünyanın siyasi dengelerini ellerinde bulundurmakta, Dünya ekonomisinin merkezini oluşturmakta, kendi vatandaşlarına büyük bir refah ve zenginlik yaratmaktadırlar. Gerek siyasi, gerekse iktisadi anlamda liberal düşünceye kapalı kalan toplumların hiçbiri bugün liberal felsefeyle beslenmekte olan toplumların yarattığı siyasi ve ekonomik zenginliği yaratabilmiş değildir (Çaha, Erişim: Temmuz 2010, 1).

Bu çalışmanın konusunu da, çağdaş Dünyayı şekillendiren öğreti olan liberalizmin temelini teşkil eden ve 1990’lardan itibaren ivme kazanan araştırmalar çerçevesinde yeniden ele alınması zaruri hale gelen bireycilik olgusu oluşturmaktadır.

 

2. Liberal Teoride Bireyciliğin Yeri ve Önemi

Liberalizmin tek vasıflı bir tanımlamasını yapmak gerekseydi, herhalde; “Liberalizm bireyci bir toplum sistemidir demek yeterli olurdu” (Yayla, 1992: 137) ifadesi, bireyciliğin liberal teori içerisindeki yerine işaret etmektedir.

Bireycilik kavramının etimolojisi üzerinde duran Hayek bu kavramın ilk defa Saint–Simoncular tarafından kullanıldığını belirtmektedir (İnaç ve Demiray, 2004: 171). İlk önce, “Bireycilik” tabirini karşı oldukları rekabetçi toplumu ifade etmek üzere kullanmışlar, ardından da “sosyalizm” terimini bütün aktivitelerin aynı prensiple yönetildiği merkezden planlamalı toplumu ifade etmek üzere icat etmişlerdir (Tosun, 1999: 420–421). John Locke, Immanuel Kant, Bernard Mandeville ve David Hume ile modern anlamdaki algılanış biçiminin aslî unsurları ortaya konulmaya başlanan bireycilik akımı,  Josiah Tucker, Adam Ferguson, John Stuart Mill, Frederic Bastitat ve Adam Smith gibi düşünürlerin çalışmaları ile olgunlaşmıştır.

Gerçekten de bireycilik liberalizm için sine qua non (olmazsa olmaz) bir değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Liberalizm bireyi temel sivil hakların, sosyal düzenin, iktisadi ve siyasal yaşamın temel birimi olarak kabul etmektedir. Bireyi hem epistemolojik, hem de ontolojik bir değer olarak ele alan liberal düşünce, onu bilginin kaynağı olarak kabul etmenin yanı sıra, siyasal yaşamın da en temel aktörü olarak görmektedir. Liberalizm ayrıca hukuksal düzenlemeleri bireyi esas alarak gerçekleştirir. Temel insan haklarını birey ekseninde formüle ettiği gibi, toplum-devlet ilişkisini de bireyi esas alarak kurgular. Liberalizm bu yönüyle, cemaat, topluluk, sınıf veya millet gibi kollektif varlıkları esas alan öğretilerden köklü bir şekilde ayrılır (Çaha, Erişim: Temmuz 2010, 5).

Hiç şüphesiz ki liberalizmin olgunlaşmaya başladığı dönemlerden itibaren bireyi en üstün değer, toplumun ana öğesi, gerçek amacı olarak kabul ettiği ve teorinin nüvesi,  odak noktası olarak belirlediği görülmektedir. Kişisel hak–özgürlükleri sosyal düzenin temeli ve ferdi sosyal yapının hücresi sayan bir yaklaşım olan bireycilik liberal paradigmanın en önemli dayanak noktası olup, hareket noktasını, daha iyi bir deyişle analizlerinin odak noktasını “bireyler” oluşturmaktadır (Tosun, 1999: 420). Nitekim Hayek’e göre de bireycilik; bir toplum teorisi, insanların sosyal hayatını belirleyen güçleri anlama teşebbüsüdür. Bireycilik, bireyi toplumdan soyutlanmış, hayatını yalnız başına sürdüren bir varlık olarak görmekten ziyade, onu temel varlık olarak esas almak demektir (Yayla, 1992: 96–100).

Ana akım iktisadın (klasik iktisat okulu) kökleri 19. ve 20. Yüzyıllarda Avrupa’da gelişen kültürel/felsefi gelişmelere dayanmaktadır: Aydınlanma ve klasik liberal felsefe. Bu liberal felsefede ise genel olarak bireylere, ontolojik, epistemolojik, metodolojik ve aksiyolojik bir öncelik veren, somut olan gerçekliğini vurgulayan görüş ya da anlayış esastır. Buna göre en yüce ve temel varlık bireyin kendisidir. Bireyin varlık sebebi başka varlıklar değildir, bizatihi kendisidir. Bireyin kendisini içkin bir varlık olarak kabul eden bu anlayışın ontolojik açılımı bireyciliktir (Karaçay Çakmak, 2008: 5).

Özel’e göre iktisadi anlamda bireycilik, toplum refahının bireysel servet kazanımından daha önemsiz olduğu anlamındadır. … Bireylerin her şeyi yapabildikleri doğal düzen en iyi bireycilik düzeni olarak kabul edilir. İktisadi bireycilik, iktisadi denetim ve düzenlemelere yer veren her türlü sosyal ve siyasal değere karşı çıkar. Bireycilik bir öğreti olarak bireyi ve onun psikolojik eğilimlerini toplumun iktisadi örgütlenmesinin gerekli temeli olarak kabul eder, bireylerin eylemlerinin toplumun iktisadi örgütlenmesi için yeterli görür, sosyal ilerlemeyi birey aracılığıyla ona kendini gerçekleştirmesi için her şeyi sunarak gerçekleştirmeyi arar. Bunun için iki kurumun gerekliliğine inanır: İktisadi özgürlük ve özel mülkiyet. Her bireyin farklı yeteneklere sahip olduğuna ve bu yetenekleri diğerleriyle rekabet içinde geliştirmesine izin verilmesi gerektiğini savunur. Bir sistem olarak bireycilik iktisadi özgürlük, iktisadi ve sosyal rekabet ve özel mülkiyet sistemidir. (Özel, 1994: 17)

Diğer taraftan; liberal teoride toplumsal bazdaki tüm kurumlar ile oluşumların üzerinde olduğu kabul edilen ve tüm kollektivist oluşumlardan daha fazla önem–değer verilen bireyin bu konumu onu araç değil, bizzat amaç pozisyonuna yükseltmiştir. Bireyci düşünme, devletin bir amaç olmaktan çıkıp insanlara hizmet eden bir araç olduğunun farkına varmak demektir (Şener, 1999: 410). Bu bakımdan insan hayatı, başka herhangi bir şey için araç değildir. İnsan hayatı, kendi başına bir değer olduğundan, ona kasteden herhangi bir eylem, hiçbir şekilde haklı gösterilemez (Tosun, 1999: 421). Bu yaklaşım çok önemlidir. Söz konusu yaklaşımın kabul görmesi; devletin bir amaç olmaktan çıkıp insanlara hizmet eden bir araç olduğunun farkına varılması (Şener, 1999: 410) anlamına gelmektedir.

Bireye atfedilen bu en yüksek derecedeki önem ve değer; ne pahasına olursa olsun onun amaç durumundan araç durumuna düşürülmesinin önlenmesi isteğini beraberinde getirerek temel hak ve özgürlükler, insan hakları, devlet iktidarının sınırlandırılması gibi pek çok kavrama temel teşkil etmiştir. Bir başka deyişle siyasal liberalizm; en kutsal değer olarak gördüğü bireyi ihlal edilemez, devredilemez, yok sayılamaz, baskı altına alınamaz birtakım temel hak ve özgürlüklerle donatmıştır. 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, başlangıç kısmı ve ikinci maddesinde; “Her siyasal topluluğun amacının, kişinin doğal, dokunulmaz ve vazgeçilmez haklarının korunması” olduğunu belirtilmek suretiyle klasik liberal bireyci görüşün tarihsel özlemine hukuki ve evrensel bir geçerlilik kazandırılmıştır (Süzek, 1993: 5).

