YIL: 13

SAYI: 153

EYLÜL 2010

 

önceki

yazdır

 

 

 Hasan GERÇEKER

 

2010-2011 ADLİ YIL AÇILIŞ KONUŞMASI


Bu makale hakem değerlendirmesine tabi tutulmaksızın Uzman Görüşü niteliğindedir!

 

Sayın Cumhurbaskanım, Degerli konuklar, Degerli meslektaslarım, Yazılı ve görsel basının degerli mensupları, Sözlerime baslarken sizleri saygı ve sevgi ile selamlıyorum. İslâm dünyasının kutsal ayı olan içinde bulundugumuz Ramazan ayının ülkemize ve tüm insanlıga barıs, sevgi ve mutluluk getirmesini diliyorum.

Geçen yıl yitirdigimiz degerli meslektaslarımızı saygı ve rahmetle anıyor, emeklilik ya da baska nedenlerle aramızdan ayrılan meslektaslarımıza da bundan sonraki yasamlarında mutluluk, saglık ve esenlikler diliyor, Türk yargısına yapmıs oldukları hizmet ve katkılardan dolayı kendilerine tesekkür ediyor, sükranlarımı sunuyorum. Bu vesile ile bu günlere gelmemizi borçlu oldugumuz, ülkemizde çagdas bir yargı sistemi kurulmasını saglayan, demokrasiyi getiren, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve onunla birlikte bu mücadeleye katılanları sonsuz sevgi saygı ve minnet duyguları ile anmak istiyorum.

Daha önceki adli yıl açıs konusmalarında belirttigim gibi, Devletimizin Anayasa ile yetki, görev ve sorumlulukları belirlenmis üç ana erki yasama, yürütme ve yargı arasındaki çatısmaların sona ermesi, Anayasamızın öngördügü çizgide, demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin tüm ölçütleri ile yasama geçmesi, toplumun tüm bireyleri ve kurumlar arasında, barıs, kardeslik, huzur, güven, karsılıklı sevgi ve saygı ortamının gerçeklesmesi, sorunların çözümün de, karsıt görüsler ortaya konulurken, hakarete, asılsız isnatlara, iftiraya varmayacak sekilde, demokrasinin geregi olan ve ona uygun bir tartısma ortamının olusması dilegi ile 2010–2011 Adli Yılını açarken, bu anlamlı günde bizlerle birlikte olarak onur verdiginiz için sizlere en içten duygularla sükranlarımı sunuyor, kendim ve tüm Adli Yargı mensupları adına tesekkür ediyorum.

Sayın Cumhurbaskanım; Ne yazık ki bundan önce de her adli yıl açılısında yineledigimiz sorunlar büyük ölçüde devam etmektedir. Hatta çogalarak devam etmektedir.

Bunları bir kere daha sizlere aktarmak, kamuoyunun bilgisine sunmak, çözüm aramak durumundayız. Bu bizim en temel görevimizdir. Bu yıl da yine yargı reformu, Anayasa degisiklikleri ile ilgili konular kamuoyunun gündemini çok büyük ölçüde olusturmustur. Özellikle yargı ile ilgili Anayasa degisiklikleri büyük oranda tartısma ortamı yaratmıstır. Biz bu degisikliklere, gerek yargı bagımsızlıgına gerekse kuvvetler ayrılıgı ilkesine, dolayısı ile hukukun üstünlügü, hukuk devleti ilkelerine aykırı oldugu düsüncesi ile gerek kisisel gerekse kurumsal olarak karsı çıktık. Bu kadar önemli kurumsal degisikliklerin mutlaka genis bir toplumsal uzlasma ile gerçeklesmesi gerektigini söyledik. Yargı bagımsızlıgının bir toplum için ne kadar önemli oldugunu kamuoyuna duyurmaya çalıstık.

Adalet bir toplumda en üstün degerdir ve bu nedenle de vicdanlarda en üst düzeyde özümsenmesi gerekir. Adalet toplumların geleceginin de en önemli güvencesidir. Adil olmayan ve yargısını adil çalıstıramayan bir ülkenin uzun süreli huzurlu bir biçimde ayakta duramayacagı bilinmelidir. Bu olgu geçmiste kendisini birçok örnekleri ile göstermistir.

“Adaletin kuvvetli, kuvvetlilerin de adaletli olmaları gerekir” sözü Pascal’a aittir ve çok önemli bir gerçegi saptamaktadır. Adaleti saglayacak olan da yargı olduguna göre, çagdas demokratik sistemlerde oldugu gibi, özgürlükçü demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin en büyük güvencesi olan, her türlü iç ve dıs etkenlerden arınmıs, tam bagımsız yargı sistemini olusturmamız gerekmektedir. Yargının asli unsuru olan tarafsızlık da ancak bu sekilde gerçeklesecektir. Bagımsız olmayan bir yargı siyasallasır ve tarafsızlıgını yitirir ki bu da bir toplum için en büyük tehlikedir.

Yargı Reformu Bu konudaki görüslerimizi geçen yılki konusmamdan da alıntılar yaparak kısa baslıklar halinde açıklamak istiyorum. Hukuk ve yargı sisteminde reform yapılabilmesinin yolu, tüm reform çalısmalarında oldugu gibi, öncelikle sorunun hangi noktalarda yogunlastıgının çok iyi saptanmasından geçer. Hukuk devleti olmanın, baska bir ifade ile hukukun üstün tutularak,  yasamın her alanında egemen kılınmasının olmazsa olmaz kosulu, yargı erkinin görevini yaparken bagımsız, yansız ve bu islevi dogrudan yerine getiren hâkim ve Cumhuriyet savcılarının güvenceli olmalarıdır. Bunu saglamanın yolu da yargı erkinin, diger iki erkin, yani yasama ve yürütme erkinin etki alanından uzak tutulması, bu iki erkin alt ya da üst derecesinde degil, ancak esiti bir konumda bulunması ile mümkün oldugunun net bir biçimde algılanmasıdır.

Yeni düzenlemede Anayasa Mahkemesi’nin mevcut üye sayısının çogaltılması yerinde ise de üyelerinin tamamının yürütmenin bası olan Cumhurbaskanı ve Parlamentonun salt çogunlugu ile seçilmesi, Yüksek Yargı organlarının (Yargıtay, Danıstay, Askeri Yargıtay) çogaltılan üye sayısına göre etkinliginin azaltılması, kuvvetler ayrılıgı ilkesine aykırı oldugu gibi, bu sekilde bir düzenleme Anayasa Mahkemesi’nin tamamen yürütmenin etki alanına girmesine neden olacak ve beraberinde de büyük ölçüde siyasallasma elestirilerini getirecektir.

Aynı sekilde Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı ile ilgili olarak da kuvvetler ayrılıgı ve yargı bagımsızlıgına aykırı bir düzenleme söz konusudur.

Yargı bagımsızlıgının güçlendirilmesi için Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun objektiflik, tarafsızlık, seffaflık ve hesap verebilirlik temelinde genis tabanlı temsil esasına göre yeniden yapılandırılması ve kararlarına karsı etkin bir itiraz sistemi getirilmesi hemen her adli yıl açıs konusmalarında dile getirilmektedir.  Avrupa’nın birçok ülkesinde, Almanya’da, Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da ve daha birçok ülkede oldugu gibi, kuvvetler ayrılıgı ve yargı bagımsızlıgı ilkeleri dogrultusunda, deneyimleri ile bilgi  birikimleri ile yanlısa hiçbir zaman prim vermeyecek olan Yüksek yargı kurumlarının baskanlarının da içinde bulundugu, yargının birlik ve bütünlügüne uygun bir yapılanmanın daha yararlı ve verimli olacagını birçok kez belirtmistik.

Hâkim ve savcıları meslege kabul etme, atama, nakletme, geçici yetki verme, yükseltme, birinci sınıfa ayırma, kadro dagıtma, görevden uzaklastırma islemleri bakımından tam yetkili olan Kurul’a Yürütmenin temsilcisi olan Adalet Bakanının genis yetkilerle baskanlık etmesi, her ne kadar hâkim sınıfından olsa da, konumu itibariyle yürütme erkinin içinde bulunan Müstesarının kurulun dogal üyesi olması kuvvetler ayrılıgı ve yargı bagımsızlıgı ilkeleri ile  bagdasmamaktadır.

Adalet Bakanı ve Müstesarının Kurul’da yer almasının “demokratik mesruiyet” ilkesi ile açıklanması da gerçegi yansıtmamaktadır. Anayasa’nın tanıdıgı yetki ile Türk Milleti adına yargı yetkisini kullanan Türk Yargısının “demokratik mesruiyet” sorunu bulunmamaktadır. Kurul’un yapısında, olusumu konusunda ilgili tüm kesimlerin hemen hemen üzerinde birlestigi temel elestiri, siyasi irade ve yürütmenin temsilcisi olan Adalet Bakanı ve Müstesarının büyük yetkilerle Kurul’da yer almasıdır.

Anayasa’ya göre “Egemenlik, kayıtsız sartsız Milletindir”. Türk Milleti, egemenlik hakkını Anayasanın koydugu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Bu yetkili organlarda Yasama, Yürütme ve Yargıdır. Egemenligi Millet adına kullanma yetkisi yalnız Yasama ve Yürütmeye verilmis degildir (T.C. Anayasası madde 6-9).

