|
|||||
|
ÜLKEMİZDE YAŞANAN EKONOMİK KRİZLER ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Bu makale hakem değerlendirmesine tabi tutulmaksızın Uzman Görüşü niteliğindedir!
GİRİŞ
Ülkemizde 1994, 2001 ve 2009 yıllarında ekonomik krizler yaşandı. Yaşamış olduğumuz ekonomik krizlerde finans sektörünün yanlış ve hatalı politikalarının etkisi büyüktür.1994 ve 2001 yılında yaşanan ekonomik krizlerle, 2009 yılında yaşanan kriz finans sektörünün politikaları açısından değerlendirildiğinde, 2009 yılında yaşanan krizde finansal sektörün geçmişe yaşanan tecrübelerden istifade edildiği görülmektedir.
Son dönemde ABD’de yaşanan finansal kriz, tüm dünyayı etkiledi, ekonomik durgunluğa sebebiyet verdi. Finansal krizin reel sektöre etkisi dolaylı olmuş, ama bankalar üzerinde tahrip edici bir etkisi söz konusu olmuştur. Krizin etkisiyle, yaklaşık yüz altmışa yakın banka iflas etmiştir. ABD’de bankaların zararlarını karşılamak için trilyonlarca dolar kaynak aktarılmıştır.
Ülkemizde 2001 yılında, içi boşaltılan bankalara bugün ABD’de olduğu gibi çok ciddi kaynaklar aktarılmıştır. Bunun sonucunda, Türkiye IMF ile stand-by anlaşması yapmak durumunda kalmıştır. Bugüne kadar IMF ile 19 adet stand-by anlaşması yapılmıştır. Bu bir Dünya rekorudur. İşin kötü tarafı bunların hiç biri başarılı olamamıştır. IMF’in stand –by olarak adlandırılan kamuoyunda “ kemer sıkma politikaları” olarak bilinen programları şablon standart düzenlemelerdir. Bir başka deyişle, vergiler yükseltilecek, yatırımlar durdurulacak, giderler azaltılacaktır. IMF tüm bu düzenlemeleri hayata geçirmek üzere, bir şef görevlendirecek, ekonominin kontrolü tamamıyla şefin gözetiminde sürdürülecektir. Türkiye'de IMF ile yürütülen anlaşmalar kâğıt üzerine baktığınızda son derece uyumlu ve ekonomideki sıkıntıları ortadan kaldıracak nitelikte kararlar gibi gözüküyordu. Ancak tam aksine kararların hayata geçirilmesi kötü ve olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bir başka deyişle, IMF ile yürütülen anlaşmaların sonuçları yıkıcı ve ekonomiyi çok ciddi anlamda tahrip edici olmuştur.
Bu çalışma 2001 yılında ülke olarak yaşadığımız ekonomik felaketi yeniden analiz etmektir.
I. 2001 YILI KRİZİ VE KAMU BANKALARI
2001 yılı ekonomik krizinin oluşumunda, kamu bankalarının rolü çok büyüktür. Ziraat Bankası başta olmak üzere kamu bankaları gecelik faizlerde taahhütlerini yerine getiremediler. Bu durum krizi tetikleyen temel nedenlerden birisi olup, faizin bir anda yüzde 7.000'lere kadar çıkmasına sebebiyet vermiştir.
2003 yılı sonrasında Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu raporlarına göz attığımızda, kamu bankalarının krizi tetikleyen rolünü açıkça görebiliriz. 2002 yılı sonu itibarıyla Halk Bankasının toplam kredileri 1 katrilyon 365 milyar liradır. Halk Bankasının vermiş olduğu kredilerin neredeyse tamamı yani 1 katrilyon 300 milyar lirası takibe alınmıştır. Bir başka deyişle, Halk Bankasının verdiği kredilerin tamamı tahsil edilememiş, batak hale gelmiş yani kamu kaynakları bir takım kişi ve kuruluşlara peşkeş çekilmiştir. Aşağı yukarı 1978'den itibaren 2002 yılına kadar bu soygun devam etmiştir. Halk Bankasının verdiği kredilerin yıllara göre bataklık oranındaki artış 1999 yılında yüzde 183, 2000 yılında yüzde 150, 2001 yılında yüzde 286 dır. Benzer durum Ziraat Bankası ve Vakıflar Bankasında da söz konusudur. 2002 sonu itibarıyla kamu bankaları borca batık duruma düşmüştür. İşin acı tarafı ise, yıllarca Türk Yargısının bu soyguna sessiz kalmasıdır. Sorumluların hesaba çekilmemesi, faturanın yıllar itibarıyla katlanmasına sebebiyet vermiştir.