Liberal düşüncenin fikir babalarından John Locke’a göre ilahi bir fıtrata sahip olan birey doğuştan temel bir takım haklarla dünyaya gelir. Bireyin sahip olduğu en temel üç hak yaşama hakkı, mülkiyet hakkı ve özgürlük hakkıdır. Bu haklar bireyin insan olmaktan, insan onuruna sahip olmaktan kaynaklanan temel hakları olup hiçbir şekilde ihlal edilemez ve hiçbir aşkın amaç uğruna vazgeçilemezler. Bu temel vazgeçilmez haklarla dünyaya gelen birey aynı zamanda hukuksal düzenlemeler için de temel bir dayanak oluşturmaktadır. Siyasal kurumların ve hukuksal düzenlemelerin temel hedefi bireyin doğuştan getirdiği bu tabii hakları korumaktır. Devlet, siyasal düzen ve hukuk sisteminin varlık sebebi budur. Tabii hukukun bir gereği olan mülkiyet hakkı bireyin yaşamı kadar masum ve kutsal bir haktır. Mülkiyet kavramı “malik olmak” anlamına gelip, bireyin sahip olduğu maddi ve manevi tüm değerleri ifade etmektedir. Aynı şekilde başkasının özgürlük alanına girmeksizin bireyin ön gördüğü her tür düşünce, inanç ve pratik onun tabii hukukunun bir gereğidir ve asla vazgeçilemez.

En yüce ve nihai amaç bireyin kendisidir. Bireyin varlık sebebi başka varlıklar değildir, bizatihi kendisidir. Bu anlayışın ontolojik açılımı bireyin kendisini içkin bir varlık oluşudur.  Nihai otorite ve referans bireydir. Bireycilik düşüncesini ileri bir boyutta ele alan Isaiah Berlin gibi liberal düşünürler bireyi kendi doğrularının yaratıcısı, kendi vicdanının hamisi, kendi değerlerinin referansı ve kendi iyiliklerinin mihengi olarak kabul etmektedirler. Akıl ve vicdan dışında birey için bağlayıcı herhangi bir kayıt söz konusu değildir. Hiç kimse bu anlamda bireye herhangi bir değeri, düşünceyi, görüşü, ideolojiyi veya inancı zorla kabul ettirme hakkına sahip değildir (Çaha, Erişim: Temmuz 2010, 5–6).

Bununla birlikte liberalizmin bireye atfettiği değer ve önem; bazı hallerde liberal teorinin insanı sadece iktisadi gelişmenin bir aracı olarak gördüğü şeklinde yorumlanabilmektedir. İnsanlığın mevcudiyetinin sürdürülmesi ve varlığının geliştirilmesinin şartları açısından olaya bakıldığında, liberal felsefe; insanın kendi ihtiyaçlarının ne olduğuna yine en iyi kendisinin karar verebileceği görüşünü savunmaktadır. Burada önemli olan, bireyin kendi ihtiyaçlarını kendi zevk ve tercihleri çerçevesinde kendi özgür iradesiyle belirleyebilme imkânına sahip olmasıdır. Bu çerçevede liberal görüş, insan ihtiyaçlarının önem sıralamasının, insanlar adına başkaları tarafından yapılmasına ve bu konuda insan üzerinde bir baskı oluşturulmasına kesinlikle karşı çıkarak bu yaklaşımı insanın köleleştirilmesi olarak algılamaktadır (Türkkan, 1999: 357).

Bir başka görüşe göre; liberal düşüncede “insan” söz konusu olduğunda kastedilen; “birey” olarak insandır, yoksa başka kolektif varlıklar değildir. Çünkü liberaller, “sınıf”, “devlet” ve “toplum” gibi kavramların gerçek birey varlığı (entity) anlatmadıklarını, bunların sadece kavramsal birer soyutlama olduklarını düşünürler. … “Toplum” diye gözlenebilen bir varlık yoktur; o, bireylerin toplamından ibarettir. Bu noktadan hareketle; “toplumun amacı” anlamında bir “ortak iyi”den söz edilemez; bu tür sözler tamamen illüzyondur.  Toplumun, kendisini oluşturan bireylerin amaçlarından, değerlerinden, çıkarlarından bağımsız, hele onların üstünde bir amacı, değeri, çıkarı, kısaca bir iyi anlayışı yoktur (Erdoğan, 1993: 6).  Bundan dolayı, topluma izafe edilen eylem ve kararlar ancak bireysel eylem ve kararlara çevrildiğinde anlam kazanabilirler (Tosun, 1999: 421).

Öte yandan; klasik liberalizmde bireye atfedilen değer, devlet iktidarının çerçevesinin belirlenmesine damgasını vurmuş, bireyin temel hak ve özgürlüklerini ihlal etmesi en muhtemel varlık olarak görülen iktidarı sınırlandırılmamış devletten beklenen görevler esas itibariyle ‘negatif’ bir karaktere bürünmüştür.

Liberal ekonomi anlayışının temel hedefi, toplumdaki bütün bilgi ve beceriyi harekete geçirmektir. Bunun için insanın yaratıcı ve girişimci gücünü olumlu ve olumsuz yönde etkileyen faktörleri keşfetmek, bunun için de insan aklına ve insana güvenmeyi öğrenmek, insanın bilgi ve becerileri nasıl ve hangi koşullarda kazanabildiği üzerinde düşünmek gerekmektedir (Türkkan, 1999: 357).

Diğer taraftan; klasik liberaller nezdinde muğlak bir karakteri bulunan ve sübjektif yorumlara açık olan “toplumsal çıkar”, “kamu yararı”, “ortak menfaatler” gibi birtakım bütüncül yaklaşımlar; bireyi araç durumuna düşürmesi ve bireysel menfaatleri ikincil planda bırakması nedeniyle itibar edilmeyen kavramlardır. Birey odaklı düşünme sayesinde, kişileri güdülemek çok kolaydır, çünkü kişinin kendi çıkarını kendisinden daha iyi kimse bilemez. Bireycilikle yaratıcılığı teşvik etmek için gerekli vasat oluşturulmuş olunur, çünkü toplumsal çıkar uğruna bireysel özgürlüğü sınırlama bireysel yaratıcılığı öldürmek demektir ve toplumsal fayda gibi muğlak bir kavramın arkasına sığınarak yapılan toplumsal istismar ya da yağmacılığı önleme konusunda ön koşul sağlanmış olunur (Şener, 1999: 410).

Bu bağlamda; bireyselliğin kendi başına değer sayılması, bireyin kendini gerçekleştirmesinin önündeki engellerin ve her türlü dış müdahalenin reddini gerektirir. Bireysel etkinliğe müdahale sadece devlet veya hükümetlerden gelmez; başka bireylerin eylemlerinden, dini kurallar ve geleneklerden gelen kısıtlamaların da giderilmesi gerekir. Bunun için, bireyin, devlet dâhil başka hiçbir otoritenin karışamayacağı özgür bir etkinlik alanına sahip olması, her siyasal–toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturması gerekir.  ... İnsanlara, bir “ortak iyi” anlayışının dışardan (devlet, cemaat veya başka bir kollektivite tarafından) zorla kabul ettirilmeye çalışılmaması gerekmektedir (Tosun, 1999: 421–422).

Erdoğan’a göre liberalizmin temeli, insan kişiliğinin birinci değer olduğuna ilişkin varsayımıdır. Bunun için insanın varoluşu ve amaçlara yönelmesi her türlü toplumsal–siyasal düzenlemenin çıkış noktası olmalıdır. Rasyonel bir varlık olarak insan, kendi amaçlarını gerçekleştirir ve kendisi için iyi olanı bulmaya çalışırken, hiçbir dış engel ve müdahale ile karşılaşmamalıdır. Bu ise, bireysel özgürlük ve hakları gerektirir. İnsanın amaçlılığı ve kendisi için iyi olanı özgürce benimseyebilmesi esas olduğundan, birey olarak insanı hesaba katmayan, onun değer ve amaçlarından bağımsız bir kendi başına toplumsal (ortak) iyi yoktur. Dolayısıyla devlet de böyle bir ortak iyi anlayışını bireylere kabul ettiremez. Toplum, millet, cemaat veya – bunların bir temsilcisi olarak – devlet, gibi bir organizasyon bireylere göre ikinci planda olup, bu sonuncusu bireysel amaçlar karşısında olsa olsa bir araçtır. Esasen toplumun, onu oluşturan bireyler karşısında onlardan ayrı bir varlığı yoktur; bu bakımdan toplumun kendine özgü amaçları da olamaz (Erdoğan, 1993: 16–17).