Adalet Bakanı ve Müstesarının Kurulda bulunması, referans olarak gösterilen dıs belgelere de uygun düsmemektedir. Gerek Avrupa Birligi Komisyonu tarafından hazırlanan istisari ziyaret raporlarında, gerekse Avrupa Konseyi tavsiye raporlarında, Adalet Bakanı ve Müstesarının kurulda olmaması öngörülmektedir. Ayrıca, Anayasanın 140 ıncı maddesinin 6 ncı fıkrasının “Hâkimler ve savcılar idari görevleri yönünden Adalet Bakanlıgına baglıdırlar” hükmünün yargı bagımsızlıgına aykırı oldugu ve Anayasadan çıkarılması, yargının yönetimsel islemlerinde yegâne sorumlulugun yine bizatihi yargının kendisine bırakılması seklinde bir düzenleme yapılması gerektigi de belirtilmektedir. Kurula üye atama yetkisinin yürütmenin bası olan Cumhurbaskanına verilmesi ise elestirilmektedir. Raporlarda, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karsı yargı yolunun kapalı olusu da elestiri konusu yapılmakta, Kurul kararlarına karsı etkin bir basvuru yolu saglanması yönünde Anayasanın 159 uncu maddesinde degisiklik yapılması, Kurulun Adalet Bakanlıgından tamamen bagımsız, kendi bütçe ve yazmanlıga sahip olması, teftis kurulunun da Kurula baglı olması önerilmektedir. Anayasa’da yapılan degisikliklerle gerek Anayasa Mahkemesinde gerekse Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nda Yargıtay ve Danıstay’ın üye sayısı göreceli olarak azaltılmıs, Yüksek Mahkemelerin etkinlikleri nerede ise yok denecek dereceye kadar indirilmistir.

Bu çok üzüntü ve kaygı verici bir durumdur.

Yüksek mahkemelerin, hâkim ve savcılar üzerinde, yargısal denetim görevi açık olup bu durum, söz konusu yüksek mahkemelerin fonksiyonları ile Anayasa ve yasalarla yapılan görev tanımlarından kaynaklanan bir gerekliliktir.

Mevcut ve yasal bir üst mahkeme olgusu ve isleyisinin, hâkim ve savcıların yargısal faaliyetleri üzerindeki nesnel etkisinin “vesayet izlenimi” biçiminde tanımlanması sasırtıcı ve iyi niyetten uzak bir yaklasımdır. Bu izlenimin ne sekilde ortaya çıktıgı, bu sekilde bir görev fonksiyonunun yargının isleyisinde ne gibi bir sorun olusturdugu açıklıkla ortaya konulmus degildir. İma edildigi sekliyle, bu yasal durumun hâkim ve savcılar üzerinde bireysel bir “bagımlılık modeli” olusturdugunu ileri sürmenin, yargı erkinin tüm kurum ve kurulusları ile ilk derece ve üst derece mahkemeleri ile birlikte bütünlügünü zedeleyici son derece isabetsiz, abartılı ve tümüyle öznel nitelikte bir saptama oldugunu düsünmekteyiz. Üstelik bu durumun Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun olusumu ile dogrudan bir ilgisi de bulunmamaktadır. 2461 sayılı Yasanın 3 ve 7 nci maddeleri çok açıktır. Görev yaptıkları süre içerisinde mensubu bulundukları yüksek mahkemelerle görev iliskileri bulunmayan Kurul üyelerinin hâkim ve savcılar üzerinde yüksek mahkeme üyesi olarak ne dogrudan ne de nesnel nedenlerden dolayı bir vesayeti bulundugundan söz edilemez.

Anayasal bir kurum olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun seçilmis üyelerinin Kurul faaliyetleri yönünden ifa ettikleri fonksiyon, mensubu bulundukları üst mahkemeyi temsil görevi niteliginde olmayıp, yukarıda da belirtildigi gibi, mensubu oldukları yüksek mahkemeden bagımsız, yasayla tanımlanmıs görevlerin ifasından ibarettir ve yargının tümüne yönelik bir görevdir. Üstelik mevcut yapıya göre yargının tümüne yönelik temsili nitelikte bir fonksiyonun üstlenilmesi de söz konusu degildir.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun daha verimli ve etkin çalısmasının önündeki temel sorun baskadır.

Adalet Bakanı ve Müstesarının kurulda bulunması, Kurul çalısmalarının istikrarlı bir sekilde sürmesini engelledigi gibi, yapılmak istenilen düzenleme gerçeklestigi takdirde, bu karma ve yargı bagımsızlıgına aykırı yapı, Kurul’u çalısamaz hale getirecektir. Hâkimlerin kararlarının yürürlükteki yasalara, hukuka uygunlugunun, dogrulugunun ve güvenilirliginin saglanması bakımından yasalarda kanun yolları öngörülmüstür. Hukuk devletinin niteligi geregi, mevcut sistem kurulmus ve yasal düzenlemeler yapılmıstır. Hâkim kararını verirken dıs etkilerden oldugu kadar kendi sübjektif degerlendirmelerinden de uzak kalabilmelidir. Yargı kendi bütünlügü içerisinde degerlendirme ve ölçme sistemini kurmustur. Yerine çok saglıklı bir alternatif çözüm önerisi getirilmeden not sisteminden vazgeçilmesi uygun görülmemektedir. Bu sistem özenle yürütüldügünde, bir sakınca ortaya çıkmayacagı gibi yargı bagımsızlıgının ihlali de söz konusu degildir.

Verilen kararların sayısı is yüzdesi bakımından önemli olmakla birlikte, kararlardaki isabet oranının tespiti ve bu oranın yükseltilmesi ancak yüksek mahkemelerin denetimi ile mümkündür. 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 24 üncü maddesinde, adalet müfettislerinin denetimleri sırasında inceledikleri belgelere ve gözlemlerine dayanarak hâkim ve savcılar hakkında hal kâgıtları düzenleyecekleri, bu kâgıtların ilgilinin gizli sicil dosyasına konulacagı ve terfi sisteminde de hâkim ve savcıların etik kurallara uyup uymadıklarının denetiminde müfettisler tarafından düzenlenen hal kâgıtlarının esas alınacagı hükmü bulunmaktadır. “Gözlem” kisiye göre degisen sübjektif bir kavram olup, hal kâgıdını düzenleyen müfettisin kisisel dogruları ve kisisel degerlerine göre yapacagı “gözlem” sonucu düzenleyecegi hal kâgıdının her zaman objektif olabileceginden söz etmek mümkün degildir. Bu nedenle denetimlerin keyfilikten uzak olması mutlaka saglanmalı, bu belgelerin ilgili hâkim ve savcıya teblig edilerek, degerlendirmenin asıl öznesi konumunda bulunan bu kisilere cevap ve itiraz hakkı tanınmalıdır.

Hâkim ve savcılar arasında meslek kıdemi ve basarıya göre derecelendirme yapılması yerinde ise de, “sınıf” sözcügü iyi bir seçim olarak görülmemektedir. Üçüncü sınıf, ikinci sınıf gibi ifadeler incitici olabilecegi gibi, soruna yargılanan tarafından bakıldıgında bir güven eksikligini de beraberinde getirebilecegi düsünülmelidir.  Bu nedenle derecelendirmenin baska bir kavram üzerinden yapılması yerinde olacaktır.

Örgütlenme özgürlügü, tüm çagdas demokratik sistemi benimsemis ülkelerde oldugu gibi demokratik temel hak ve özgürlükler kapsamında kabul edilmis ve uluslararası sözlesmelerle de güvence altına alınmıstır.

Yargı sistemi içerisinde de hâkim ve savcılara bu hakkı tanımak, gelistirmek, özgürlükçü demokrasinin geregidir. Örgütlenme özgürlügü, hâkim ve savcılarımızın her türlü çalısma kosullarının iyilestirilmesi yanında, yargı bagımsızlıgının korunup kollanması bakımından da büyük önem tasımaktadır. Örgütlenme özgürlügünü engelleyerek, yürütmenin güdümünde, amaç dısı, göstermelik bir örgütlenme modeli olusturma çabalarından vazgeçilmelidir Yargı mensuplarına gerek mesleki gerekse yargı bagımsızlıgı konusunda egitim verilmesi de çok önemli basta gelen konulardan birisidir. Bu nedenle de Türkiye Adalet Akademisinin yeniden yapılandırılması, idari ve mali özerklik tanınarak gerçek bir akademi haline dönüstürülmesi, kapasitesinin arttırılması gerekmektedir. Avrupa Birligi ilerleme raporlarında da öngörüldügü gibi, böyle bir yapılanma saglandıktan sonra hâkim ve savcıların egitimi yanında, hâkim adaylarının seçimi de Adalet Akademisi ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından yapılmalıdır.

Avrupa Birligi ilerleme ve istisari raporlarında; Temel prensiplerin 10. ilkesi ve Hâkimlerin Bagımsızlıgına dair Avrupa Konseyi Tavsiyesinin 21 (2) (c) ilkesi uyarınca Adalet Bakanlıgının hâkim adaylarını seçme sürecindeki rolünün kaldırılması, Avrupa Hâkimleri Dayanısma Konseyinin (CCİH) yargının bagımsızlıgıyla ilgili standartlar (23 Kasım 2001) hakkındaki 1. no’lu görüsü (2001) uyarınca aday hâkimin seçiminin, liyakat esasına dayalı olarak yetenek, verimlilik, dürüstlük ölçütleri dikkate alınmak suretiyle yapılabilmesini teminen, aday hâkim seçimi yapan veya bu konuda aday hâkimlerin atanmasında tavsiyelerde bulunan (Bu konunun Adalet Akademisi veya Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna bırakılması teklif ediliyor) otoritelerin objektif kriterler belirlemeleri, bu kriterleri yayımlamaları ve uygulamaları tavsiye edilmistir (2005 istisari ziyaret raporu). Ayrıca anılan raporda; Hâkim adayı sınavının (ÖSYM) tarafından yapılması kriterini objektif buldukları; sorunun önceki istisari raporlarda da belirtildigi üzere Adalet Bakanlıgı görevlilerinden olusan kurul tarafından yapılan sözlü sınav oldugu belirtilmis, bu mülakatın yargı bagımsızlıgını zedelemesinin kaçınılmaz oldugu açıklanmıstır. Konuyla ilgili önceki tavsiyelerinin sözlü sınavın HSYK tarafından yapılması oldugunu 2005 istisari ziyaret raporunda yinelemislerdir. Hatta önerilerini degistirmeme nedeni olarak Yargıtay Baskanlar Kurulunun bu yöndeki açıklamasını göstermislerdir (30.06.2005 tarihli basın açıklaması).