2001 yılı krizi sonrasında yaşananlar ve gerekli tedbirlerin alınması sonucu, bugün itibarıyla Halk Bankasının takibe alınmış kredilerinin toplam kredilere oranı yüzde 5 civarına düşmüştür. Bu durum 2001 yılı krizinden ciddi anlamda ders çıkardığımız anlamına gelmektedir.
II. 2009 YILI FİNANSAL KRİZİ
2009 yılında ABD başlayan ve tüm dünyayı etkileyen finansal krizin sebeplerini de gözden geçirmemize fayda vardır. Bilindiği üzere, ABD’de krizi tetikleyen faktörün başta mortgage kredileri olmak üzere, tüketici kredilerinin geri dönüşümünde yaşanan sorunlardı. O halde ABD’de mortgage ve tüketici kredilerinin nasıl yapılandırıldığının ve sonrasında bunların ne şekilde menkul kıymet işlemine tabi tutulduğunun nazara alınmasında fayda vardır. ABD’de bankalar ve diğer finansal kuruluşlar tüketicilere başta taşınmaz, otomobil olmak üzere değişik alanlarda kredi imkanı sunmaktadırlar. ABD’de işleyen sistemi daha iyi anlayabilmek için bir örnekle yaşanan olayları aktaralım. Örneğin A bankası, tüketiciler konut kredisi olarak 30 yıla kadar vade imkanı tanımaktadır. Veya 10 yıla kadar otomobil kredisi vermektedir. Biraz daha ayrıntıya girecek olursak, A Bankası bu şekilde her bir tüketiciye ortalama 100.000 Dolar olmak üzere, 100 000 tüketiciye toplam 10 milyar dolar kredi vermiş olsun. A bankası tüketicilere vermiş olduğu toplam10 milyar dolar krediyi, 30 yıllık vadeli olarak vermiş olsun, 30 yıl sonra bu miktarım 30 milyar dolar olarak döneceği hesaplanmış olsun. A bankası tüketicilere konut kredisi olarak vermiş olduğu 10 milyar doları, 30 yıl sonra 30 milyar olarak döneceğini hesap ederek, yeni bir portföy oluşturuyor. Ülkemiz de varlığa dayalı menkul kıymet olarak bilinen alacakların ve duran varlıkların menkul kıymete dönüştürülmesini esas alan senetler, ABD’de de çıkarılmaktadır. A bankası oluşturmuş olduğu 30 milyar dolarlık portföyü, varlığa dayalı menkul kıymete yani yatırım aracına dönüştürerek, yatırımcılara satmakta böylece 30 yılın geçmesini beklemeden yeni bir kaynak oluşturmaktadır. Sorun bu noktada başlamaktadır. A bankasının varlığa dayalı menkul kıymet portföyü aslında 30 milyar dolardır. A bankası bunu 100 milyar dolar olarak göstermek ve yatırımcılara aslında 30 milyar dolar olan portföyü 100 milyar dolara satmaktadır.