Diğer taraftan; bireyciliği “gerçek” ve “sahte” bireycilik olmak üzere ikiye ayıran John Locke, David Hume ve Adam Smith’in bireyciliğini gerçek, ansiklopedistlerin, Rousseau ve Fizyokratların kartezyen rasyonalizme dayanan bireyciliğini ise sahte bireycilik olarak nitelendiren Hayek’e göre, bireyciliğin iki temel özelliği vardır :

a) Bireycilik esas olarak bir toplum teorisidir; insanın sosyal hayatını belirleyen güçleri anlama teşebbüsüdür.

b) Bu toplum görüşünden kaynaklanan bir siyasal düsturlar dizisidir.

Hayek gerçek bireycilikle sahte bireycilik arasındaki farkı; gerçek bireyciliğin, beşeri ilişkilerde ortaya çıkan düzeni, kişisel eylemlerin öngörülmemiş, önceden tahmin edilemeyen bir sonucu olarak kabul ettiği, sahte bireyciliğin ise bu düzeni insanın bilinçli ve planlı olarak düzenlediği şeklinde açıklamıştır. Yani her iki bireycilik anlayışında bireysel aklın farklı bir yeri bulunmaktadır. Birincisinde aklın insanî ilişkilerde oynadığı role nispeten az yer verilmekte ve insanın sahip olduğu şeyleri, bireysel aklın sınırlı ve mükemmellikten uzak olmasına, kısmi yetersizliğine rağmen kazandığı kabul edilmekte, ikincisinde ise; gücü abartılmış bir akla bütün insanların sahip bulunduğu, insanın kazandığı her şeyin bireysel aklın ürünü olduğu ve bundan dolayı da onun kontrolü altında olması gerektiği vurgulanmaktadır (Hayek, 1952: 3–8).

George Sabine ise, liberal felsefenin iki aksiyomunu;

a) Her türlü kolektivizme karşı olan bireycilik,

b) Bir topluluk içindeki bireyler arası ilişkilerin değişmez bir şekilde ahlakî ilişkiler olması,

şeklinde sıralamış ve liberal toplumlardaki kurumların ve ilişkilerin içeriğinin bu iki temel prensip tarafından şekillendirildiğine dikkat çekmiştir. Sabine; liberal bir siyasi düzenin ayırt edici özellikleri olarak aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

a) Hükümetin sınırlandırılması,

b) Özel teşebbüsün teşvik edilmesi,

c) Sözleşme özgürlüğünün mümkün olan en geniş ölçüde sağlanması (Sabine, 1969: 123–125).

Ancak; liberal görüşün insan hakkındaki önerilerinin mantığının anlaşılabilmesi için bireysel egemenlik alanını keyfi olarak sınırlandıran her türlü zor kullanımının, baskının, bireyi şekillendirme ve yönlendirme çabasının, birey üzerindeki etkilerinin üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. ... Liberal görüş, bireyin sosyalleştirilmesi adına, yasaların devlete tanıdığı güç kullanılarak doktrine edilmesine karşı çıkmaktadır. ... Özgür insan aklı ve özgür insanın toplumsal kültürü algılama biçimi, bireylerin bir toplum içinde yaşamalarının gereklerini en iyi bir biçimde kavramalarını sağlayacak en önemli teminattır. Bu çerçevede liberal görüş, yaygın kanaatin aksine; salt ve katı bir bireyciliği ve bireyin sahip olduğu tüm kültürel ve ahlaki değerlerden arındırılmasını değil, bireyin içinde yaşadığı toplumun sahip olduğu kültürel ve ahlaki değerleri bağımsız ve özgür bir biçimde ve baskı altında kalmaksızın yorumlayabilmesini ve sosyal yaşama katılımını gönüllülük esası çerçevesinde yapabilmesini savunmaktadır. ... Liberalizmin vurgulamak istediği husus; aynı sosyo – kültürel ve sosyo – ekonomik ortamda, özgür ve bağımsız birey ile özgür olmayan bireylerin davranış ve tepkilerinin çok farklı olacağı, bireyin ancak özgür bir ortamda ve gönüllü olarak alacağı kararların ve tercihlerin, onun yaratıcı ve girişimci gücünü en üst düzeyde değerlendirmesi ve kendisini en iyi bir biçimde geliştirmesi imkânını yaratacağıdır (Türkkan, 1999: 358).

Klasik liberalizm sosyal bütünler yerine bireye dayanmaktadır. Bireycilik metodolojik olarak kavranmaya çalışılmaktadır. Bireysel tercihler, merkezi planlamanın yerini almıştır. Bireycilik hem insan özgürlüğünün değeri hem de verimlilik açısından liberalizmin ana yapısını biçimlendirmektedir. Hayek gibi bazı liberaller, insanın her zaman rasyonel seçim yapmadığını ya da yapmak zorunda olmadığını söyleseler de, liberaller çoğunlukla insanın rasyonel seçim yapma kapasitesine sahip olduğunu belirtmektedir. John Rawls’a göre bireyler sosyal ilişkilerde rasyonel seçim yapan aktif ajanlardır (Midgley, 1999: 261). Yani metodolojik bireycilik ve homo economicus teorinin temel taşlarıdır. Sadece bireyler tercihlerde bulunurlar ve bireyler tercihlerde bulunurlarken kendi özel çıkarlarını maksimize etme eğilimindedirler (Aktan vd., 2010: 310).

Bu bağlamda toparlamak gerekirse; liberalizmin bireyciliği başlıca iki anlama gelir. İlk olarak, liberalizm metodolojik anlamda bireycidir; yani toplumun, toplumsal düzenin ve toplumsal yapıların, ancak bunların kurucu unsuru veya temel birimleri olan bireylerden ve onların davranışlarından hareketle açıklanabileceğini kabul eder. Başka bir anlatımla, liberalizmin bireyciliği onun toplumsal olanın varlığını reddettiği anlamına gelmez; sadece toplumsal gerçeğin bireysel elementlerle açıklanabileceğini söyler. Bu çerçevede, sosyal kanunlar veya daha doğrusu düzenlilikler insan tabiatının değişmez özellikleriyle açıklanabilirler.

İkinci olarak, liberalizm ahlâki veya normatif anlamda da bireycidir. Normatif bireycilik her bir bireyin ayrı bir değer olduğunun kabul edilmesini ifade eder. Her bir birey kendisi için hayatı neyin değerli kıldığına ancak kendisi karar verebilir. Bu çerçevede, bir soyutlama olarak toplumun onu oluşturan bireylerinkinden ayrı bir varlığı, iradesi ve amaçları yoktur. Bireylere bağımsız bir değer olarak saygı göstermek gereği onların her birinin ahlâki bir statüye sahip olmalarından kaynaklanır. Ahlâki bir değer olarak bireycilik, bireysel insanların kendi potansiyellerini geliştirebilecekleri ve değerlerini belirleyip gerçekleştirebilecekleri bir alanın varlığına ihtiyaç gösterir. Kendini geliştirme ancak bireysel olarak başarılabilir (Erdoğan, Erişim: Temmuz 2010).

Bireycilik, metodolojik açıdan da “insan faaliyetinin ‘toplumsal’ ve ‘özel’ diye ikiye ayrılmasına kesinlikle karşıdır. Toplumsal bir davranış, herhangi bir özel davranış gibi, tamamen ferdi tercihlere ve ferdi amaçlara dayanır ve toplumsal davranışın ortaya çıkışı, ancak ferdin veya fertlerin kendi zihinlerinde yapacakları bir değerlendirmeden sonra olur. Bir karar veren veya seçim yapan varlıklar olarak, özel veya toplumsal bütün davranışların gerisinde fertler vardır (Buchanan ve Tullock, 1967: 567’den aktaran; Savaş, 1997: 61).