Yargı bagımsızlıgı hakkında Birlesmis Milletler Temel Prensiplerinden 9 uncusuna ve Chisinau deklarasyonuna göre de, meslek öncesi ve meslek içi egitimde Adalet Bakanlıgının etkisinin kaldırılması, Adalet Akademisinin tam özerkliginin saglanmasında zorunluluk bulunmaktadır.

Hukukun üstünlügü ile yargı bagımsızlıgı arasındaki bag çok önemlidir. Hukuk üstün tutuluyorsa, yargının bagımsızlıgı mutlak olarak saglanmalıdır. Hukuk ayak bagı görülüyorsa, yargı mutlaka baskı altındadır.

Yargı bagımsızlıgı, yargı tarafsızlıgının da en temel kosuludur.

Yargı bagımsızlıgı hiç süphe yok ki tarafsızlıgı da içermektedir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, tarafsızlıgı, sübjektif ve objektif olarak degerlendirmektedir. Sübjektif tarafsızlık hâkimin birey olarak kisisel tarafsızlıgını, objektif tarafsızlık ise hâkiminmahkemenin kiside bıraktıgı izlenimi, yani, hak arayanlara güven veren tarafsız bir görüntüde bulunmayı öngörmektedir. Bu baglamda “yargı etigi” kurallarının önemi çok büyüktür. Bunları tüm yargı mensuplarının mutlaka gözetmeleri gerekmektedir. “Uluslararası Bangalore Etik Kuralları ve Etik Davranıs Biçimlerine İliskin Avrupa Esasları”, “Budapeste İlkeleri” yargı etigi kurallarının esasını olusturmaktadır. Bu kurallar; Bagımsızlık, Tarafsızlık,  Dogruluk ve tutarlılık, Dürüstlük, Esitlik, Ehliyet ve liyakat, olarak belirlenmistir.

Yargının tarafsızlıgı konusunda, devam eden sorusturma ve  kovusturmalarla ilgili olarak, basta medya olmak üzere her kesimin hassasiyet göstermesi, masumiyet ilkesinin ihlal edilmemesi, yargısız infaz anlamına gelebilecek davranıslardan mutlaka kaçınılması gerekmektedir.

Süphesiz yargı da elestirilebilir. Yargı ile ilgili haber niteliginin ötesinde yorum yapılırken bu ayrımın gözetilmesi ve çok özen gösterilmesi gerekmektedir. Gerçeklere dayanılmalı, verilen haberin dogrulugu ispatlanabilmelidir.

Yanlıs ya da eksik bilgilerle yapılan haber ve yorumlar, yönlendirici yayınlar, kamuoyunu yanlıs yönde etkileyecegi gibi, mahkemeler üzerinde bir baskı unsuru da olusturacaktır.

Avrupa İnsan Hakları Sözlesmesi’nde yer alan “Adil yargılanma hakkı”nın uygulanmasına yönelik Anayasamızın 138/2 nci maddesi “Hiçbir organ, makam, merci ve kisi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemeler ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz” hükmünü tasımaktadır. Türk Ceza Kanunu ve Basın Kanunu’nda da “adil yargılamayı etkilemeye tesebbüs, yargıyı etkileme” suç olarak düzenlenmis bulunmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Sözlesmesinin 6 ncı maddesi, adil yargılanma hakkının en önemli unsurunun bagımsız ve tarafsız yargı oldugunu hükme baglamıstır.

Yargının görevi, yasa koyucu tarafından kabul edilen hukuk normlarını uygulamaktır. Bu uygulama sırasında takdir hakkını ve vicdani kanısını kullanır. Ancak, normların sınırlarını asması mümkün degildir. Yorum ve takdir hakkının kullanılmasının yasa koyucunun iradesini yansıtan yasaların anlam ve amacına uygun olması gerekir. Yasama ve yürütmenin yetki alanına girilmemelidir. Aksi halde yargının siyasallasması gibi tarafsızlıgına gölge düsürecek en önemli etkenlerden birisi ortaya çıkacaktır. Bu da yargıya duyulan güven ve saygınlıgın azalmasına neden olacaktır. Bu konuda sonuç olarak sunlar söylenebilir; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 10. Kisisel ve Siyasal Haklar Sözlesmesi’nin 14 ve Avrupa İnsan Hakları Sözlesmesi’nin 6. maddelerinde adil yargılanma hakkı için “bagımsız ve tarafsız” mahkemelerin varlıgı temel sart olarak öngörülmüstür. Hâkim, Yasama ve Yürütme organlarına karsı bagımsız olmalı ve korunmalıdır. Toplu mahkemelerde hâkim, diger hâkimlere karsı da bagımsız olmalıdır. Hâkimler dogrudan veya dolaylı, baskı, etki, tehdit ve tesvike kapalı olmalı; Anayasa, kanun, hukuk ve vicdani kanaatlerine uygun olarak karar vermelidir.

Hâkim bagımsızlıgı ve teminatı, yargılama islevini yerine getiren hâkimler için bir ayrıcalık olmayıp, yargılananlar için adil yargılanma hakkının güvencesidir. Bagımsız ve teminatlı olmayan bir mahkemenin adalet dagıtması, temel insan hak ve özgürlüklerini koruması mümkün degildir.

Hâkim bagımsızlıgı ve teminatı hukuk devleti olmanın olmazsa olmaz kosulunu olusturmaktadır. Bagımsız, tarafsız, adil ve hızlı isleyen bir yargı, sosyal barısın, güven ve huzurun teminatı oldugu kadar Devletin de varlık nedenidir.

Yargının, Anayasal gücü ve islevi ile orantılı olanaklara sahip olması zorunludur. Personel, bütçe yetersizligi gibi yıllardır süregelen sorunların yeterince çözümlenmemesinin özellikle Yargıtay’ı ciddi endiselere sevk ettigi bilinmelidir. Bu yetersizlikler ve anormal is yükü sorunu nedeniyle davaların uzaması sonucunda adalete karsı inanç ve güvenin zedelenmesinin manevi sorumlulugunu yargıya yüklemenin haksızlık olacagı, Yargıtay Birinci Baskanları tarafından her adli yıl açılısında dile getirilmektedir.

Yargı, temel taslarından biri oldugu devlet sisteminde asla hafife alınmamalıdır. Üstelik islevini yerine getirirken yasama ve yürütmenin etkisine girmeden karar vermesi gerektigi de temel kural olarak benimsenmelidir.

Bu kavram zedelendiginde, öncelikle adaletin siyasallasacagı ve bu durumdan en büyük zararı devletin ve milletin görecegi unutulmamalıdır. Yüksek mahkeme kararlarına erisim konusunda hiçbir hukuki engel bulunmamakta, aksaklıklar tamamıyla teknik ve yapısal sorunlardan kaynaklanmaktadır. Yargıtay’dan her yıl çıkan besyüzbin civarında karar karsısında, bunların tasnifi ve yayınlanabilmesi için yeterli personel istihdamı ve UYAP (Ulusal Yargı Agı Projesi) dısında ayrı bir sistem kurulması gerekmektedir. Gerekli bütçenin, teknik alt yapı eksikliginin, yeterli personel istihdamının saglanması halinde, kararlara erisim konusunda bir engel kalmayacaktır. Yargının verimliligi ve etkinliginin arttırılması için, adli yargıda bölge adliye mahkemelerinin (istinaf) bir an önce faaliyete geçirilmesi, hâkim, savcı ve personel sayısının yeterli seviyeye getirilmesi, adli hizmet uzmanlıgı kadrosu ihdası, yüksek mahkemeler ve adliyelerin çalısma kosullarının iyilestirilmesi, Adli Tıp Kurumu’nun kapasitesinin güçlendirilmesi ve özerk bir kurum olarak yapılanmasının saglanması, yurtdısı temsilciliklerinde adli müsavir görevlendirilmesi, UYAP’ın tamamlanması ve bir an önce etkin bir sekilde kullanımının saglanması, gereken yasal düzenlemelerin bir an önceyapılması, bilirkisilik, hazine avukatlıgı ve hukuk müsavirligi müesseselerini iyilestirici önlemlerin alınması gerekmektedir.

Yargıtay bugün yogun is yükü altında adeta ilk derece mahkemesi gibi bir çalısma ortamındadır. Bu altından kalkılması mümkün bulunmayan is yükü ancak, hukuk ve maddi olay denetimi yapacak olan bölge adliye mahkemelerinin faaliyete geçmesi ile azaltılabilecektir. Yargıtay’daki 2009 yılına iliskin dosya sirkülâsyonu asagıdakitabloda gösterilmistir.

Bu sayı birbuçuk milyonu (1.671.000) asmıs durumdadır.

2008 Devir 2009 Gelen Toplam 2009 Çıkan 2010 Devir HUKUK 120.156 364.595 484.751 334.967 149.784 CEZA 242.547 279.725 522.272 218.201 304.071 TOPLAM 362.703 644.320 1.007.023 553.168 453.855 Y.CBS. 366.965 297.755 664.720 276.990* 387.730 Toplam 1.671.743 830.158 841.585 2009 yılında toplam (2008′den devir ve 2009′da gelen) 1.394.753 2009 yılında toplam çıkan 553.168 2010 yılına toplam devir 841.585 2008 yılında toplam (2007′den devir ve 2008′de gelen) 1.253.153 2008 yılında toplam çıkan 523.474 2009 yılına toplam devir 729.679

18 Hasan GERÇEKER – Yargıtay Birinci Baskanı (*Y.CBS. Çıkan 276.990 ceza-gelen içerisinde) (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı) Buna göre 2008 ve 2009 yıllarındaki fark Gelen (Toplam) + 141.600 Çıkan (Toplam) + 29.694 Devir (Toplam) + 111.906

Bu rakamları batılı çagdas ülkelerle kıyasladıgımızda yargımızın çok büyük ve agır bir is yükü ile karsı karsıya bulundugu görülmekte, bu sorun da seri, çabuk ve güvenli adaletin saglanmasına en büyük engeli olusturmaktadır. Adli is yükünün azaltılması için gerekli önlemler bir an önce alınmalıdır.