ABD’de banka ve finansal kuruluşlar yıllarca bu şekilde aslı olmayan portföyleri, körfez ülke yatırımcılarına, AB bankalarına ve diğer yatırım fonlarına satmışlardır. ABD’de tahmin olarak toplam 250 milyar dolar değerinde olan portföylerin şişirilerek 1 trilyon dolara satıldığı tahmin edilmektedir. Aslında bu durum uzun vadede sürdürülebilir nitelik arz etmekteydi. Ancak kapitalizm gerçek yüzünü burada bir kez daha gösterdi. 250 milyar dolarlık portföyün maliyeti yukarıda açıklandığı üzere toplam 100 milyar dolar civarındadır (tüketicilere verilen toplam kredi miktarıdır). Ancak 30 yılda döneceği hesap edilerek, 100 milyar dolar 250 milyar dolara satılmış, ilk etapta 150 milyar dolar kar elde edilmiştir. Sonrasında da 250 milyar dolarlık portföy şişirilerek 1 trilyon dolara yatırımcılara satılarak 750 milyar dolar da buradan kar elde edilmiştir. Toplam da ABD banka ve finansal kuruluşlarının karı 750 + 150 yani 900 milyar dolardır. ABD banka ve finansal kuruluşlarının beklemeye tahammülleri yok, yeni bir oyun yapmaları gerekiyor ve bu 900 milyar doları da katlamaları gerekiyordu. Bunun için 2007 mali krizi çıkarıldı. Piyasalara ABD tüketici kredilerinin dönüşünde sorunlar yaşandığı ifade olunarak, hızlı bir şekilde, banka ve finansal kuruluşların hisselerinin değerinin düşmesi sağlandı. Sonrasında, yatırırım tüm hisseler sıfır değerde körfez ülke yatırımcılarının ve AB bankalarının elinde kaldı. İşin aslı tüketici kredilerinin toplam miktarı 100 milyar dolardır. Bunlar tüketiciler tarafından hiç ödenmemiş olsa bile önemli değil, ABD banka ve finans kuruluşları bunları 900 milyar dolara zaten yatırımcılara satmışlardır. Bir başka deyişle, ABD banka ve finansal kuruluşları, söz konusu krediler tüketiciler tarafından hiç ödenmese bile rahatlıkla kardan ödenebilecek durumdaydı. Ama banka ve finansal kuruluşların amacı, daha çok kar elde etmek olduğu için oyunun ikinci sahnesini devreye soktular. Buna göre, bankalar ve finans kuruluşlarının hisseleri değer olarak sıfıra düştü yani banka ve finans kuruluşlarına 900 milyar dolar yatıranlar ve karşılığında birer hisse senedi alan başta körfez ülke yatırımcıları olmak üzere, bir çok yatırımcı zarara uğradı. Ayrıca, ABD banka ve finans kuruluşları birer birer iflas ettiklerini ilan etti. ABD hükümeti söz konusu banka ve finans kuruluşlarına, kısa adı FED olan merkez bankasında trilyonlarca dolar aktarmak durumunda kaldı. Bu arada FED’in ortaklarının aynı zamanda batan banka ve finans kuruluşları olduğunu da hatırlatmak isteriz. Peki ABD’nin merkez bankası olan FED’e bu kaynak aktarımın maliyeti ne olmuştur? Yani ABD merkez bankası FED’in, batan banka ve finansal kuruluşlara aktardığı trilyonlarca doların, FED maliyeti nedir? Sorularının cevabı bizi şaşırtacaktır. FED’e bu operasyonun maliyeti 100 000 dolardır. Bir başka deyişle, trilyonlarca doların basılması için gerekli olan kağıt ve mürekkep parasıdır. Kısaca ABD ye bu kaynak aktarımının hiçbir maliyet olmamıştır. Bu operasyonun maliyeti diğer dünya ülkelerince karşılanmıştır. Bilindiği üzere, dünya ticaretinde ve finansal sisteminde geçerli para birimi dolardır. Başta Çin, Rusya olmak üzere, dünya ticaretinde etkin olan ülkeler payına düşeni almıştır. 2007 krizi sonrasında özellikle Rusya ve Çin’in kendi para birimleriyle ticaret yapma isteklerinin temelinde, bu gerçek yatmaktadır.
Türkiye'deki bazı bankalarda krizden önce bu kâğıtlardan çok büyük paralar kazandılar. ABD'de bu bankalara, çok büyük getiriler elde ettiler. Ülkemizde özel bir banka söz konusu şişirilmiş kağıtlardan almak istedi, ancak BDDK buna izin vermedi. Bunun üzerine söz konusu banka, İsviçre'de bir fon kurarak bu kağıtların yani bu menkul kıymetlerin ticaretini yapmaya başladı. 1 milyar dolar civarında bir fon oluşturdu, ancak krizden sonra fon battı.
III. 2009 FİNANSAL KRİZİNİN ÜLKEMİZE ETKİLERİ
Ülkemiz 2009 finansal krizi diğer ülkelere göre rahat atlattı. Ama ülkemiz açısından asıl sıkıntı ihracattaki düşüşte yaşandı. İhracatımız 130 milyardan 100 milyara düştü. Özellikle Avrupa Birliği ülkelerine yapılan ihracatta ciddi düşüşler meydana geldi. İhracatın yüzde 30 oranında düşmesiyle birlikte, ihracata yönelik üretim yapan fabrikalar üretimlerini kısmak durumunda kaldılar ya da kapandılar ve bazı işçileri çıkarmak durumunda kaldılar. Türkiye ihracatta yaşanan bu sorunu azaltmak için, alternatif pazarlar arayışına girdi. Özellikle Orta Doğu, Asya ve Afrika ülkelerine yöneldi.