Sosyal bilimlerde bir meselenin ele alınma ve açıklanma yöntemi bağlamında baz alınan belli başlı iki ünite bulunmaktadır. Bunlardan birincisi birey, ikincisi de grup, topluluk, birey ya da genel bir ifade ile kurumlardır. Bu alanda, belirleyici unsur olarak bireyi esas alan “Metodolojik bireycilik ya da hedonistlik”; belirleyici unsur olarak kurumu esas alan ise “Metodolojik bütüncülük ya da holistik” olarak ifade edilmektedir (Demir, 2003:  21). Bunlardan bireyi esas alan yaklaşıma göre; kurumları, bireysel eylem ve davranışlar ortaya çıkarır. Bireysel eylem ve davranışların temelinde ise kişisel çıkar güdüsü yer almaktadır. Kurum–birey arasındaki ilişkide etkileşim bireyden kuruma doğru gerçekleşmektedir. Bunun tam karşısında yer alan holistik yaklaşıma göre ise, önemli ve belirleyici olan sosyal ve kurumsal yapıdır. Buna göre birey, içinde doğduğu ve büyüdüğü toplumun normlarını içselleştirerek kendisini oluşturur. Böylelikle bireyin eylem ve davranışlarında içinde bulunduğu sosyal yapının ya da kurumun etkili olduğu ifade edilir. Bu bakış açısına göre ise kurum-birey ilişkisinde etkileşim, kurumdan bireye doğru gerçekleşmektedir (Demir, 1996: 114).

Grup saygınlığı ve özerklik bireye yönlendirilmiş motivasyonların yerine geçtiği zaman, iktisadın çoğunluğunu destekleyen metodolojik bireycilik (kendi çıkarı doğrultusunda maksimizasyon postülalarının terk edilmesine yönelik son çabaları da içermektedir) uygun bir prensip olmayabilmektedir (Bardhan,  2005: 4333). Bu olgu da kolektivist zihniyetin gerek iktisadî gerekse de sosyal politikalarda egemenliğinin önünü açmaktadır.

Son olarak üzerinde durulması gereken nokta ise; politikada, hem politika ilminde ve hem de politika felsefesinde “ferdiyetçilik” kavramının iki değişik anlamı bulunmaktadır ve çoğu zaman bu anlamlar birbirine karıştırılmaktadır. Ferdiyetçilik birinci anlamda bir analiz yönteminin adı olup, ferdi; değerlendiren, seçen, karar veren ve ona göre hareket eden temel ünite olarak kabul eder. İkinci anlamda ise ferdiyetçilik bir “toplumsal organizasyon biçimi” olup, “her şey insan içindir” kuralı ile şekillenir. Devleti açıklamaya yönelen teorilerin çoğu, bu ikinci anlamdaki ferdiyetçilik ilkesine sahip oldukları halde, analiz yöntemleri birinci anlamda ferdiyetçidir. Bu nedenle bir analiz yöntemi olan ferdiyetçiliği, bir toplumsal organizasyon biçimi olan ferdiyetçilikten ayırmak büyük önem taşır (Buchanan ve Tullock, 1967, s. 315–317’den aktaran: Savaş, 1997, s. 60–61).

 

3. Bireycilik ve Kalkınma

Bir disiplin olarak iktisat kalkınma ile her zaman ilgilenmiştir. Fizyokratlardan Smith ile Ricardo ve Marx’a kadar erken dönem iktisatçılar, ekonomik büyüme ve yapısal değişim süreçlerini öncelikli olarak anlayabilmek için nasıl ve neden ortaya çıktıkları, hangi şekilleri aldıkları, ne tarafından engellendikleri veya kısıtlandıkları ve hangi içeriğin gerçek anlamda daha büyük maddi zenginlik ve daha genel insan ilerlemesine yol açtığı hususlarının üzerine eğilmişlerdir. Takip eden süreçte anılanların hem odaklarını ve hem de yaklaşımlarını kapitalist ekonomilerin işleyişi ile ilgili daha spesifik meseleler üzerinde yoğunlaşılmasını sağlayan hususu bu daha geniş “makro” sorular kümesi teşkil etmiştir. 19’uncu Yüzyılın geç dönemlerindeki marjinalist devrimin iktisatçıları bu daha büyük evrimci sorulardan uzaklaştırarak hâlihazırdaki tarih içermeyen tikel araştırmalara yönelttiği doğrudur. Mamafih büyüme ve kalkınma süreçlerinin anlaşılmasına yönelik çabaların, iktisadî araştırmaların ana motive edici güçleri olarak kaldığını söylemek adil olabilir. Bu meyanda; kalkınma iktisadına konunun bir dalı olarak  muamele etmek dahi yanıltıcı olabilmektedir, zira kalkınma iktisadının soruları disiplinin kendi özüne dokunmaktadır (Ghosh, 2001: 2).         

 Kalkınma olgusu ve bireycilik, gerek sosyal gerekse de iktisadi alanlarda uzun yıllar boyunca karşı saflarda ele alınmıştır. Bunun en temel sebebi de kalkınma alanındaki ana rolün devlet tarafından üstlenilmesini gerektiğini savunan kanadın müdahalecilik, bu alandaki gidişatın toplumun iç dinamiklerinin doğal seyrine bırakılmasını savunan kanadın ise serbesti taraftarı olmasından kaynaklanmaktadır. Ana akım iktisadın farklı ekolleri bünyesindeki disiplinler de bu çerçevede şekillenmiştir. Ancak konjonktürel gelişmelerin ekonomik ve sosyal süreçler üzerindeki belirleyici rolü, iktisat politikalarında her iki kanadın da dönüşümlü olarak iktidarda olmasını da beraberinde getirmiştir.

1990’lardan itibaren ivme kazanan araştırmalar ise, disiplinler arasındaki keskin ayrımları yumuşatmış ve yeni ilişkileri ön plana çıkarmıştır. Hiç kuşkusuz soğuk savaşın ideolojik dayanak noktasına bağlı bir şeyler olsa da, hangi sebeple olursa olsun, hem kalkınma iktisadı ve hem de kalkınma çalışmaları, genel olarak 1970’lerin sonları ve 1980’ler boyunca geniş ölçüde sessizliğe bürünmüştür. 1990’lar boyunca ise bütün bunlar hızla değişmiştir. Ortodoks iktisat tarafından sosyal bilimlere yönelik bir genel istilasının yansıması olarak, Hirshleifer ve Grossman önderliğindeki metodolojik bireycilik ve rasyonel seçim üzerine temellendirilen ekonomik çatışma modelleri hızla çoğalmıştır (Cramer, 2002: 1846).

Kalkınma ekonomisi ortaya çıkışının erken dönemlerindeki on yıllarında, diğer ontolojileri kapsam dışında bırakan ve birbirini tamamlayan bir ilişki dâhilinde yapısalcı ve bireysel ontolojilerin özel bir kombinasyonuna dayanmıştır. 1980’ler ve 90’lardaki neoliberal eleştiriler ise bu diyalektiği reddetmiş ve az gelişmiş ülke ekonomilerinin analizinden neoliberal bir ekonominin işleyişi için gereksinim duyulanların hepsini, fakat en fazla da minimal yapısalcı varsayımları çıkarmanın yollarını aramıştır. … Bu bağlamda; kalkınma ekonomisi alanındaki literatürün çok geniş olmasından dolayı, tartışmalar; kalkınma iktisadı içerisinde yapısalcılıktan bireyselciliğe doğru olan bu değişime işaret eden birbirleriyle ilişkili iki teorik vizyonla sınırlandırılabilmektedir:   

 a) Endüstriyel kalkınma birleştirici hedefi ile ithal ikameci, devlet yönlendirmeli yapısalcı ontolojiler ve

b) Devleti parçalarına ayırmayı ve onun yerine özel mülkiyet ile serbest piyasaları koymayı birleştirici hedef olarak koyma projesi bulunan ithal ikameci sanayileşmeye neoliberal cevap veya neoklasik karşı devrimin bireyci ontolojileri (Charusheela, 2005: 45).