Daha önceki konusmalarımızda da belirttigimiz gibi, sürekli artıs gösteren nüfus oranı, hâkim, savcı ve personel sayısının yetersizligi, görev-is bölümü uyusmazlıklarının çogalmakta olusu, yargılama usulünü düzenleyen yasaların karmasıklıgı, maddi hukuka iliskin bazı yasalarda usul kurallarına da yer verilmis olması da yargılamada güvenli, hızlı ve isabetli çözümlere ulasmayı engelleyen sorunlar olarak ortaya çıkmakta ve davaların uzamasına, adil yargılanma ilkesinin olumsuz etkilenmesine neden olmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde de ülkemiz yönünden en sıkıntılı konulardan birisi haline gelmis bulunan, tutukluluk sürelerinin, adeta yargısız infaz sayılabilecek derecede uzaması, bu konuda yasal ve yeterli gerekçe gösterilmeden karar verilmesi, yasal olmayan ya da yasayla öngörülen kosullara tam olarak uyulmadan yapılan iletisimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması gibi temel hak ve özgürlüklerle dogrudan iliskili usule aykırı islemlerde yargıya olan güveni büyük ölçüde zedelemektedir. Cezaevlerinde kapasitenin çok üzerinde tutuklu ve hükümlü bulunması, tutuklu sayısının hükümlü sayısından daha fazla olması toplumun her kesimi tarafından elestirilmektedir.

Özellikle büyük sehirlerde mahkeme ve hâkim sayısının az, dava sayısının çok olması, icra mahkemelerinin icra prosedürü (izlegi) içindeki yetkilerinin sınırlı olması, yargısal etkinligi azalttıgı gibi icra-iflas takipleri yönünden hukuk davalarında sürekli artısa neden olmaktadır.

Yargılama sürecinin hızlandırılması ve sürecin yargı bagımsızlıgına uygun biçimde yürütülebilmesi için tamamen yargıya baglı adli kolluk gücünün ve adli tebligat memurlugunun olusturulması büyük yarar saglayacaktır.

Uyusmazlıkları önleyici nitelikteki tedbirlerin etkin hale getirilmesi ve alternatif çözüm yollarının bir an önce gerçeklestirilmesi saglanmalıdır.

Ceza infaz sisteminin gelistirilip iyilestirilmesi, Avrupa Birligine uyum sürecinin gerektirdigi mevzuat çalısmalarının sürdürülmesi gerekmektedir.

Adalet Bakanı Temmuz ayı içerisinde TBMM’nde yaptıgı açıklamada, basına yansıyan bilgilere göre, toplam hâkim-savcı sayısının 11086 (onbirbin seksen altı) oldugunu, 3610 (üçbin altıyüz on) adet te bos kadronun bulundugunu, biriken is yükü nedeniyle, yalnız 2009 yılında Yargıtay’da 14809 (ondörtbin sekizyüz dokuz) dava dosyasının zamanasımı nedeniyle düstügünü, yargının yıllara yayılan, altyapı, mevzuat ve insan kaynakları sorunları oldugunu, yargılamaların makul sürede tamamlanamadıgını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye aleyhine verilen kararların yüzde onbirinin bu nedene dayandıgını bildirmistir.

Açıklamayı yapanın, bu sorunları çözmekle birinci derecede yükümlü Adalet Bakanı olması karsısında, durumun ne kadar vahim oldugu ortadadır.

Bütçe Yargıya ayrılan bütçenin yetersizligi de çok önemli bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Merkezi yönetim bütçesinden adalet hizmetleri ve yargı alanına yeteri kadar mali kaynak ayrılmamaktadır. Ülkemizde ne yazık ki, dava ve yargılama sürelerini hızlandırma konusunda çalısmalar usul ve yasa degisikligi ile sınırlı kalmıstır. Cumhuriyetin ilk yıllarında tüm zorluklara ve olanaksızlıklara ragmen bütçeden yargıya ayrılan payın bugünün 4–5 katı oldugu bilinmektedir. Bu kosullarda ileri gitmesi beklenen yargı hizmetinin mevcut durumunu bile sürdürmesi güçlükle saglanabilmektedir. Sınırlı imkânlarla, sürekli artan ya da yeni ortaya çıkan ihtiyaçların karsılanmasının mümkün olmadıgı dikkate alınmalıdır. Bütçeden yargıya ayrılan pay bu seviyelerde kaldıgı takdirde, Anayasa’mızdaki erkler ayrılıgı ve erklerin birbirine üstünlügü olmadıgı ilkesi ütopik bir kavram olmaktan öte anlam ifade etmeyecektir.

Toplumun ekonomik, siyasal ve sosyal yapılasmasındaki gerileme ve kargasa yargıyı kaçınılmaz biçimde olumsuz etkileyecektir. Yargı mensuplarının kisisel özverileri ile bu sorunun çözülebilme olanagı bulunmamaktadır. Yargıya yatırım sonuçta topluma “adalet” olarak dönecektir. Diger erklere göre kaynak kullanımında kıyaslanmayacak ölçüde geride bulunan yargı için yeterli olanak saglanmasında zorunluluk vardır.

Yargısını çagdas bir yapıya kavusturamayan ülkelerde demokrasi,insan hakları ve hukuk devleti ilkeleri aksayacaktır. Yargı bagımsızlıgının temel kosulu olan yargının mali özerklige kavusturulması konusunun mutlaka gündeme alınması gerekmektedir.

Yargıtay Daireleri Arasındaki İs Bölümü Yargıtay Daireleri arasındaki is bölümüne iliskin bilgiler internet sayfamızda yer almaktadır. Ayrıca anılan bilgileri içeren kitapçık ilgili birimlere dagıtılmıs olmasına ragmen, mahal mahkemelerince ilgili Dairenin belirlenmesinde çoklukla hata yapıldıgı görülmektedir. Dava dosyaları daireler arasında gereksiz sekilde dolasmaktadır.

Yıllık is cetvelinin incelenmesinde aidiyet kararları bazı dairelerde %25–30 civarındadır. Bu oran hiç de azımsanacak ölçüde degildir, çok büyüktür. Yerel mahkemelerin bu konuda özenli davranmasında büyük yarar oldugu bilinmelidir. Geciken adaletin, en büyük adaletsizlik oldugu unutulmamalıdır.

Tebligat Kanununun Yeniden Düzenlenmesi Tebligat Kanunu 2004 yılında degistirilerek, kisinin bildirilen adresinde bulunmasa bile tebligatın geçerli olması hükmü getirilmistir. Ancak yargılamanın hızlandırılmasının önündeki en büyük engellerden biri de taraflara saglıklı sekilde veya hiç tebligat yapılamamasıdır. Bunun nedenlerinden biri ülkemizdeki nüfus hareketleridir. Kırsal kesimde yasayan nüfusun büyük bir kısmının çesitli nedenlerle sehirlere yönelmesiyle son yıllarda sehirli nüfus artmıstır. Ancak büyük sehirlerde yasamanın ekonomik zorlukları nedeniyle sehirde yasayanlar da tamamen kırsal kesimden kopamamıstır.

Ülkemizde bu sekilde hem sehirli hem de kırsal kesimde yasamını sürdürmekte olan önemli bir nüfus olusmustur. Tebligat hususunda asıl güçlük bu kisilerin sabit ikametgâhının kırsal kesimdeki yerlesim yeri mi yoksa sehirler mi kabul edilmesi gerektigi konusundadır. Ancak günümüzün gelismis iletisim teknolojileri ile sorunun asılması o kadar da zor degildir. Adli yazısmalar ile usulsüz teblig islemleri, özellikle yurtdısı tebligat islemlerindeki olanaksızlıklar davaları uzatmaktadır.

Bilirkisilik Müessesesinin Yeniden Gözden Geçirilmesi Mahkemelerce hâkim ve savcıların kendi hukuksal bilgi ve birikimleri ile çözümlenmesi mümkün olmayan özel ve teknik bilgiyi gerektiren konularda bilirkisiye basvurulacagı bir gerçektir. Mevcut usul kanunlarında bu konuya iliskin hükümler bulunmakla birlikte bilirkisilik müessesesi ile ilgili yapılmıs özel bir düzenleme yoktur. Bu durum aynı nitelikteki davalarda farklı yorum, degerlendirme ve hesaplamalara yol açmaktadır. Yargıya güven sarsılmakta, emek ve zaman kaybına neden olmaktadır. Sadece özel ve teknik bilgiyi gerektiren konular yerine, hukuksal sorunların çözümünde de bilirkisilere basvurulması dogru degildir.

Bilirkisilik müessesesi resmi hale getirilmeli, her bölgede yerel mahkemeler bünyesinde hâkim, Cumhuriyet savcıları ve gerekirse meslek odalarından seçilecek görevlilerden olusacak komisyonlarca konularına göre uzman bilirkisiler saptanıp ilan edilmeli, çalısma sekilleri son derece titiz biçimde kurallara baglanmalı, bilirkisilerin belirli sürelerde ilgili yüksek mahkemeler ve Adalet Akademisi’nde egitimleri saglanmalı, bilirkisiler donanımlı, konularında uzman hale getirilmeli ve bu konuda gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

Personel Yargılama faaliyeti hâkim ve savcı yanında yargı çalısanlarının ekip çalısması ile yürütülmektedir. Tüm yargı çalısanlarının özlük hakları ile ilgili iyilestirmeler yapılmalı, adil bir ücret sistemi olusturulmalı ve sayılarının yeterli düzeye ulastırılması saglanmalıdır. Yargı reformu elbette gereklidir, mutlaka acilen de yapılmalıdır. Ancak reform yargının bu gün büyük boyutlara ulasmıs bulunan alt yapı sorunlarının çözümlenmesinden baslamalıdır.