2009 finansal krizi öncesinde, Avrupa Birliği ülkelerine yaptığımız ihracatın oranı yüzde 48 civarında idi. Krizden sonra, bu oran yüzde 40 civarına kadar azaldı. Afrika ülkelerine yaptığımız ihracat, kriz öncesinde toplam ihracatımızın yüzde 7 iken bugün yüzde 12 ‘e çıkmıştır. Asya ülkelerine yaptığımız ihracatta yüzde 24’den yüzde 25,3'e çıkmıştır.
IV. EKONOMİK KRİZLERDE MERKEZ BANKASININ ROLÜ
Ülkemizde, 1994, 2001 ve 2009 yıllarında krizler yaşanmıştır. Her üç krizde de, en çok dikkat çeken husus, Merkez Bankalarının döviz kuru politikasıdır. 1994 krizinde, devalüasyondan hemen önce, yani Türk parasının değeri düşmeden, döviz değer kazanmadan Merkez Bankası 1 milyar dolar döviz sattı. Satımdan hemen sonra, Türk parası yüzde 78 oranında devalüe edildi. Yani döviz bir anda patladı. Merkez Bankası 1 milyar dolarlık satımı bir gün sonra yapsaydı en az 500 milyon dolar kazanacaktı. Bir gün önce satması 500 milyon dolar kaybetmemize sebebiyet vermiştir. Bu satışın neden ve niçin yapıldığı hala anlaşılamamıştır. Aslında bu satışın kime ya da kimlere yapıldığı konusunda kamuoyu bilgilendirilse, konu açıklığa kavuşur.
Merkez Bankasının 2001 yılı krizindeki performansı ise dahi vahimdir. Kasım 2000 tarihinde Türkiye'de çok ciddi ekonomik dalgalanma yaşandı, döviz üzerinde büyük baskı oluştu. İktidar ve Merkez Bankası dövize olan bu baskıyı azaltmak için faizleri yükseltti. "Para dövize gitmesin, devalüasyon olmasın." diye faizler yükseltildi. Faizler gecelik olarak, 4 bin, 5 binlere kadar çıktı. Artık herkes devalüasyon beklentisi içinde. Gazeteler bunu yazıyor, bütün dünyadaki ekonomik raporlar başta olmak üzere tüm basın bunu yazıyor. 19 Şubat’a gelindiğinde, o dönemde sabit kur sistemi uygulanıyor. 19 Şubat tarihine kadar hep döviz satan bankalar, bir anda 6 milyar dolar Merkez Bankasından döviz talep ediyorlar. Ancak talepte bulunan bankaların döviz alacak Türk liraları yok. Bu yüzden alım talepleri iptal ediliyor. 20 Şubatta bankalarca Merkez Bankasından döviz alımları başlıyor. Ama esas alımlar 21 Şubatta oluyor. 21 Şubatta bir anda 3,5 milyar dolar satılıyor, 3,5 milyar dolar. Serbest piyasada 20, 21 Şubat tarihlerinde dolar kurunda artış yaşanmaya başlıyor, ama Merkez Bankası halen eski kurdan bu satışları yapmaya devam ediyor. Serbest piyasada 20, 21 Şubatta doların fiyatı 984 bin, 990 bin lira, Merkez Bankası aynı saatte doları 684 bin liraya satıyor. Hem de bu satışı yabancı bankalara yapıyor. Satış yapılan bankaların yüzde 55'i yabancı bankadır. Bu yabancı bankalardan birisi de ABD bankası olup, toplam 1 milyar 63 milyon dolar döviz satın almıştır. ABD bankasına serbest piyasada 990 bin lira olan dolar, 684 bin liradan satılmıştır. Acaba bankalar döviz almak için neden 21 Şubatı bekledi dersiniz. Çünkü 21 Şubata kadar bankaların parası yok. 21 Şubatta Hazinenin itfası var. Nitekim alacaklarını hazineden alıyorlar, hemen dövize yatırıyorlar.