Yapısalcı yaklaşım, kalkınma iktisadının ortaya çıkışı ve gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Bu yaklaşım 1940’lar ve 1950’lerde Latin Amerika’da Birleşmiş Milletler Latin Amerika Ekonomik Komisyonu (ECLA) ve Prebish, Avrupa’da Perroux ve Myrdal ve Birleşik Devletler’de Hirshman ile şekillenmiştir. Mezkur yaklaşım, denge modelini ve üretken kaynakların tam ve etkin dağılımını garanti altına alma yeteneğini sorgulaması yönüyle neoklasik yaklaşımdan farklılaşmaktadır. Yapısalcı yaklaşım, Keynesyen yaklaşımın etkisiyle ekonomik düzenlemelere ve piyasa kusurlarına devlet müdahalesi fikrini savunmaktadır (Oman ve Wignajara, 1991: 133–141). Bununla birlikte, yapısalcı çalışmaların en önemli katkısı, Üçüncü Dünya ekonomilerini analiz ederken yapısalcı bakış açılarını göz önünde bulundurmasına dayanmaktadır. Buradan hareketle, azgelişmişlik doğal bir fenomen gibi analiz edilmemekte, uluslararası ekonomi tarafından uygulanan egemen fenomenlere ve   üretken yapıların çökmesine bağlı tarihsel bir durum gibi ele alınmaktadır (Hammouda, H.B., 2003: 129).

Hâlihazırda genellikle kalkınma iktisadının daha yeni tarihli bir kökeni bulunduğu ve tipik olarak 20’nci Yüzyılın ikinci yarısına kadar uzandığı düşünülse de; aslında hem gelişmişlik hem de azgelişmişlikle bağlantılı olarak filizlenen bir iktisadî literatürün bulunduğu savaşın hemen sonrasından 1950 ve 1960’lara kadar uzandığı söylenilebilecektir. Bu çalışmaların bir bölümü müteakip “yapısalcı” analiz için temel teşkil ederken, bu dönemin standart literatürünün çoğunluğu halen ana akım disiplinin oldukça içerisinde olmuştur ve bazı varsayımlarını değiştirirken dahi ana akım yaklaşımının temellerini devam korumuştur.  Bu nedenle de; Arthur Lewis tarafından tasvir edilen iktisadî düalizm, Rosenstein–Rodan tarafından betimlenen daha az gelişmiş ekonomilerin doğasında var olan koordinasyon hataları, Albert Hirschman tarafından savunulan sanayileşme için dengesiz büyük itiş stratejilerinin etkinliklerinin tamamı, bir anlamda sonradan gelenler için açıkça görülebilen piyasa başarısızlıklarına bir cevap mahiyetindeki kalkınma politikası ile uğraşmıştır. Bu tür uygulamaların mantıksal sonucu kalkınma planlaması literatürünün ortaya çıkmasıdır (Ghosh, 2001: 2).  

Ekonomik kalkınma hedefini gerçekleştirecek temel faktörlerin başında hiç kuşkusuz girişimcilik gelmekte ve ekonomik kalkınmayı hayata geçirecek girişimciliğin kamu sektörü tarafından mı yoksa özel kesim tarafından mı icra edileceği ya da kalkınma hamlesine bireyci mi kolektivist mi bir ruhun egemen olacağı hususu bu alandaki belli başlı toplumsal tercihi teşkil etmektedir. Bu noktadaki tercihte toplumsal dokuya egemen olan kültürel değerlerin belirleyici etkilerine vurgu yapan çalışmalar dikkat çekmektedir. Nitekim; Hofstede tarafından 1980 tarihli çalışmasında ortaya konulan ve daha sonra Triandis tarafından 1995 tarihli çalışmasında gönderme yapılan bireycilik/kollektivite süremi, bir kültürün girişimciliğe yatkınlığının teşhisinde başrol oynamaktadır. Hofstede 1980 tarihli çalışmasında bireycilikle ekonomik kalkınma arasındaki bir ilişkiye işaret etmiştir. Bireyselci kültürler kendini algılamanın gelişimini ve yeni fikirlere ve icatlara yol açabilecek rekabeti ve bir sorumluluk duygusunu teşvik etmektedir. Kolektivist ortamlar; normların kabulü, uzlaşma ve değişime direnç yoluyla fiilen girişimci karşıtı olabilmektedir (Morris vd., 1994, s 65–89). … GLOBE programının verilerini kullanan Gupta ve diğerleri (2004) de tüm girişimci lider yapılandırmasının Hofstede’nin kültürel boyutlarıyla tahmin edilebilir yollardan bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur. Anılanlar ayrıca, belli başlı grupların (Anglo, İskandinav ve Germen), güç menzili yüksek kültürler karşısında (Ortadoğu ve Konfüçyüscü) girişimci liderlik bakımından diğerlerinden daha yüksek başarı kazandıklarını tespit etmişlerdir. Bu ulusal bir kültürün “işlevsel” yönlerinin girişimciliğin lehinde olan veya ona zarar veren bir toplumsal yapı tesis ettiğinin açık bir göstergesidir (Samit, 2005: 264).

Söz konusu çalışma üzerinde daha ayrıntılı bir şekilde durmak gerekirse; Hoftede’nin 1980 tarihli ünlü çalışması, büyük bir Amerikalı çok uluslu şirketinden 117.000 personelin 1967 ile 1973 arasında ağırlıklı olarak işle bağlantılı konuları içeren maddelerin yer aldığı bir ankete verdiği cevaplar üzerinde temellendirilmiştir. Farklı iş amaçlarının önemi ile ilgili 14 madde üzerinde 40 milletten çalışanların ekolojik faktör analizine verdikleri ortalama cevaplar bazında Hofstede, bireycilik ve maskülinite (erkek egemen–ataerkil) olarak etiketlendirdiği iki faktör tanımlamıştır. Ulusal kültürün daha ileri iki boyutu, sözde bir eklektik analizden ortaya çıkan güç mesafesi ile belirsizliğin önlenmesi şeklinde bir sınıflandırmayı ortaya koymuş ve maddeleri çoğunlukla teorik beklentiler etrafında bir araya getirmiştir. Hofstede’nin analizindeki veri tabanı daha sonra 1983’te 53 ulusa genişletilmiştir.     

Hofstede 1980 tarihli çalışmasında güç mesafesi boyutu bir kültür içerisindeki eşitsizliğin egemen normları bakımından tanımlanmıştır. Bireycilik ve kolektivizm, bahis konusu edilen bir toplumun üyelerinin kimliklerinin her şeyden önce kişisel tercihler ve başarılar tarafından mı yoksa ait oldukları gruplarca mı şekillendirildiği hususundaki içeriğe göre adlandırılmaktadır. Ataerkillik ve anaerkillik, kuvvetlilik ve zayıflık boyutuna tekabül etmektedir. Ataerkil toplumlarda rekabet, başarı ve performans gibi değerler ılımlı sosyal ilişkiler, yaşam kalitesi ve zayıfların korunması gibi değerlere görece daha fazla vurgu yapılan anaerkil toplumlara kıyasla nispeten daha egemendir. … Belirsizliğin önlenmesi ise; bir kültürün üyelerinin yaşantılarındaki belirsizliklerden rahatsızlık duymalarının derecesini zikretmektedir. Bu toplumlar, şekillendirilmemişlerden ziyade davranış için açık kılavuzların bulunduğu biçimlendirilmiş durumları tercih etmektedir. Hofstede’nin 1980 tarihli çalışmasındaki yapıların geçerliliğinin onaylanması, coğrafi, ekonomik ve sosyal göstergelerle korelasyonlarının anlamlılığının kurulması vasıtasıyla başarılmıştır. Kolektivist ulusların daha düşük kişi başı Gayrısafî Yurtiçi Hâsıla’ya sahip olmaya yatkın oldukları ile bireycilik ve ekonomik kalkınma arasındaki ilişkinin bilhassa kuvvetli olduğu ortaya konulmuştur (Smith ve Dugan, 1996: 232).                 

Hofstede’nin 1980 tarihli çalışması güç mesafesi ve bireycilik arasında yüksek bir korelasyon bulunduğunu rapor etmektedir. Gerçekten de anılanın 32 değer kalemi üzerinde temellendirilen ekolojik faktör analizi; ataerkillik ve belirsizliğin önlenmesi ile güç mesafesi ve bireyciliğin bir bileşimine tekabül eden dörtten ziyade üç faktörün çıkarılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu nedenle de her ne kadar Hofstede kavramsal olarak bu son iki boyutu (güç mesafesi ve bireycilik) ayırmayı tercih etse de, ampirik olarak konuşmak onların altı çizilen aynı boyutun göstergeleri  olabileceklerini göstermektedir. Hofstede’nin eleştirilere açık olduğu 1980 tarihli eserine araştırmacılar tarafından kültürler arası farklılıkların açıklanmasına yardımcı olunması bakımından geniş ölçüde başvuruda bulunulmuştur (Daha fazla bilgi için bkz: Kağıtçıbaşı ve Berry, 1989; Smith ve Bond, 1993).