Hukuk fakülteleri devletin en degerli hazinesi olan adalet kurumuna görevli yetistirmektedir. Bu nedenle yasamsal önemleri bulunmaktadır. Alt yapı sorunlarının çözümlenmesine bu kurumlardan baslanmalı, nitelikli hukukçu yetistirilmesinin yolları açılmalıdır. Hukuk fakültelerinde hukuk bilgisinin yanında iyi bir yurttas, iyi bir insan olmanın egitimi de verilmelidir.

Yeterli ögretim üyesi olmadan hukuk fakültesi açılmamalıdır. Hukuk fakültelerinde yeterli sayıda ögretim üyesi yetistirilmesi için gerekli kosullar bulunmalıdır. İyi bir hukuk egitimi ve ögretimi için gereken olanaklar saglanmalıdır.

Yargının üç temel ayagından biri olan savunmayı temsil eden avukatlık meslegi ile ilgili olarak da her bakımdan yeterli ve nitelikli hukukçu yetistirmek bakımından gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Bütün bu altyapı sorunlarının yanında daha önceki konusmalarımızda da etraflıca degindigimiz “Yüce Divan” ve “Bireysel Basvuru” konularına da deginmek istiyorum.

Yüce Divan Anayasa Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla baktıgı davalarla ilgili olarak yeni bir düzenlemenin yapılması geregi 9. Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu raporunda da yer almıstır. Yargılama birligi, güçlü yargının vazgeçilmez bir ilkesidir. Bu birligin saglandıgı ülkelerde güçlü yargıya, güçlü devlet ve bireye, güçlü demokrasiye ulasılmıs, hukukun üstünlügü ilkesi yasama geçirilebilmistir. Mevzuatımızda bu ilkeden sapmanın en önemli örnegini Yüce Divan müessesesi olusturmaktadır. Çagımızda ceza hukuku, diger hukuk dallarından ayrı, hukuk kavramlarını kendi amacına göre tanımlayan özerk bir dal haline gelmistir. Yargıtay’ın yıllardan beri baktıgı davaların nitelikleri ve sayıları, Yargıtay üyelerinin yetisme biçimleri ile donanımları nazara alındıgında Yüce Divan görevinin, yargılama birliginin bir geregi olarak, yargılanacak kisiler bakımından olusturacagı hukuksal güvence de dikkate alınmak suretiyle Yargıtay’a verilmesi zorunlu hale gelmistir ve dogru olan da budur.

Anayasa mahkemesinin kurulus amacı Anayasa Yargısı olduguna göre islevinin de Anayasa Yargısı ile sınırlı olması gerekir. Yüce Divan yetkisinin daha önce Anayasa Mahkemesine verilmis olması, yanlıslıgın sürdürülmesine gerekçe olamaz. Bu düzenleme Hukuk Devleti ilkelerine uygun düsmemektedir. 4709 sayılı Kanunla Anayasa’nın 36/1 inci maddesi degistirilerek “adil yargılanma hakkı” temel hak olarak Anayasamızda yerini almıstır. Temel insan hakları kapsamında bulunan adil yargılanma hakkının geregi olarak Yüce Divan görevinin Yargıtay’a verilmesi gerekmektedir.

Bireysel Basvuru (Anayasa Sikâyeti) Bireysel basvurunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan basvuruya benzer bir iç hukuk uygulaması oldugu, kamu gücü tarafından yapılan insan hakları ve özgürlükleri ihlallerinin “olay bazında belirlenmesi, ihlal edilen hakkın onarılması için gerekli önlemlerin alınması”, bu suretle ülkemiz aleyhine açılacak davaların azaltılması ve iç hukuk yollarının bu sekilde tüketilecegi gerekçe gösterilerek Anayasa Mahkemesi’ne bu yönde bir görev ve yetki verilmek istenmektedir. Bu konudaki kurumsal görüsümüz birçok kere kamuoyuna duyurulmus bulunmaktadır.

Bireysel basvuru ile temel insan hak ve özgürlüklerinin olay bazında belirlenmesi, ihlal edilen hakkın onarılması ve gerekli önlemlerin alınması için bu yetkinin Anayasa Mahkemesine verilmek istendigi söylenmektedir. Ancak, bu yetki ile yüksek mahkemelerden verilen kararların degistirilmesi ya da ortadan kaldırılması gibi bir sonuç ortaya çıkacaktır. Zira iddia edilen ihlalin onarılması ve önlenmesinin baska türlü yerine getirilmesi olanaksızdır. Bu durumda da yapılmak istenen düzenleme, yüksek mahkeme kararlarının denetlenmesi ve yeniden bir karar olusturulması sonucunu doguracaktır.

Anayasa Mahkemesi’nin görevi kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Meclis İçtüzügünün Anayasa’ya uygunlugunu denetlemektir. Bir baska anlatımla, Anayasa Mahkemesi yasama organının tasarruflarını incelemek ve degerlendirmekle görevlidir. Yasama tasarruflarını soyut bazda denetleyen mahkeme, yargı tasarruflarını somut bazda, olay bazında denetleme yetkisini de almıs olacaktır.

Ülkemizde yüksek mahkemelerin görevleri ve islevleri Anayasa ile kurulus kanunlarında belirtilmistir. Hiçbir yüksek mahkeme digerinin kararını ortadan kaldıramaz, degistiremez ve kararı uygulanamaz hale getiremez. Yüksek mahkemelerin denkligi esastır. Bu denkligin bozulması yargıda kaos yaratır, yüksek mahkemelerin çatısması sonucunu dogurur. Yarar yerine zarar getirir.

Bazı ülkelerde yargı birligi geregi tek bir yüksek mahkeme, bizim ülkemizde ise birden ziyade yüksek mahkeme vardır. Anayasa Mahkemesi de yüksek mahkemelerden sadece bir tanesidir. En yüksek mahkeme degildir. Yüksek mahkemeler arasında üstünlük sıralaması bulunmamaktadır. Bu husus Danısma Meclisi Anayasa Komisyonu tarafından açıkça belirtilmis ve Anayasa’da bu dogrultuda düzenlemeler yapılmıstır (Danısma Meclisi Tutanak Dergisi, 19.09.1982 gün, sh. 154–155). Anayasamızın 3 üncü bölümünün baslıgı “Yargı”, II. Alt bölümün baslıgı ise “Yüksek Mahkemeler”dir. Yukarıda açıklandıgı sekilde bireysel basvuru yetkisi verilerek Anayasa mahkemesine üstünlük tanınması bu tanımlara uygun düsmemektedir. Bireysel basvuru hakkı demokrasinin, temel insan hak ve özgürlüklerinin temel ögesi olarak gösterilmekte ise de; Avrupa Birligi üyesi olan ve olmayan pek çok ülkede Anayasa Mahkemesi olmadıgı gibi, Anayasa Mahkemesi olan pek çok ülkede bireysel basvuru hakkı da bulunmamaktadır.

Anayasa yargısında Amerikan modelini uygulayan A.B.D., İngiltere, Danimarka, Estonya, İrlanda, Norveç ve Hollanda gibi ülkelerde kanunların anayasaya uygunlugu genel mahkemeler tarafından denetlenmekte, bu ülkelerde Anayasa Mahkemesi bulunmamaktadır. Avrupa modelini uygulayan ve Anayasa yargısı denetimi bagımsız mahkemeler tarafından yapılan pek çok ülkede ise, soyut norm denetimi yapılmakta ve somut norm denetimine iliskin bireysel basvuru hakkı kabul edilmemektedir.

Bireysel basvuru hakkının, genelde federal devletlerde veya tek bir yüksek mahkemenin bulundugu ve yargı birliginin gerçeklestirildigi üniter devletlerde kabul edildigi görülmektedir. Kesinlesen bir yargı kararının hangi amaç ve gerekçe ile olursa olsun baska bir yüksek mahkeme tarafından incelenmesi kesinlesen kararlara karsı güven duygusunu ortadan kaldırır ve kararları tartısmalı hale getirir.

Bu hususun, hukukun temel ilkelerinden olan “kesin hüküm” kavramı ile de hiçbir sekilde bagdasamayacagı ortadadır. Bütün yüksek mahkemeler ile yerel mahkemeler, üstün norm olan Anayasa kuralları ile Anayasanın degisik 90. maddesi uyarınca, uluslararası sözlesmeleri ve kanunları yorumlayıp, amacına uygun sekilde uygulayarak, temel insan hak ve özgürlüklerini korumak durumundadırlar. Yetkinin münhasıran Anayasa Mahkemesi’ne aidiyeti dogrultusunda bir düzenleme yargı sistemimize tamamen aykırıdır.

Yerel mahkemeler ile yüksek mahkemelerin görülmekte olan davalarla ilgili olarak def’i yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açma yetkileri de bulunmaktadır.

Mahkemeler tarafından açılan iptal davaları, yetkili merciiler tarafından açılan davaların bes katından fazladır. Bu husus mahkemelerce norm denetimi yapılarak konunun Anayasa Mahkemesi’ne intikal ettirildigini göstermektedir.

Anayasaya aykırılık nedeniyle soyut dava açma yetkisi bulunan mahkemelere, insan hak ve özgürlükleri ile ilgili olarak somut inceleme ve degerlendirme yetkisi verilebilir. Bu konuda Anayasa’nın degistirilmesi de gerekli degildir. Bu yetki, kanunlardaki yargılamanın yenilenmesine iliskin maddelere ekleme yapılmak suretiyle saglanabilir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu konudaki yetki, görev ve sorumlulugu farklıdır. Bu Mahkeme uluslararası sözlesmelere göre yapılanmıs ve faaliyet göstermektedir. Esasen de ulusal alanda bireysel basvuru hakkı tanınması, temel hak ve özgürlüklere iliskin sözlesmelerden kaynaklanan bir zorunluluk olmayıp, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içinde bulundugu agır is yükü (2009 yılı için 125000 civarında) sorunu nedeniyle üye ülkelere yaptıgı bir tavsiyedir. Ancak, bunun da geçerli bir neden oldugu söylenemez.

Bu durumda iç hukuk yolları Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak bireysel basvuru ile tükenecektir.