Konuya ilişkin olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlatıyor. Yani şu soru önemli: Merkez Bankası bunu önceden öngörebilir miydi? Böyle bir baskıyı "Dövize yoğun talep var, tedbirimizi alalım ve ucuza döviz satmayalım, ülkenin kaynaklarını peşkeş çekmeyelim, boşaltmayalım, yabancı bankalara bu kadar inanılmaz bir şekilde bu milletin kaynağını aktarmayalım." diyebilirler miydi? Böyle bir imkân var mıydı? Konuya ilişkin olarak hazırlanan iddianamede: "Suç tarihinde Merkez Bankası döviz rezervlerine spekülatif bir saldırı olmuş, ülke ekonomisinin uzun dönemli çıkarı ilan edilen politikalardan daha önemli olduğu gerçeği göz ardı edilerek sanık tarafından döviz çıkışına izin verilmesi şeklinde etken fiil ile devlet hazinesini zarara uğratmasına sebebiyet vermiştir. 19-20-21 Şubat 2001 tarihinde 5 milyar 188 milyon 900 bin Amerikan doları döviz satmıştır. Bu miktardaki satış, saldırının büyüklüğünü ve olağandışı bir uygulama yapıldığını göstermektedir. Bu miktardaki satışın, 59 banka ve 3 özel finans kurumu, 22 yetkili müessese olmak üzere toplam 84 kuruma yapıldığı, satılan dövizin yüzde 55'ini satın alan yedi yabancı bankanın aktiflerine girmediği…" Yani başkaları için almış, kendi ihtiyacı için değil, spekülatif amaçlı. "…gibi bu alımları finanse edecek TL varlıkları mizanlarında dahi yer almadığı…" Bir başka deyişle, 21 Şubat tarihinde Merkez Bankasınca döviz satımı yapılırken, bankalarca dövizi alımı yapılırken bankaların mizanlarında Türk lirası gözükmüyor. Bunun nedeni yukarıda açıklandığı üzere, hazine itfasından gelecek olan paranın para akşam saatlerinde geliyor olmasıdır. Devam edelim: "Bu nedenle, işlem günü TL karşılığı olmadığı hâlde Merkez Bankası kaynaklarından bankalara ve yetkili kuruluşlara dolar satıldığı, şubat krizinden önceki o on üç aylık dönemde net döviz satıcısı olup 2 Şubat 2002 tarihli bilirkişi raporunda belirtilen altı yabancı bankanın bu dönemde birdenbire döviz alıcısı olarak hareket etmeleri, Merkez Bankası kaynaklarına bu derece yoğunlukta yapılan bir talep karşısında sanığın basiretli bir yönetici gibi davranmayarak döviz hareketlerini ve piyasa derinliğini ve o günkü ekonomik durumu bilen yetkili ve görevli bir kişi olarak gerekli müdahaleyi yapmadığı, kendisine verilen sorumluluk gereği döviz rezervlerini ülkenin ekonomik menfaatine uygun şekilde yönetmediği, sanığın savunmasının aksine, hiçbir yasal hüküm kendisine döviz satma zorunluluğu getirmediği, IMF'e verilen niyet mektubu net iç varlıklarla ilgili performans kriteri gerekçe gösterilerek döviz satımlarını engellemesi mümkünken yapılmadığı,
…ülke ekonomisinin uzun vadeli çıkarlarının gözetilmediği, çalışma saatleri dışında dahi döviz satışı yapılmasına izin verildiği…"
Son cümle önemli, zira çalışma saatleri dışında Merkez Bankasınca döviz satışı yapıldığı tespiti yer alıyor. "…çalışma saatleri dışında dahi döviz satışına devam etmesine izin verildiği, 20 Şubat 2001 tarihinde saat 19.20'de yapılan işlem gördüğü, bu eylemin dahi tek başına görevi kötüye kullandığının bir göstergesi olduğu, bankalara yapılacak döviz satışlarında döviz efektif piyasaları işlem limitinin belirlenmesi gerektiği…" Bu kısım da son derece önemli yani limitleri de aşıyor, ona rağmen limit üstü satış da yapıyor.
Söz konusu mahkeme kararından da anlaşılacağı üzere, 19, 20 ve 21 Şubat tarihlerinde Merkez Bankasının kaynakları gece yarısı mesai saatleri dışında uluslar arası bir operasyonla, yerli işbirlikçilerin de katkısıyla boşaltılmıştır. Bu konuda bugüne kadar ciddi bir araştırma ve soruşturma başlatılmamıştır. Bu operasyonda görev alan yerli ve yabancı işbirlikçiler halen ülkemizde finans sektörünün en güçlü oyuncuları olarak çalışmalarını devam ettirmekler. Operasyonun başarıyla sonuçlandırılmasını sağlayan piyonlar ise, finans sektörünün sözcülüğünü yazılı ve görsel basında yorumcu, analist, köşe yazarı olarak görev yapmakta, Türkiye’nin ekonomik ve finansal sorunlarıyla ilgili her gün izlemeye ve dinlemeye devam etmekteyiz.