Örneklenen ülkeler yelpazesi teorik olarak bu tür çalışmalardan ortaya çıkan boyutları etkileyebilmektedir ve bu bağlamda Hofstede de eski komünist uluslardan örneklerin eksikliğine işaret etmiştir. Ama Hofstede’nin çalışması yine de bugüne kadar örneklenen kültürlerin sayısı bakımından en kapsamlı araştırma olma özelliğini korumuştur. Bir başka eleştiri ise örneklenen değerlerin kapsamlı olmamasına bağlı olarak tanımlanan boyutların teferruatlı olamayabileceğidir. Nitekim Hofstede de 1991 tarihli çalışmasında zaman perspektifiyle bağlı olarak beşinci bir boyut eklemiştir.

Hofstede’nin 1980 tarihli çalışması ulusal kültürlerden çıkarılan örneklerin türleri temelinde de eleştirilmiştir, çünkü  cevap verenlerin tümü kendilerini içlerinden seçildikleri daha geniş ulusal topluluklardan ayrıştıran müşterek ve kolektif birliktelik içerisindeki bir kültürü paylaşmışlardır. Her ne kadar sanayileşmiş bir toplumda hizmetler ve pazarlama alanlarında istihdam edilenlerin Üçüncü Dünyaya mensup bir millette mevcut olan benzer rollerdekilere mutlaka eşdeğer olup olmaması gerektiği konusunda şüpheler öne sürülebilse de, Hofstede eşleştirici stratejisini bir güç olarak addetmiştir.

Bunlardan sonuncusu (Üçüncü Dünya ülkeleri), göreli olarak ulusal topluluğun geri kalanına kıyasla daha yüksek zenginlik ve sosyal statü seviyelerine sahip olabileceklerinden dolayı bir öncekinden (sanayileşmiş ülkeler) farklılaşmaya meyledecektir. Mamafih; tesadüfi popülasyon örneklemlerinin yokluğunda örnek bir eşleme stratejisi bir zorunluluktur (Daha fazla bilgi için bkz: Schwartz, 1994).

Kurumcu düşünceye göre insan davranışlarını şekillendiren temel etken güdüler yani bireysel çıkarlar değil, kurumlardır. Bu kurumsal faktörler de, güdüleri şekillendirir (Demir, 1996: 139). Çünkü kurumcu düşünceye göre, bireysel amaçlar, bir sosyal bütünlük içerisinde ve bir takım toplumsal güdüler (gelenek, alışkanlık, kültür, kurum gibi) tarafından motive edilerek ortaya çıkar. Bu bağlamda bu sosyal bütünlüğü göz ardı ederek bireyi, analizin odağına yerleştirmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Sonuç olarak iktisadın, bireyin sadece hedonist davranışlarını değil aynı zamanda amaçlı ve alışkanlıklara dayalı eylemlerini önceden amaçlanan ve amaçlanmayan sosyal denetim biçimlerini de incelemesi ve bunun için metodolojik bireycilik yanında metodolojik bütüncülüğü yani holistik bir yaklaşımı da kullanması gerekmektedir (Güvel, 1998: 157).

Sanayi Devrimi’nden günümüze kadar geçen süreçte akademik, entelektüel ve politik çevrelerde iktisat öğretisi bağlamındaki iktidar birkaç kez el değiştirmiş olup, kaba hatlarıyla; 1929 Büyük Buhranı’na kadar egemen olan Klasik Liberal Okul, tahtını bıraktığı Keynesyen Ekolden 1970’lerin ortasındaki petrol krizi ve stagflasyon döneminde iktidarını geri almış ve 2008 Küresel Ekonomik Kriz dönemine kadar da kesintisiz ve etkin bir şekilde hakimiyetini kayıtsız şartsız korumuştur. Bu süreçte, özellikle de 1990’lardan sonra iktisat alanında yapılan ve literatüre geçen belli başlı çalışmaların sıklet merkezini, klasik liberal okulun iktisada pozitif bilimlere has özellikler kazandırılmasına yönelik arayışları çerçevesinde matematiksel yöntemlerin ve ekonometrik modellerin giderek artan oranda kullanılmasının yarattığı rahatsızlığın oluşturduğu görülmektedir. Zira bu eğilimin, iktisat ile gündelik yaşam ile arasındaki bağı kopardığı, bunun sonucu olarak da iktisat biliminin  sosyal hayatın realitelerinden soyutlanmasına yol açtığı, öne sürülmüştür. Blaug (1997)’un da ifade ettiği gibi; “Modern iktisat bilimi hastadır. İktisat bilimi artık ekonomik dünyayı algılamak için, pratik sonuçlar için uğraşı vermek yerine, tamamen bu bilimin kendi amaçları için oynanan entelektüel bir oyun haline gelmiştir.

İktisatçılar, tüm konuları, bu konuların analitik incelenmesinin herşey, ama pratikle bağlantısını kurmanın hiçbir şey olarak kabul edildiği bir cins sosyal matematiğe dönüştürmüşlerdir” (Karaçay Çakmak, 2008: 8). Aslında kalkınma iktisadı için gerçek anlamda büyük önem arz eden sorunlardan kaynaklanan konular aynı zamanda iktisadın tamamı için geçerlidir; daha açık bir ifadeyle bunlar “rasyonel” tercih çerçevesinde metodolojik bireyciliğe olan bağlılığımız ve politikaların oluşturulmasında aşırı derecede basitleştirilen iktisadî analizlerin kullanılmasıdır (Bardhan, 2005: 4335).

Söz konusu eleştirilerin bertaraf edilmesine yönelik arayışlar çerçevesinde; Nobel ödüllü bilim adamı Amartya Sen geleneksel olarak fakirliğe karşı mücadelede öngörülen bir “başka ses” olarak takdim edilmektedir. Adı geçenin analizleri, fakir ülkeleri piyasalarda aktif rol almak suretiyle yoksulluklarından kurtulmalarını engelleyen varlıkların kıtlığı (özellikle de insan sermayesi) üzerinde yoğunlaşmaktadır. Sen’in fikirleri, insan kalkınması ile bağlantılı uluslararası örgütleri oldukça etkilemiştir. Mamafih; adı geçenin muhakemesi, genel denge ve onun metodolojik bireyciliği de dahil olmak üzere esas itibarıyla neoklasik teorinin mükemmel uyumlu bir kopyasıdır (Daha fazla bilgi için bkz: Herrera, 2006).

 Kalkınma iktisadının bu daha yeni versiyonu, minyatürün daha büyük gerçekliğin daha yararlı ve uygun bir temsili olarak  mikro üzerinde daha keskin bir odaklanma içermektedir. Bu nedenle de yeni kalkınma iktisadı literatürü, günümüz ana akım iktisadının tamamını nitelendiren metodolojik bireycilik ile sıkı sıkıya eklemlenmiş bir konumda kalmıştır. Halihazırda geliştirilen modellerin tamamı, ürünün düzeyi ve kompozisyonu kadar göreli fiyatların kaynak tahsisini belirleyen çok önemli faktörler olan nispî fiyatlarla birlikte fiyat ve miktarların eş zamanlı olarak piyasa mekanizması aracılığıyla belirlendiği nosyonu üzerine temellendirilme temayülü göstermektedir (Ghosh, 2001: 3).   

Amartya Sen ve izleyicilerinin kalkınma kavramına insan hakları, eşitlik, kimlik, yerel kültür ve değerler, bireysel özgürlük/yeterlilik, demokrasi gibi hususların ithal edilmesine yönelik çalışmaları dikkat çekmektedir. Bu bağlamda; klasik iktisatçıların insanları tek tip (homo economicus) kabul eden yaklaşımına karşı çıkılarak az gelişmiş ülkelerin karşı karşıya kaldıkları problemlerin her biriyle salt amprisist bir bakış açısı ile halledilemeyeceği, ülkeye özgü koşullar ve karmaşık illiyet bağları hesaba katılmadan çözülemeyeceği öne sürülmüştür. Bu noktada literatüre; iktisadî davranış ve karar alma mekanizmalarının din, kültür, etnisite ve cinsiyet gibi faktörlerden bağımsız ele alınamayacağı cihetle normatif iktisada da pozitif iktisat kadar değer ve önem atfedilmesi gerektiği yönünde yapılan katkı, gözden kaçmamalıdır.