Ülkemizde adli yargı iki kademeli iken 01.06.2005 tarihinde Bölge Adliye Mahkemeleri Kanunu’nun yürürlüge girmesi ve bu  mahkemelerin faaliyete geçmesi halinde, üç kademeli olacak, Anayasa Mahkemesi’ne bu sekilde bir yetki verildiginde de, iç hukuk yolları Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak bireysel basvuru ile tükeneceginden, dört kademeli hale gelecektir. Adli, idari ve askeri yargı davaları, genel hukuk kültürünün yanında özel uzmanlıgı gerektiren islerdir. Anayasa Mahkemesi üyelerinin bazılarının adli ve idari davalarla ilgisi, yakınlıgı ve uzmanlıgı bulunmamaktadır. Böyle bir kurulun somut norm denetimi yaparak yargı kararlarını incelemesi kabul edilemez. Zira inceleme yapacak merciin, kararı incelenen merciden daha bilgili, birikimli, deneyimli ve donanımlı olması gerekir. Bireysel basvuru davaları ögretide “popüler dava” olarak kabul edilmektedir. Anayasa degistirilerek bu hakkın kisilere tanınması ile bu yol yeni bir kanun yolu olarak algılanacak, gerek kesin olarak verilen, gerekse istinaf ve temyiz yoluyla kesinlesen davalarda, yogun bir sekilde bu yola basvurulacaktır. Bu hakkın tanınması dava açılmasını özendirecek ve tesvik edecektir. Davayı kaybeden herkes bir de bu yolu deneyecektir.

Bireysel basvuru hakkının tanınması halinde, onbinleri, yüz binleri bulacak basvuruların altından nasıl kalkılacagı da iyi düsünülmesi gereken bir husustur.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu ile ceza dairelerine devir ile birlikte 2009 Yılında 522.272 adet dava intikal etmis, bunun 218.201 adedi karara baglanmıstır. Ceza davalarının hemen hepsi temel insan hak ve özgürlükleri ile ilgilidir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve hukuk dairelerine 2009 yılında toplam olarak 484.751 adet dosya gelmis, bunun 334.967’si karara baglanmıstır. Adil yargılanma hakkı da göz önünde tutuldugunda bu davaların çok büyük bir bölümü de temel insan hak ve özgürlüklerini ilgilendirmektedir.

Yargıtay’da 2009 yılında 553.168 dava dosyası karara baglanmıstır. Bu davaların en az % 20’sinin bireysel basvuru yoluna basvurması olasıdır. Bu durumda da adli yargıdan intikal edecek muhtemel dava sayısı 104.696’dır.

Bu rakama temyiz yolu kapalı olan kararlarla, idari yargı ve askeri yargıdan verilen kararlar da dâhil edildiginde durumun vahameti daha da artacaktır.

Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı çogaltılsa bile bu kadar çok sayıda basvurunun ne kadar sürede sonuca baglanabilecegini düsünmek bile mümkün degildir.

Adil yargılanma hakkının temel bir ögesi de davaların “makul” sürede sonuçlandırılmasıdır.

Anayasa Mahkemesi’ne bireysel basvuru hakkının tanınması halinde kisilerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne basvurmaları önlenemeyecektir. Zira bu kez iç hukukta yargı yolu Anayasa Mahkemesi’ne basvuru ile tükenecek, bundan sonra da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne basvurulacaktır.

İç hukuk yolları dört kademeden geçerek tükenecek, dört kademeli yargılama ve kararların yazımı yılları gerektirecek, bu kez ülkemiz her davada “makul süreye” uyulmadıgı gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından mahkûm edilecektir. Bireysel basvuruyu kabul eden Almanya ve diger bazı ülkelerde yogun dava akımı karsısında bu yoldan dönüsün çareleri aranmaktadır.

Bütün bu hususlar göz önüne alındıgında; Bireysel basvuru kurumunun çok basarılı olamayacagı, aleyhte sonuç alanların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidebilmeleri karsısında, beklenen faydayı saglayamayacagı görülmektedir. Her ülkenin yapısı, ortamı ve kosulları farklıdır. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel basvuru hakkının tanınmasının, adli, idari ve askeri yargıda sonuç alamayanların büyük bir çogunlugunun bu yola basvurması yogun bir dava akımına neden olacagı gibi bunun yargı sistemimizde olumsuz etki yaratacagı da muhakkaktır. Bütün bu açıklanan nedenlerle Anayasa Mahkemesine bireysel basvuru hakkı tanınması kabul edilebilir nitelikte görülmemektedir. Türk yargısına yarar yerine zarar getirecegi düsünülmektedir.  Yargının saygınlıgı, güvenilirligi Anayasamızın 138’inci maddesinin 1’inci fıkrası “Hâkimler görevlerinde bagımsızdırlar. Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.” hükmünü tasımaktadır. Bu hüküm, hâkim ve Cumhuriyet Savcılarımıza çok onurlu oldugu kadar çok büyük de bir sorumluluk yüklemektedir. Hâkim ve Cumhuriyet Savcısı arkadaslarımızın bu sorumlulugu, meslegin saygınlıgına uygun bir sekilde, yurdun çesitli köselerinde, topluma örnek olacak biçimde, fedakârca, özveri ile çalısarak, simdiye kadar oldugu gibi bundan sonra da yerine getireceklerinden, getirmekte olduklarından kuskum yoktur.

“Vicdani kanaat” kavramı çok önemlidir. Vicdanlar insanların kalbindeki mahkemelerdir. Vicdanlarda kabul görmeyen kararlar her zaman tartısma konusu olacaktır. Soyut kurallar vicdanlarda sekillendirilerek hukuka, adalete uygun kararlar olusturulacaktır. Soyut kurallar bu sekilde somutlastırılacak, hayata geçirilecektir. Çagdas dünyanın benimsedigi, anayasal demokrasi sistemin in en temel kavramı olan “kuvvetler ayrılıgı” ilkesi bizim de en temel degerlerimizden birisidir. Bunun için de yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bagımsız, ancak birbirleri ile uyum içerisinde çalısmaları gerekmektedir.

Hukukun üstünlügü, hukuk devleti ilkeleri de, anayasal demokrasinin geregidir.

Zaman zaman bu ilkelerden uzaklasılması çok üzüntü verici durumlar ortaya çıkarmaktadır. Böyle bir görüntü toplumsal uyumu da etkilemekte, bireyler kurumsal reflekslerden etkilenmekte ve düsünsel yapısını buna göre düzenlemektedir. Bu ise toplum için bir hastalık virüsü olusturmaktadır. Adalet ve onu gerçeklestirecek olan yargı o kadar hassastır ki, incitmeye zedelemeye gelmez, kırılır, dagılır, bir daha düzeltmek de çok zor olabilir.

Adalet mülkün (devletin) temelidir özdeyisini hiç bir zaman unutmamalıyız. Adalete güven sarsılırsa, adalet duygusu zedelenirse bireylerin devlete olan güveni de kalmaz, devlet çöker. Adalet müessesesi, yargı kurumu, toplum için toplumu olusturan insanlar, kurum ve kuruluslar için vardır. Haksızlıga ugradıgımızda, baskaları ile anlasmazlıga düstügümüzde yargıya basvururuz. Yargı iyi islemezse, adalete güven sarsılır. Yargının iyi islemesi için de sorunlarının acilen çözümlenmesi gerekmektedir. Sorunlar günden güne büyümektedir. Hâkim-Savcı sayısı, personel sayısı yetersizdir. Yargıtay olarak fiziki kosullarımız içler acısı haldedir. Hâkimlerimizi, Savcılarımızı, personelimizi oturtacak, dosyalarımızı koyacak yer bulamıyoruz.

Bu karamsar tabloya, her türlü olanaksızlıga karsın, Hâkimlerimiz, Savcılarımız, Üyelerimiz, personelimiz büyük bir özveri ile çalısmaktadırlar. İnsanüstü bir gayretle mesai mefhumu gözetmeden, tatil demeden, bayram demeden çalısmaktadırlar. Çıkan is sayısı bunun en açık göstergesidir.

Ama ne çare ki, akıl almaz boyutlara erismis bulunan is yükü karsısında bütün bu çabalar, adaletin güvenli ve en seri biçimde gerçeklesmesini saglayamamaktadır. Vatandasların sikâyetleri, sızlanmaları, yakınmaları günden güne artmaktadır. Adaletin bir an önce gerçeklesmesini bekleyen bu kisilere sorunlarımızı mazeret olarak göstermemiz de mümkün degildir.

Vatandasın devletten, yetkililerden bekledigi bu sorunların bir an önce çözüme kavusturulmasıdır.

Bu kadar yogun çalısmalar yanında Yargıtay olarak gerek yurt içinde gerekse yurt dısında birçok bilimsel çalısmaya da katıldık. Avrupa Birligi ile Birlesmis Milletler ile Barolar, Üniversiteler, Noterler Birligi ve baska önemli kurumlar ile birlikte toplantılar düzenledik. Degerli üyelerimiz, hâkim ve savcı arkadaslarımız bu çalısmalarda bilgi ve deneyimlerini ortaya koyarak, izleyenlere aktararak hukuk alanında, hukukun gelisimi yönünde, önemli katkılarda bulundular.

Yargıtay’da düzenlenen bilisim toplantısı, İstanbul’da düzenlenen Çocuk ve Hukuk konulu toplantı, İzmir’de düzenlenen Uluslararası Bilisim toplantısı, Ankara’da düzenlenen Bilirkisilik konulu toplantı, İstanbul ve Ankara’da üniversitelerle ortaklasa düzenlenen Uluslararası Ceza Hukuku toplantısı, Avrupa Birligi ve Yüksek Mahkemelerin isbirligi ile düzenlenen çesitli konulardaki yurtdısı ayagı da bulunan ve otuz ay sürecek olan yuvarlak masa toplantıları, Birlesmis Milletler UNDP destegi ile Yargıtay tarafından düzenlenen yurtiçi ve yurtdısı ayagı bulunan toplantılar yanında çesitli hukuki konularda birçok toplantı da gerçeklestirilmis bulunmaktadır. Bütün bu çalısmalar, hukukun gelismesinde, hukuk anlayısının çagdaslık boyutlarına erismesinde, büyük katkı saglamıstır. Gerekli olanaklar saglandıgında Türk hukukçularının, dünya hukukunda da söz sahibi olacaklarını, bu toplantıda yapılan çalısmalar çok açık bir biçimde ortaya koymustur. Hukuk alanında gerçeklestirilen bu uluslararası iliskilerin, ortak çalısmaların, Türkiye Cumhuriyeti’nin saygınlıgı konusuna da büyük katkıları olmustur.