Merkez Bankası yönetimi kriz dönemlerinde, döviz rezervlerimizi korumak için gereken önlemleri almamıştır. Eğer, Merkez Bankası 1994 ve 2001 yılında yaşanan ekonomik krizlerde çok basit bir tedbir olarak, döviz satmak yerine, dalgalı kura geçseydi, krizlerin faturası ülke ekonomisine bu derece ağır olmazdı.
Tüm bu yağmalama operasyonu devam ederken, bu konuda soruşturma, inceleme yapması gerekenler ne yapmış bir de bunu incelemekte fayda vardır. TBMM bu konuda meclis araştırması başlatması gerekirken, tam aksine sorumluları kurtarmak için Merkez Bankası Kanunu'nda değişiklik yaptılar. Adeta sorumluları kurtarmak için örtülü af getirildi. Merkez Bankası Kanununda yağma operasyonundan hemen sonra yani 25 Nisan 2001 tarihinde ciddi bir değişiklik yapılıyor. Değiştirilen hükümlerden bir tanesi de, Merkez Bankasının görev, yetki ve sorumluluklarını düzenleyen 4. maddesi. 4/h. maddesi değiştiriliyor. Değiştirilmeden önceki metin, "İlgili mevzuat ve Hükümetçe alınacak kararlar çerçevesinde altın ve döviz rezervlerini, ülke ekonomik menfaatlerine uygun şekilde yönetmek." Yapılan değişiklikle: "Ülke altın ve döviz rezervlerini yönetmek." Şekline dönüştürülüyor. Merkez Bankasının görevi sadece ülke altın ve döviz rezervlerini yönetmek hâline getiriliyor. Ne çıkarılıyor, hangi ibare çıkarılıyor metinden? İlk olarak "İlgili mevzuat ve Hükümetçe alınacak kararlar çerçevesinde" ifadesi, ibaresi çıkartılarak, mevcut iktidarın sorumluluğu ortadan kaldırılıyor. İkinci olarak, "Ülke ekonomik menfaatlerine uygun şekilde" ifadesi çıkartılarak, Merkez Bankasının ülkenin ekonomik menfaatlerine uygun olarak yönetilmemesinden kaynaklanacak hukuki ve cezai sorumluluk ortadan kaldırılıyor. Merkez Bankası ülke menfaatine uygun olarak yönetilmeyecek de, kimin menfaatine uygun olarak yönetilecek? Sorusu hala cevap bekliyor.
SONUÇ
1990’lı yıllardan başlayarak kriz lobisinin operasyonları ile kamu bankaları ve Merkez Bankasının içlerinin boşaltılmasıyla, Türkiye kaynak ihtiyacını karşılamak için borç almaya başlamıştır. Hazine yüksek faiz getirisi olan borçlanma senetleri çıkarmaya başlamıştır. Son yedi yıllık dönemde ülkemiz 361 milyar lira faiz ödemiştir. Bu borç miktarı 225 milyar dolara tekabül etmektedir. Atatürk Barajı gibi bir yatırımın maliyetinin 2.5 milyar dolar olduğu düşünülecek olursa, borca ödediğimiz faizle 100’e yakın Atatürk Barajı yapacağımız gerçeği karşısında, kriz lobisinin ülkeye vermiş olduğu zararın boyutu daha net anlaşılacaktır. 1990 yılında faiz ödemelerinin bütçe içindeki payı yaklaşık yüzde 20 civarındadır. Kriz lobisinin çalışmalarıyla, önce kamu bankalarının içi boşaltılmaya başlamış, sonrasında Merkez Bankası kaynaklarına el atılmasıyla devam etmiştir. 1990 yılından itibaren kesintisiz olarak bütçe içerisinde faizin payı artmıştır. 1990'da yüzde 20 olan bu oran, rakam, 2002 yılına gelindiğinde yüzde 44,7'ye çıkmıştır.
2001 ekonomik krizi sonrasında alınan radikal tedbirler, kriz lobisinin hareket alanını daraltmıştır. Sonuçta, 2003 yılından itibaren aşamalı olarak borç faizinin düştüğünü görmekteyiz. 2003'te 41'e, 2004'te 37'ye, 2005'te 28'e, 2006'da 25'e, 2007'de 23,9'a, 2008 22,2'ye ve 2009'da 20,8'e düşmüştür.