Öte yandan; küreselleşme sürecinin tüm Dünyayı etkisi altına aldığı çeyrek asrı aşan son dönemde ortaya çıkan yeni koşullar çerçevesinde, devletin kalkınma sürecindeki rolü her ne kadar hem teoride hem de pratikte zayıflasa da, kalkınma idealinin hiçbir zaman sona ermeyeceği aşikardır. Bu idealin; müdahaleci görüş taraftarlarınca devlet tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği yönündeki tezler karşılığında, serbesti taraftarlarınca da birey temelli geliştirilecek bir takım yeni öneriler çerçevesinde sürdürüleceği rahatlıkla söylenilebilecektir.

Ayrıca; faydacı yaklaşımın uzantısı olarak yarım yüzyılı aşan bir süredir kalkınmışlık kriteri olarak kabul edilen kişi başına düşen Gayrı Safi Milli Hâsıla (GSMH) ölçütüne alternatifler geliştirilmesi arayışları ile uluslararası kuruluşların iktisadi süreçlere gün geçtikçe daha etkin bir şekilde dâhil olmaları; bu yargıyı desteklemektedir.

Toparlamak gerekirse; iktisat alanında serbesti taraftarlarının bireyci, müdahalecilik taraftarlarının da kolektivist metodolojileri benimsemeleri ve her ne kadar ana kriterleri birey baz alınarak ölçülmeye çalışılsa da, insanlığın en büyük ideali olan kalkınma olgusunun hayata geçirilmesindeki ana sorumluluk 1930’lar ile 1970’lerin sonuna kadar olan süreçte çoğunlukla devlete yüklenmiştir. 1980’lerden günümüze kadar geçen süreçte ise Dünya genelinde sosyo–ekonomik açıdan köklü bir değişim yaşanmıştır. Bu değişimin temel öğesi ise, ekonomik kalkınma stratejisinin serbest piyasa ekonomisi koşullarına dayandırılarak, kalkınma dinamizminin özel sektöre kaydırılması olarak belirtilebilir. Bu ise, uzun yıllardır yürürlükte olduğu kabul edilen, devletin ekonomideki rolünün ve müdahalesinin kurumsallaştırıldığı politikaların sona erdirilmesi (Aksoy, 1995: 159) anlamına gelmektedir. Yaşanan gelişmelere bakıldığında bu değişimin bir ihtiyaç değil bir zorunluluk, bir tercih değil bir kaçınılmazlık (Aykaç, 1999: 9) olduğu sonucuna rahatlıkla varılabilir. Bu değişime paralel olarak da 1980’lerin ortasından itibaren kamu sektörünün geliştiği ülkelerde yönetim sisteminde önemli bir değişim sürecine girilmiştir. Zamanla 20. yüzyıla hakim olan kamu yönetiminin katı hiyerarşik ve bürokratik yapısı, esnek ve piyasa tabanlı kamu yönetimine dönüşmüştür (Özer, 2006: 3).

 

4. Sonuç ve Değerlendirme

Daha önce de değinildiği üzere; iktisadın gelişim süreçleri bir anlamda serbesti ve müdahalecilik taraftarları arasında yaşanan iktidar mücadelesidir. Bu süreçler zaman içerisinde, problemlerin gerçek nedenleri üzerinde düşünmek ve bunlar üzerinde bilimsel araştırmalar yapmaktan ziyade, önyargılar temelinde şekillenen ve sloganlar etrafında cereyan eden bir fasit daireye/tartışma ortamına dönüşmüştür.

İnsanlığın bugüne kadar tecrübe ettiği en hızlı dönüşüm sürecine sahne olan 20. Yüzyıldaki gelişmeler ortaya koymaktadır ki; gerek serbestinin gerekse de müdahaleciliğin ekstrem uygulamaları Dünyayı krizlere sürükleyebilmekte veya daha hafif bir ifadeyle krizlerin önüne geçememektedir. Bu bağlamda; hem ulusal hem de uluslararası ölçekte etkin–hızlı karar alma ve uygulama mekanizmalarının hayata geçirilme zaruriyeti gün geçtikçe kendisini daha fazla hissettirmektedir.

Tecrübeler göstermektedir ki; aşırı serbesti spekülatif balonlar, aşırı müdahalecilik de istismarlar yüzünden Dünyayı krizlere sürüklemiştir ve günümüz itibarıyla da sürüklemeye devam etmektedir. Ancak; 21. Asrın ilk 10 yılında baş gösteren global ekonomik kriz karşısında alınan Dünya genelinde alınan tedbirlerin para politikası ağırlıklı olması ve kısmi/ geçici süreli maliye politikası uygulamaları içermesi, gelinen nokta itibarıyla serbesti taraftarlığının bir şekilde iktidarını koruyacağına dair öngörüleri güçlendirmektedir.

Bu meyanda; Sanayi Devrimi ile başlayan ve günümüze kadar devam eden dönem zarfında kalkınma ve refahı artırmanın ancak ve ancak devlet müdahalesi sayesinde gerçekleşebileceği iddiası, sosyalist bloğun dağılması ile birlikte ciddî bir darbe almıştır. Gerçekten de, Sanayi Devrimi’nden günümüze kadar uzanan süreçte kesintilere rağmen ağırlıklı bir şekilde tatbik edilen liberal politikalar sayesinde, başlangıca kıyasla hayat standartlarında sürekli bir yükselmenin meydana geldiğini söylemek hatalı olmayacaktır. Tüketilen maddelerin bileşimindeki ve zenginlik alameti kabul edilen metaların içeriğinde yaşanan değişikliklere şöyle bir bakmak, bu alandaki niceliksel ve niteliksel dönüşümü anlamaya yetecektir.

Sonuç itibarıyla; birey temelli liberal politikalar, müdahalecilik taraftarlığı karşısında serbestiyi savunanların en büyük kozu olmaya devam edecektir.

Bununla birlikte; gerek liberal gerekse de müdahaleciliğin saf anlamıyla uygulanmasının hem toplumları hem de Dünyayı krizlere sürüklediği günümüz itibarıyla artık tecrübe ile sabit durumdadır. Bir başka deyişle; sürdürebilir iktisadî kalkınma sorunlarına kalıcı bir çözüm getirilmesi salt kamu müdahalesi merkezli bir mentalite ile mümkün olamayacağı gibi, salt bireyci öğreti doğrultusunda da hayata geçirilemeyecektir. Bu durum muvacehesinde yapılması gereken ise; kişisel hak– özgürlüklere saygı temelinde toplumsal sorunları çözmeyi düstur edinen yeni nesil bir bireycilik anlayışının geliştirilmesidir. Bireylerin refah seviyelerinin yükseltilmesi idealine devlet değil de özel sektör ve sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla ulaşılmasını öngören politikaların uygulamaya konulması, kalkınma ile bireycilik arasındaki metodolojik faktörlerden kaynaklanan paradoksların giderilmesini, bireyciliğin ve kalkınma iktisadının çağdaş koşullar dahilinde yeniden yorumlanmasını, şekillendirilmesini ve reorganize edilmesini beraberinde getirilebilecektir. Bireycilik ve kalkınma arasında bir uzlaşı ve dengeye ulaşılması belki de serbesti ve müdahalecilik kutupları arasındaki çatışmanın önüne geçilebilmesi bakımından gerekli ön koşulları teşkil edebilecektir.  

 


KAYNAKÇA

AKSOY, Ş. (1995), “Yeni Sağ ve Kamu Yönetimi”, Kamu Yönetimi Sempozyum Bildirileri, 2. Cilt, Ankara: TODAİE, 159–173.

AKTAN, C. C., KESİK, A. Ve KAYA, F. (2010), Mali Kurallar (Maliye Politikası Yönetiminde Yeni Bir Eğilim: Vergi, Harcama, Borçlanma vs. Üzerine Kurallar ve Sınırlamalar, Yayın No:2010/408, Ankara: T.C. Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı,

AKTAŞ, S. (2002), “Liberal Hukuk Kavramı Üzerine Genel Bir Bakış”, Kamu Hukuku Arşivi (KHukA), (5), 2, 96–102,

AYKAÇ, B. (1999), “The New Role of State Towards the XXI.st Century”, Cooperation in Türkiye, 13, 9–12.