Kuvvetler Ayrılıgı +lkesi Modern ve çagdas demokrasilerin, anayasal özgürlükçü demokrasinin en temel ilkelerinden birisi “Kuvvetler Ayrılıgı İlkesi” dir. Anayasamızda benimsenen sistem de budur ve bu ilke anayasamızın “degistirilemez, degistirilmesi teklif edilemez” nitelikteki maddeleri kapsamında bulunmaktadır. Bu ilke, temel hak ve özgürlüklerin, hukukun üstünlügünün, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmanın da en büyük güvencesidir. Yargı bagımsızlıgı, ancak bu ilkenin tüm kurum ve kuralları ile yasama geçirilmesi suretiyle saglanabilir.

“Kuvvetler ayrılıgı ilkesi”, ilk kez 17. Yüzyılda İngiliz düsünür John Locke tarafından, ortaçagın baskıcı düsüncesini yansıtan, kendisini tartısılmaz gören “Mutlak monarsi yönetimi” anlayısına karsı bir elestiri olarak ortaya atılmıstır.

John Locke, yasama, yürütme ve yargıyı halktan gelen, halkı temsil eden üç ayrı güç olarak nitelemistir. Kuvvetler ayrılıgı ilkesinin bilimsel temelleri ise Fransız düsünür Montesquieu tarafından 1748 yılında yayımlanan “Kanunların Ruhu” isimli kitapta ortaya konulmustur.

Fransız düsünür, bir devlette özgürlügün en etkili biçimde güçler ayrılıgı ilkesi ile korunabilecegini söylemektedir. Montesquieu’nun bu yapıtı o zamanlarda da büyük etki yaratmıs ve Amerikan Anayasasının olusumunda etkin rol oynamıstır. Montesquieu “Kanunların Ruhu” isimli kitabında kuvvetler ayrılıgı ilkesini ortaya koyarken, sosyoloji ve kamu hukuku biliminin birbirleri ile iliskilerini de degerlendirmis, bu yönüyle de çagdas siyaset biliminin en önemli öncüsü olmustur.

Montesquieu’ya göre; “özgürlük” yasalar tarafından yasak edilmeyeni yapabilmektir. Siyasal iktidarı ele geçirenler içgüdüsel olarak bu güçlerini sürdürmek isterler. Bu nedenle de önünde engel bulunmazsa her siyasal yöneticinin özgürlükleri önemsemeyecegini, yetkilerini asabilecegini, bu konuda sınır tanımayacagını, bunun çok sayıda tarihsel örneklerinin bulundugunu söylemektedir. Gücün sınırlanması için kuvvetler ayrılıgının gerektigini, yasama, yürütme ve yargı olarak bu üç ayrı gücün birbirleri ile uyum içinde çalısarak genel dengeyi saglayacaklarını belirtmektedir. Devlette üç ayrı görev; yasaları yapmak, yasaları uygulamak, yasalara uymayanlara yaptırım uygulamak (yasama-yürütmeyargı) aynı kisi ya da kisiler tarafından yerine getiriliyorsa bütün güç bir elde toplanıyor demektir. Oysa demokrasi için, özgürlüklerin korunması için bu üç temel görevin farklı ellerde olması gerekmektedir. Bu sekilde asıl amaç olan devlet yönetiminde sosyal ve siyasal güçler arasında denge saglanmıs olacaktır.

Montesquieu’nun siyaset biliminin kurucusu olarak kabul edilmesinin en önemli nedeni “kuvvetler ayrılıgı” ilkesi ile “özgürlükler” arasındaki bagı ilk kez ortaya koymus olmasıdır. Montesquieu’ya göre, özgürlükçü demokrasi için kuvvetler ayrılıgı ilkesi vazgeçilmez bir ilkedir.

Anayasa hukukunun ve siyaset biliminin temel kuralı “Halkın egemenligi, her zaman halkın özgürlügü demek degildir”. Çogunlugun baskısının oldugu yerde özgürlükten söz edilemez. Sonuçta, demokrasi zedelenir, özgürlükler ortadan kalkar. Bu noktada “Çogunlukçu ve Çogulcu Demokrasi” kavramlarına deginmek gerekmektedir. Çagdas demokrasilerde, üyesi oldugumuz Avrupa Konseyinde demokrasi anlayısı “çogulcu demokrasi” den yana olmustur. Azınlık oylarını bütünüyle yok sayan bir “çogunlukçu demokrasi” anlayısı çag dısıdır. Çogulcu demokrasilerde, çogunlugun elindeki iktidarı sınırlayan basta yargı olmak üzere çesitli anayasal kurumlar bulunmaktadır. Çagdas demokrasinin temeli de budur. Bu konu insan hakları ile temel hak ve özgürlüklerle de dogrudan ilgilidir. İnsan haklarının, temel hak ve özgürlüklerin, çagdas çogulcu demokrasilerde hiçbir sekilde ihlali düsünülemez. Anayasa reformunun da, çogulcu demokrasi anlayısına uygun olarak, seçim sistemi ve siyasi partiler mevzuatını da kapsayacak sekilde yapılması gerekmektedir. Bu sekilde yapılacak bir reform siyasi istikrarı güçlendirecek, siyasi partiler arasındaki diyalog ve uzlasma ortamının olusmasını da saglayacaktır. Bugün siyaset bilimi ve anayasal demokrasi açısından parlamenter sisteme getirilen en önemli elestiri, iktidara gelen partinin bu üç kuvvet üzerinde de etkinligini arttırmak istemesidir. Türkiye’de uygulanan seçim sistemi itibariyle siyasal gücü elinde tutan hükümet baskanı, basbakan, hem yürütme hem de TBMM’ndeki iktidar grubunun baskanı olarak bu iki kuvvet (yürütme ve yasama) üzerindeki etkinligini sürdürmektedir.

Yapılmak istenilen anayasa degisiklikleri ile Anayasa Mahkemesi  ve Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı degistirilerek, buralara yapılacak atamalarda ve bu kurumların isleyisinde yürütmenin etkinligi çogaltılmak suretiyle, yargının tamamen yürütmenin etki alanında bulundugu bir sistem getirilmek istenmektedir. Bu durum, kuvvetler ayrılıgı ilkesini tamamen ortadan kaldırarak adeta kuvvetler birligine dönüs olacak, yargı bagımsızlıgını büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.

Siyasal iktidarın kötüye kullanılmaması ve özgürlükçü demokrasinin gerçeklesebilmesi için kuvvetler ayrılıgı en bas kosuldur. Bagımsız yargı istiyorsak, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı bu bakımdan çok büyük önem arz etmektedir.

Arızi bir takım olaylar gerekçe gösterilmek suretiyle, kuvvetler ayrılıgı ve yargı bagımsızlıgına iliskin temel ilkeler göz ardı edilerek böyle bir takım düzenlemeler yapılması, hukukun üstünlügü, hukuk devleti ilkelerini çok büyük ölçüde zedeleyecektir. Kurula yalnız yargı mensuplarından üye seçilmelidir. Kast gibi, jüristokrasi gibi, al gülüm ver gülüm gibi konu ile ilgisi olmayan kavramlar, hafif düsünceler hiçbir geçerlilik tasımamaktadır. Bunlar yargıyı, özellikle de yüksek yargıyı tanımamaktan kaynaklanan bos sözlerdir. Yargı, daha önce de söyledigimiz gibi, ilk derece ve yüksek mahkemeleri ile bir bütündür. Bir bütünlük içerisinde çalısmaktadır. Bu bütünlügü bozan, çalısmaları istikrarsız hale getiren, Anayasa’nın temel ilkelerine aykırı olarak yargıya müdahalede bulunan ne yazık ki idaredir.

Yargı, kimsenin ne arka bahçesi, ne ön bahçesi, ne de yan bahçesidir. Olmamıstır, olmayacaktır da. Buna, her türlü olanaksızlıga karsın, onuru ile özveri ile meslek saygınlıgını her seyin üzerinde tutarak görev yapan, Türk yargıçları, Cumhuriyet Savcıları, hiçbir zaman izin vermeyecektir.

Yargı, “adalet” demektir. “Adalet” ise, devletin temeli, devleti olusturan kisi ve kurumların en büyük güvencesi olduguna göre, yargı bir toplumun en büyük degerini olusturmaktadır ve Türk toplumu, hâkimine, savcısına tanıdıgı saygınlıkla, verdigi deger ile bunu en iyi sekilde ortaya koymaktadır.

Yargı, herkese gereklidir. Ona verilecek zarar, kendisine veriliyor demektir. Kendi kendisini vurmak demektir. Bu nedenle de yargı bagımsızlıgına toplumun her kesiminin sahip çıkması gerekir Yargı bagımsızlıgını koruyup kollamak herkese düsen bir görevdir.

Her kurumda oldugu gibi, olması hiçbir zaman istenmez ama yargıda da bireysel olarak yanlıs yapanlar, hatalı davrananlar olabilir. Zaman zaman kamuoyuna da yansıdıgı gibi, yapılan usule aykırı islemler, usulsüz iletisimin takip ve tespiti, gözetim altına alma, tutukluluk gibi temel hak ve özgürlüklerle, özel hayatın gizliligi ve adil yargılanma hakkı ile dogrudan iliskili konularda yapılan yanlıslar, çeliskili uygulamalar, toplum vicdanında büyük yaralar açmakta, yargıya olan güvenin sarsılmasına neden olmaktadır. Bunlar elbette gündeme getirilmelidir, elestirilmelidir. Ancak, hiçbir zaman bir kurumun topyekûn suçlanmasına, yıpratılmasına ve temel ilkelere aykırı bir biçimde yapılandırma girisimlerine gerekçe yapılmamalıdır. Yapılan yanlıslar, yargının kendi sistemi içerisinde bulunan denetim mekanizması ile mutlaka düzeltilecektir. Yeter ki yargı dısı müdahaleler, hukuk dısı engelleme girisimleri olmasın.