ATA, A.Y. (2009), Kurumsal İktisat Çerçevesinde Yolsuzluğun Fırsat ve Motivasyonları: AB Ülkeleri Üzerine Bir İnceleme (Doktora Tezi), Adana: Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Ana Bilim Dalı,

BARDHAN, P. (2005), “Theory Or Emprics In Development Economics”, Economic And Political Weekly, (40), 4333–4335, 

BLAUG, M. (1997), “Ugly Currents in Modern Economics”, Options Politiques, 18  (17), 3–8,

BUCHANAN, J. M. and TULLOCK, G. (1962), The Calculus of Consent–Logical Foundations of Constitutional Democracy, Michigan: The University of Michigan State,

BULMUŞ, İ. (1994), Mikroiktisat (Birinci Baskı), Ankara: Eğitim Yayınları, 

CHARUSHEELA, S. (2005), Structualism and Individualism in Economic Analysis–“The Contractionary Devaluation Debate” in Development Economics, New York: Routledge,

CRAMER, C. (2002), “Homo Economicus Goes to War: Methodological Individualism, Rational Choice and the Political Economy of War”, World Development (30, 11), Pergamon, 1845–1864,  

 ÇAHA, Ö. (t.y.), “Liberalizmin Temel İlkeleri”, Fatih Üniversitesi Web Sitesi, (Erişim: Temmuz 2010). http://www.fatih.edu.tr/~omercaha/Makaleler/ Turkce%20Makaleler/Devlet% 20uzerine%20 makaleler/Liberalizm. DOC,

DEMİR, Ö. (2003), İktisat ve Ahlak, Ankara: Liberte,

DEMİR, Ö. (1996), Kurumcu İktisat, Ankara: Vadi,

ERDOĞAN, M. (1993), Liberal Toplum Liberal Siyaset (Birinci Baskı), Ankara: Siyasal Yayınevi,

ERDOĞAN, M. (t.y.), “Liberalizme Yeniden Bakış: Tarihi ve Felsefi Temelleri”, (Erişim: Temmuz 2010), http://www.liberal.org.tr/incele.php?kategori= MTg=&id=NTEy

Genel Ekonomi Ansiklopedisi (Birinci Baskı) (1988), İstanbul: Milliyet Yayınları,

GHOSH, J. (2001), “A Brief Note on the Decline and Rise of Development Economics”, Draft paper prepared for the discussion at the UNRISD meeting on “The Need to Rethink Development Economics, 7-8 September 2001, Cape Town, South Africa,

GUPTA, V., De LUQUE, M.S. and House, R.J. (2004), “Regional And Climate Clustering Of Social Cultures”, In R.J.HOUSE, P.J.HANGES, M.JAVIDAN, P.J.DORFMAN, V.GUPTA (Eds.) &GLOBE Associates, Culture, Leadership And Organisations, The GLOBE Studies of 62 Societies (pp 178–218), California: Sage, 

GÜVEL, E. A. (1998), Politik İktisat ve Akıl, İstanbul: Alfa Yayınları,       

HAMMOUDA, H.B. (2003), The Political Adjustment of Post–Adjustment: Towards New Theories and Strategies of Development, Burlington: Ashgate Publishing Company,  

HAYEK, F.A. (1952), Individualism and Economic Order, London: Routledge & Kean Paul,

HERRERA, F. (2006), “The Neoliberal ‘Rebirth’ of Development Economics”, (2006.31), Paris: Centre d’Economie de la Sorbonne,  

HOFSTEDE, G. (1980), Cultures Consequences, Sage: California,

İNAÇ, H. ve DEMİRAY, M. (2004), “Siyasal Bir İdeoloji Olarak Neo–liberalizm”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1, 163–184,

KAĞITÇIBAŞI, C. ve BERRY, J. W. (1989), “Cross–Cultural Psychology: Current Research and Trends”, Annual Review of Psychology, (40), 493–531,  

KARAÇAY ÇAKMAK, H. (2008), “Sen’in Yetenek Yaklaşımı Ana Akım İktisada Alternatif Bir Paradigma Sunmakta mıdır?” Ekonomik Yaklaşım, (19), 68, 1–15,

MIDGLEY, G., OCHOA A., ALAJENDRO E. (1999), “Visions of Community for Community OR”, The Omega International Journal Management Science, 27 (2), 259–274,

MORRIS, M.H., DAVIS, D.L. and ALLEN, J.W. (1994), “Fostering Corporate Entrepreneurship: Cross–Cultural Comparisons of the Importance of Individualism  versus Collectivism”, Journal of International Business Studies, 25, 1, 65-89,

OMAN, C. and WIGNAJARA, G. (1991), The Posstwar Evolution of Development Thinking, Economic Choices Before The Developing Countries, (General Editor: GRIFFIN, K.), London: MacMillan,

ÖZEL, M. (1994), Birey–Burjuva–Zengin (Birinci Baskı), İstanbul: İz Yayınları,
ÖZER, M. A. (2006), “Kamu Yönetiminde Kimlik Bunalımı Üzerine Değerlendirmeler”, Sayıştay Dergisi, Sayı: 61, Ankara: T.C. Sayıştay Başkanlığı, 3–22,

SABINE, G. (1969), (Çeviren: OZANKAYA, O.), Siyasal Düşünceler Tarihi–Yakın Çağ, Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları,

SAMIT, M. (2005). “Cultural Effects on Entrepreneurial Decision Making: Why Every Society Can’t Be on Entrepreneurial”, Academy of International Business

Southeast USA Annual Meeting: Charleston, Sacramento,

SAVAŞ, V.F. (1997), Anayasal İktisat (Genişletilmiş Üçüncü Baskı), İstanbul: Avcıol Basım–Yayın,

SEN, A. (1998), On Ethics and Economics, New York: Oxford University Press,

SCHWARTZ, S. H. (1994), “Cultural Dimensions of Values: Towards An Understanding of National Differences”, Individualism and Collectivism: Theoretical and Methodological Issues (Editörler: KIM, U., TRIANDIS, H.C., KAĞITÇIBAŞI, C.,  CHOI, S.C. ve YOON, G., Thousand Oaks, California: Sage, s. 85–119),

SMITH, P.B. ve DUGAN, S. (1996), “National Culture and The Values Of Organizational Employees”, Journal of Cross–Cultural Psychology, (27, 2), 231–264,

SMITH, P. B. ve BOND, M. H. (1993), “Social Psychology Across Cultures: Analysis and Perspectives”, Needham, Massasuchets: Allyn ve Bacon,

SÜZEK, S. (1993), İş Güvenliği Hukuku (Birinci Baskı), Ankara: Savaş Yayınları,

ŞENER, s. (1999), “İktisadi Gelişmenin Ön Koşulu: İktisadi Özgürlük”, Yeni Türkiye, 25, 400–411,

TOSUN, M.U. (1999), “Mali Sorunlara Yeni Bir Yaklaşım: Anayasal İktisat Teorisi”, Yeni Türkiye, 25, 418–426,  

TRIANDIS, H.C. (1995), Individualism&Collectivism (New Directions In Social Psychology), Colorado: Westview Press Inc.,

TURANLI, R. ve İŞGÜDEN, T. (1987), Ansiklopedik Ekonomi Sözlüğü (Birinci Baskı), Eskişehir: Bilim Teknik Yayınevi, 

TÜRKAY, O. (1991a), İktisat Teorisine Giriş: Mikroiktisat (Yedinci Baskı), Ankara: Adım Yayıncılık, 

TÜRKAY, O. (1991b), Mikroiktisat Teorisi (İkinci Baskı), Ankara: Adım Yayıncılık, 

TÜRKBAL, A. (1997), Mikroiktisat (Üçüncü Baskı), İstanbul: Filiz Kitabevi, 

TÜRKKAN, E. (1999), “Kısmi Ekonomik Liberalizm ve Güven Sorunu”, Yeni Türkiye, 25, 354 – 372,

YAYLA, A. (1992), Liberalizm (Birinci Baskı), Ankara: Turhan Kitabevi,