Yargının verdigi kesinlesmis kararlara uyulması, hukukun üstünlügü ve hukuk devleti ilkelerinin geregi olarak, anayasal bir zorunluluktur. Begenilmese de saygı gösterilmesi, uygulanması gerekir. Elestiri sınırlarını asan, kurumsal suçlama niteligine varan söylemlerden mutlaka kaçınılmalıdır. Toplumları güçlendirecek, daha da ileriye tasıyacak, toplumsal barıs, karsılıklı anlayıs, sevgi, saygı ortamı ancak bu sekilde, devleti olusturan üç ana erk in ( yasama, yürütme, yargı ) birbirlerinin anayasal hak, yetki ve görevlerini içsellestirmeleri bunları kabullenmeleri ile gerçeklesebilir. Yargıtay’ın bütün üyeleri, Danıstay üyelerinin büyük bir kısmı, ilk derece mahkemelerinden nitelikleri gözetilerek seçilip gelmektedirler. Bunlar mesleklerinde kendilerini kabul ettirmis, öne çıkmıs kisilerdir. Bu üyeler, yüksek mahkemelerde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunda, ilk derece mahkemelerindeki meslektasları adına da görev yapmaktadırlar. Yüksek mahkemeler yargının öncü kurumlarıdır. Adaletin en iyi sekilde gerçeklesmesi için içtihat birligini saglayacak, emsal kararları ile ilk derece mahkemelerine ısık tutacak, yol gösterecek kurumlardır. Bunu bir vesayet olarak tanımlamak, hatta bir “iç tehdit” olarak göstermek son derece insafsız ve yanlıs bir yaklasımdır.

Sistemin iyi islemesi, uygun çalısma kosullarının, egitim, arastırma kosullarının saglanması suretiyle yetistirilecek olan nitelikli meslek mensuplarının, Hâkim ve Cumhuriyet Savcılarının, yargı meslegine katılımları ile olabilecektir. Kuvvetler ayrılıgına, yargı bagımsızlıgına aykırı kurumsal düzenlemelerle, sorunların ortadan kaldırılması, adalete olan güvenin saglanması mümkün degildir.

Yapılmak istenilen degisikliklerin Avrupa’daki çagdas yargı bagımsızlıgı anlayısına uygun oldugu düsüncesi de dogru degildir. Bu konuda yetkin olan kurumların yayımladıgı birçok belgede, tavsiye raporlarında, bagımsız yargı ölçüleri, yürütmenin yargı kurulları üzerinde etkin olmaması dogrultusundadır. Örnek vermek gerekirse; Avrupa Birligi-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Esbaskanı Helene Flautre, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısında Adalet Bakanı ve Müstesarının bulunmasını demokrasinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılıgını zedeleyici bir unsur olarak görmekte oldugunu söylemektedir.

Yine Avrupa Hâkimleri Danısma Konseyinin 21-23 Kasım 2007 tarihinde Strazburg’ta yaptıgı 8’inci toplantıda benimseyerek yayınladıgı tavsiye niteligindeki belgede de, yargı bagımsızlıgının ölçüsü, yürütmenin yargı kurulları üzerindeki etkisinin azaltılması olarak belirlenmistir.

Yapılmak istenilen degisikliklerin Avrupa bagımsız yargı kriterlerine uygun olması söz konusu degildir. Burada sunu da özellikle belirtmek gerekir ki Anayasa degisikligi paketinin, üzerinde büyük ölçüde uzlası bulunan diger maddeleri ile hiç ilgisi bulunmayan yargı kurumlarının yapılarının degisikligine iliskin maddelerle birlikte referanduma sunulması ne Anayasamızdaki düzenlemenin ruhuna ve ne de çagdas hukuk sisteminin bu konudaki degerlerine uygun düsmemektedir.

Birbirleri ile ilgisi olmayan konuların, ayrı ayrı referanduma sunulması, çagdas anayasal demokrasinin ve hukukun geregidir. Bu gereklilik de ne yazık ki göz ardı edilmistir.

Ne yazık ki, nasıl 12 Eylül Anayasasının yargı bagımsızlıgına aykırı hükümleri bugüne kadar hep elestiri konusu edilmis ise, simdi yapılan degisikliklerle bu elestiriler daha da yogunlasmıs biçimde sürmeye devam edecektir.

Özellikle, yüksek mahkemeler ile yürütme arasında, uzlasmazlık daha da artarak genisleyecektir. Zira bu degisikliklerle Yüksek Mahkemeler yok sayılmakta, yargı erki içerisindeki etkinlikleri yok denecek derecede azaltılmıs bulunmaktadır.

Oysaki çagdas, özgürlükçü, anayasal demokrasiyi benimsemis, hukukun üstünlügünü, hukuk devleti ilkelerini özümsemis olan ülkelerde, yüksek mahkemeler yargı erki içerisinde en üst derecede fonksiyona, yetki ve sorumluluklara sahip kurumlardır.

Bu da çok dogaldır. Zira yüksek mahkemeler üstlendikleri görevin niteligi ve geregi olarak yargı erkinin adeta beynidir, lokomotifidir. Uygulamada birligi, kararlılıgı onlar saglayacak, yerel mahkemelere yol gösterecek, temel hak ve özgürlüklerin mahkeme kararlarına yansıtılmasında öncü rolü onlar oynayacaktır. Bu kurumlarda görev yapan yargıçlar, Cumhuriyet Savcıları, bilgileri ve becerileri ile ve her yönden olumlu nitelikleri ile öne çıkmıs bu görevlere hak kazanmıs hâkim ve Cumhuriyet Savcıları olarak bu sorunların çözümü için neler yapılması gerektigini en iyi bilecek kisilerdir. İlk derece mahkemeleri ile Yüksek yargı kurumlarını birbirinden ayrı kurumlar gibi gösterecek bir davranıs içine girmek, bu kurumlar arasında bir rekabet ortamı yaratmak, son derece tehlikeli ve vahim bir hatadır. Yargının birlik ve bütünlügünü, kararlı bir uygulama ortamını yok edecek bu davranıs biçimini çok büyük bir üzüntü ile gözlemlemekteyiz. Bu tür davranısların Türk yargısını, dolayısıyla anayasal birer güç olarak demokratik sistemlerde yer almıs olan üç ana güç arasındaki dengeli isbirligini çok olumsuz biçimde etkileyecegi göz ardı edilmemelidir.

Globallesen dünyada, özellikle girme sürecinde bulundugumuz Avrupa Birliginde, hukuk alanındaki çok önemli gelismeler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Birligi Adalet Divanı, Avrupa Ceza Mahkemesi gibi uluslararası yüksek yargı kurumlarının olusturulmus bulunması, ülkelerin, toplumların güvenligi ve gelecegi açısından hukukun ne derece önemli bir olgu oldugunu çok açık bir biçimde göstermektedir.

Bu kurumlar, uluslararası ortak üst hukuku olusturmak yönünden en temel güvence olarak, ülkelerin yüksek yargı organlarını görmektedirler. Bu husus da yüksek yargı kurumlarının tasıdıgı önemin açık bir göstergesidir.

Sunu çok iyi bilmek gerekir ki; Her insanda, her meslekte olması gerektigi gibi, oldugu gibi Türk yargıçları, savcıları da onurlu insanlardır. Kimseden el açıp bir sey talep etmek durumunda degillerdir.

Onurlu bir sekilde görev yapmak, onurlu yasamak için bu meslegi seçmislerdir.

Yargının gereksinimi olan her seyi, adalet terazisinin sapmaması için gerekli olan her türlü olanagı, bu yetkiyi elinde bulunduran idarenin saglaması en temel görevidir.

Ama ne yazık ki, yargı bugün anayasal olarak esit konumda bulundugu yasama ve yürütmeden çok daha az olanaklara sahip durumdadır.

Yüksek Yargı Kurumlarını önemsemezseniz, yok sayarsanız onlara görevlerini en iyi sekilde yerine getirmeleri için gerekli olanakları saglamazsanız, hukuk gelisip, güçlenemez, güvenli ve çabuk adalet saglanamaz.

Sayın Cumhurbaskanım, Degerli konuklar, Degerli meslektaslarım, Bütün bunları bugün için söylemiyoruz. Makamlar, görevler gelip geçicidir. Bu gün biz varız yarın baskaları olacaktır. Geçmiste baskaları vardı. Ama devlet hayatı süreklidir. Gelecek kusaklara daha iyi bir yasam ortamı, daha güvenli bir yargı sistemi, daha güzel seyler bırakmalıyız. Bu bizim en büyük zenginligimiz, gurur kaynagımız olacaktır.

Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdigi ilkeler dogrultusunda kurulan Cumhuriyet’imizin, özgürlükçü demokrasinin, demokratik hak ve özgürlüklerin, toplumun tüm bireyleri için gelisip güçlenmesi ancak hukuk devleti, hukukun üstünlügü ilkelerinin bagımsız yargı temelinde bütün kurum ve kuralları ile hayata geçirilmesi suretiyle mümkün olabilir.

Her yıl ortaya koydugumuz sorunları gelecek yıllarda yinelememek ve adalet hizmetinin istenilen, çagdas ülkeler seviyesine ulastıgını görmek umuduyla, sözlerimi burada bitirirken, bu anlamlı günde bizlerle birlikte olmanızdan duydugum mutlulugu bir kez daha dile getirerek sizlere en içten saygı ve sevgilerimi sunuyor, tüm yargı mensuplarına, çalısanlarına, yeni adli yılda mutluluk ve saglık içerisinde basarılı çalısmalar diliyorum.